10
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
1033
Okunma

(Hüzün üçlemesi-2)
Hayali mektuplar yazıyorum kendime. Yazıyorum ama göndermiyorum, hayalin bile hayali olarak kalıyorlar. Nasıl anlatılır ki yaşamın alnına yapışıp kalmış bunca zalimlik ve bitmeyen kıyım iklimi. Bütün gün hissiz güzsüz dolaşıp duruyorum bize ait olmayan sokaklarda. Düşünüyorum; bu sokaklar, bu şehirler ve bacalarından yabancılık tüten bu huzursuz ülke bizim değilse kimin? Taşlar bile cevap vermiyor bu soruya, taşlar ciddiye almıyor yumruk yuvası ellerimi.
Akşam babam ve babamın tütünsü soluğu geliyor içi bulut dolu evimize. Babam bize her geldiğinde biriktirdiği ne kadar düşsüzlük varsa onlar da arkasından geliyor. Evin içi baya bi kalabalık oluyor tenhalıktan. Babamın yüzündeki yıkıntı taneciklerine bakıyorum. Hiç genç olmamış babamın. Hayat kavgası yüzünden hiç âşık olamamış, âşık olmaya zaman bulamamış babamın, ah! Hep masalın dışında kalmış kendi yitik ömrünün acısına rağmen “üzülme oğlum, üzülme” diyor:
“Burası korkunç bir bilinmezliğin merkezi. Yeryüzü sözcüklerinin aciz kaldığı hatalı gölgeler atlası. Gidilecek başka bir yer yok. Yarın mahkûm edebilirler seni de diğer sesli harfler gibi. Ama yenilgiye alışma sakın oğlum. Bütün ideolojilerin içinde ölümün kokusu var. İnsanlar yaşatan şeylerin peşinde olmadığı için bu hale geldi dünya ve Dünyanın insandan başka anlamı yoktur. Hayat anlayışımızı kurtarmak istiyorsak, insanı kurtarmamız gerekir.”
Yazmaktan vazgeçip kalemi kâğıdı bırakıyorum masanın üzerinde.
Masa güceniyor, masanın zoruna gidiyor.
Masa sırtını dönüyor bana. Özür dilerim masa.
Yanlışa yanlış demek suçlamasıyla görevden uzaklaştırılalı altmış beş gün olmuştu. Boşlukta kalmıştım. Yaptığım başvuru üzerine bugün Hüzün Bey beni şoförü olarak yanına aldı. Yeniden çalışmaya başladım. Yeniden eve ekmek ve küçük sevimli kölelikler götürmeye başlayacaktım. Ama göndermediğim mektupları yazmaya devam edecektim. O masanın kalbini kıramam ki. Masa kardeşim gönderilmemek için yazılan o mektupları seviyor. Onlarla var oluyor. Yine kâğıt kalem ve düzenli dağınıklığımla yanında olacaktım. Her sabah ve her gece yalnızlığımın saçlarını özenle tarayıp bilişsel çıkışsızlığa yollayan sevgili masam benim en değer bilen dostumdu. Ona alıştım.
Aniden bir lakaya girmiştim arabayla. Dikkatsiz davranmıştım. “Oğlum çok dalgınsın be, önüne iyi baksana” dedi haklı olarak arkada oturan sevgili patronum Hüzün Bey. Daha ilk günümdü. Ama bana oğlum demesine kızmıştım. Ondan kaç yaş büyüktüm hâlbuki. Ne yapalım katlanacaktım, ekmek parası. “Nereye gidiyoruz efendim” diye sordum:
“Sen sür, herhangi bir yer yok, nasıl olsa gideceğimiz hiçbir yer seslerin yuvası değil, nasıl olsa her yer mutsuzlukla dolu, şu an gitmekte olduğumuz yer de gidişsizliktir, yani yeni bir mutsuzluk ihalesi varmış, kaçırmayalım, eee bu ihaleyi de alıp akşama kutlarız, sen şu müziği açsana hele” dedi.
Çok şaşırdım. Şu Hüzün ne kadar da mutlu böyle!
Açtım hemen müziği. Müziğin dişleri vardı.
Zevkten adeta dört köşeydi Hüzün. Adi herif!
O eğlenmesine devam ederken ben üzülme sanatlarının en iyi sanatçısı olmayı düşlemeye başladım. Off en sevdiğim şey. Neyim eksikti ki köşe başlarını kapmış diğer üzülme sanatçılarından! Enfes bir gri görüntüler denizi ve ölümsüzlük teklifleri dönüp duruyordu başımın etrafında. Biraz düşünmem lazım teklifinizi deyip ağırdan satıyordum içimdeki hiçlik vadisini. Bazen baş ağrılarımın; beynimdeki doğum sancıları olduğunu düşünüyorum demiş ya Niçe, belki bendeki de öyle bir şeydir. Hem benim bu dalgınlığım bilinç dışı bir düellodan kalmaydı. Herkese nasip olmayan bu yara oldukça verimli bir kaynaktı benim için. Babamın yüzündeki yıkıntı tanecikleri bana da geçmişti. İmgenin biri girip biri çıkıyordu benliğimden. Soylu bir akıl hastasıydı duygusal zekâm.
Eyvahhhhhhh! Yine büyük bir lakaya girdim sanırım. Düşsel yakıtla çalışan arabanın kontrolünü kaybettim. İnsanlar, sayılar, sarsıntılar ve seyyar duygular sırasıyla esas duruşa geçtiler. Birden kendime gelip yüzümdeki kelimeleri havluyla silmeye çalışırken bir uçurumun ağzına geldiğimizi son anda fark ettim. Patronum Hüzün Bey korkudan altına etti. Ardından küfürler yağdırıp arabadan indi. Annemle ilgili küfürleri alıp kenara koydum. O az ötede korkudan kirlettiği muhterem kıçını temizlerken, ben öylece uçuruma baktım, uzun süre baktım, sandım ki uçuruma uzun süre bakarsam o da bana bakar. Bakmadı, tahminimce işi gücü vardı uçurumun.
Etrafa saçılmış olan hayal artıklarını topladım ve hemen yola devam ettik. Mutsuzluk ihalesinin yapılacağı yere gelmiştik. İnip saygıdeğer patronumun kapısını kusursuz bir kavram kargaşalığıyla açtım. Arabadan indi ve yüzünü yüzüme yanaştırdı. Yine bana kötü şeyler söyleyip hakaret edeceğini düşündüm. Gözlerini gözlerime kilitledi. Gözlerinde hırs, kararlılık ve korkunç bir boşluk vardı. “Bu ihaleyi alacağız koçum, başka yolu yok” dedi. Aldı da. İhale alma konusunda çok başarılı olduğunu söylemeliyim.
Yorucu ve yaralayıcı bir günün sonunda, nihayet sahtelikler alanından içi sis kentleriyle dolu evime attım kendimi. Masanın üzerinde; çiçek ustaları, hafıza işçileri, direniş öyküleri, birkaç tane inanma ihtiyacı, söz ağacı, güneş ülkesinden gelen tomurcuklar, yeni yıkıntı tanecikleri ve daha bir sürü yoldaş eylem hazırlığı içindeydiler gönderilmeyecek yeni mektuplar için. Kısa boylu bir sözcükle gözlerimi kapatıp başımı masaya koydum. Masanın kalbi sarılmak kokuyordu.
(Nisan 2017)
(Yazıda geçen "Dünyanın insandan başka anlamı yoktur. Hayat anlayışımızı kurtarmak istiyorsak, insanı kurtarmamız gerekir" sözü Albert Camus’ye aittir.)