4
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1746
Okunma


Ahh yalan dünya!
Onları bir bir yitirdikçe benim kalp damarlarımdan her biri de işlevini yitiriyor sanki.
Üstelik kendileriyle bir çok kez karşılaşmış sohbetlerine ve gösterdikleri alicenaplık’a tanıklık ettiyseniz bu daha da acı veriyor insana.
Yazarlığın gazeteciliğin edebiyatın tiyatronun ne olduğunu nasıl olması gerektiğini üç çeyrek asırlık ömrünün en az iki çeyreğinde öncelikle insan yanıyla sonrasında geniş kültürü bilgisi aldığı eğitimler ve güçlü cesur yetkin vede vakur kalemiyle okurlarına sunmuş onların bu önemli ve anlamlı değerleri tanımalarını ve tadına varmalarını sağlamıştı.
Bu gün aramızdan ayrılan Ahmet Cemal’den söz ediyorum.
Yıllar, yıllar önceydi.
Günlerden -ya da gecelerden birinde kadim dostum Tomris Uyar, önüme bir kâğıt parçası bırakıp gitti.
Kâğıtta, Meksikalı şair Octavio Paz’ın kaleminden çıkma tek bir dize yazılıydı.
“Düşlerine layık olmasını bil …”
Akıp giden zaman, bir yüzeye kül tanesi kadar gösterişsiz konuveren pek çok gerçek değer gibi, Paz’ın bu dizesini de hayatımın sütunlarından birine dönüştürdü.
Dizedeki “düşlerine” sözcüğü, salt zihinsel düzlemde biçimlenen olguların habercisi olmaktan çıkıp, en somut gerçeklerin de taşıyıcılığını üstlendi.
Ve bu gerçeklerin en ön sırasında elbette o sanat diye adlandırılan ve -neyseki- “en bilinemeyecek ve tanımlanamayacak olan” olgu da vardı.
Sevgi bulmak için, önce onu vermeyi öğrenmek…
Günlerden bir gün, yine sevgiyi nereden bulabileceğim sorusu üzerinde kafa patlatırken, sanırım 19. yüzyıl öncesinde yaşamış bir İngiliz şairin şu dizeleri ile karşılaştım: “İnsanları değiştiremezsin. / Sadece onlara biraz sevgi verebilir ve / Almalarını umut edebilirsin…”
Tamamdı.
Sevgi bulabilmenin en güvenilir yolu, önce onu vermeyi öğrenmekti. Hem de sonunda eline ne geçeceğini hesabını önceden yapmaya kalkışmaksızın. Çünkü böyle bir hesaba erken kalkışan, sonunda kendini nice umarsız düş kırıklıklarının uçurumlarında da bulabilirdi!
5 Mart 2017, yani hayatımın 75 yılının geride kalacağı gün, böyle bir atmosferde geldi. O gün benim için özeldi. Çünkü sevgi arayışları ile tıka basa dolu geçmiş üç çeyrek yüzyılı geride bırakmak kolay değildi. O yüzden kafamda kendimce bazı planlar vardı.
Ama hiçbiri gerçekleşemedi. Onların yerine, adeta retrospektif bir sevgi sergisinin tüm canlılığı ile, sevginin KENDİSİ geldi.
28 Şubat günü öğlene doğru geçirdiğim çok şiddetli bir kalp krizi ile birlikte, bilincimi tümüyle yitirdiğim iki günün ardından, kendimi sevginin bütün yaşları ve türleri ile donatılmış bir sevgi şöleninde buldum. Hocalık ile geçen elli yılımda açmış bütün çiçekler; yirmi, otuz, kırk yıl önceki bütün öğrencilerim; anıları ile beni hep çoğaltmış bütün sevdiklerim - hepsi, ama hepsi, önce hastane odasını, ardından da evimi doldurarak benimleydiler.
Üç yıl önce kurduğum Kültür Atölyesi’nin bütün üyeleri ise, sanki Goethe’nin: “Sevgi, insanoğlunun içinde yaşayabileceği tek iklimdir!” deyişini bir kez daha ölümsüz kılmak peşindeydiler.
Ne demişti alıntıladığım o şair? “İnsanları değiştiremezsin. / Sadece onlara biraz sevgi verebilir ve / Almalarını umut edebilirsin…”
Ben vermiştim.
Ve, almışlardı!
(Asla unutulmayacaksınız. Ruhunuz şad olsun. Emeklerinizi hakkınızı helal edin Hocam.)