10
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
952
Okunma


Çöp ve çöplük sözcüğünün çoğu insan için hiçbir değeri olmadığı gibi, onlara dokunmaktan imtina edilir hatta.
Aslında farklı bir gözle bakıldığında onlar birer hazine değeri taşırlar adeta.
Çöpe giden her bir şeyin ayrı bir hikayesi, bir öz geçmişi olduğuna inanırım ben.
İşte buna inandığım içindir ki; ben önce kendi içimde biriktirdiklerimi, kendi içime attıklarımı eşeler, gözden geçirir, hatırlar ve yeniden yaşarım bir bir.
Ve yine bundan dolayıdır ki okumayı, dinlemeyi ve yazmayı en sevdiğim şeylerin başında; bir insanın kendi iç dünyasını, yaşadıklarını, derin deneyimlerini, yakın gözlemlerini bütün çıplaklığı, içtenliği ve dürüstlüğüyle yansıttığı yadsınamaz gerçekler gelir.
Çünkü bir hayat, içinde nice hayatlar barındırır gizlice. Bunları bulup çıkarmaktır bence hayatı asıl yaşamak. Kalanı edebiyat!
Bir insan iyi ya da kötü her tür eylemi gerçekleştirmek için kendinde o cesaret bulabilir. Ancak asıl cesaret dürüstlüktür ki, buna sahip olabilmek arınmışlık, maharet, üstünlük ve hayatı gerçek anlamda tanımayı gerektirir.
Şans faktörünü de akıldan çıkarmamak gerekir. Göreceli de olsa ben şansın insan hayatındaki yerinin çok önemli olduğuna inananlardanım. Şansın, peşinde koşmakla da elde edileceği savına katılmıyorum ayrıca. Kaldı ki, aile bireylerinden dahi bir ricada bulunmamış birinin arsızlık edebileceğini aklımdan bile geçirmem.
Bazen durduk yerde çok sade, sıradan bir insanın karşısına öyle biri çıkar ki, dünyası baştan başa değişir. Önünde yepyeni, hiç tanımadığı ufuklar açılır. Gezmeye, dolaşmaya, okumaya, öğrenmeye hiç hacet kalmaz belki de.
O kişi, hayatın bin bir rengini, özünü, gelgitlerini yakalamış, bire bir yaşamış ve özümsemiş koskoca bir dünyadır onun için çünkü.
Bazen de, kiminin mevlasını, kiminin belasını bulduğu, İstanbul denen efsunlu bir koca şehrin, bilinmezliklerle dolu bir semtindeki eskici tezgahında, şöhret olma hevesinde olan fırlama bir genç adama, aynı şehrin şık bir semtinde bulunan görkemli bir evin, üzerlerinde adeta kimlikleri yazılı paha biçilmez plak koleksiyonundan tutun da, özenle istiflenmiş nadide eşyaları, tezgahına kadar gelip kendisine vermek istediğini söyleyen bir yabancı ailenin varlığına değin.
Bu genç adam, bir kamyon dolusu bu eşyaların yalnızca plak koleksiyonuyla uzun zaman hem geçimini sağlamış hem giderek ulaşmak istediği şöhret basamaklarını hızla tırmanmıştı.
Elbette bu yalnızca sıradan iki örnek. Bir de sokak sokak gezen eskiciler var ki, zenginleri tükenmeyen İstanbul’un bir başka zengin türünü oluşturuyorlar.
6 – 7 Eylül 1955’te İstanbul’da yaşanan ve başta Rumlar olmak üzere azınlıklara yönelik tahrip ve yağma hareketiyle başlatılan yağma ve saldırıları düşündükçe, ayakların nasıl baş olduğu kolayca anlaşılıyor. Oysa Ekalliyet gitti ve İstanbul bitti!
Kendimi bildim bileli şöyle düşünmüşümdür hep. Ne kadar ütopik şeylere inanıyor olursak olalım, ne kadar ütopik hayallere sahip olursak olalım, hepsi insandan doğuyor ve insana dönüyor yeniden. Dünyayı bu kadar korkunç hale getirmeyi başaran da insanlar…O güzelim düşlere salan da…
Oktay Çetinkaya’yı hatırlayanınız vardır mutlaka. Hani şu “ Çöpte Dostoyevski Buldum” diyen çöp toplayıcısı çocuğu.
İşte o Oktay ‘ki; dünyanın adaletsizliğinin, ülkenin çarpık düzeninin ve hayatın bazı insanlar için ne denli acımasız olduğunun bedelini, daha doğmadan omuzlarına kader olarak yüklendiği çocuklarımızdan biri. Milyonlarcasından biri. Ve o çocuklardan çok çok azı o yazgıyı , ruhundan, aklından ve hayatından kanata kanata söküp atabiliyor. Oktay da o azınlıktan biri. Üstelik belki hala acıyan yaraları ile hepimizden daha mutlu gülümseyebiliyor geleceğe ve hayata.
Adana’da başlayan yaşamı, çeşitli işlerden geçtikten sonra atık kâğıt toplayıcılığı ile İstanbul’a kadar uzanıyor. O kadar özel bir çocuk ki; hepimizden daha çok seviyor işini, severek yapıyor. Dostları diğer kâğıt toplayan insanlar, tinerciler, sokak çocukları, kediler ve kediler… İlkokuldan terk ve kitap denen nesne onun için sadece para kazanması için ağırlığı kadar var. Çöpte bulduğu kitaplar kalınsa seviniyor olmalı yükte ağırlık yapacağı için. Bazen de buldukları kitapları sahaflara satıyorlar daha iyi para verirlerse.
Ama bir gün her şey değişiyor. Çöpte bulduğu bir kitabı okumaya karar veriyor. Sonra bir diğerini. Artık kitapları atık kâğıt torbasına değil, diğer çalışma arkadaşları ile kaldıkları mekânın bir köşesine yaptığı rafta biriktiriyor. Kitapları satın almaya gelen kitap satıcılarına da vermiyor. Sonra Dostoyevski ile karşılaşıyor. Albert Camus ile. Ve daha niceleri ile. En çok Dostoyevski’yi seviyor.
Düşünün ki, bugün dünyanın en iyi üniversitelerinde en iyi derecelerle eğitim görmüş insanlardan kaçı bir Dostoyevski, bir Tolstoy ve bir Camus okumuştur? Ve acaba kaçı insan ruhunun zenginliğini görebilmiş ve onca kalp kırıklıklarına karşın, kalbinde dünyaya yetecek kadar sevgi barındırabilmiştir?
Oktay’ın açtığı dükkana değerli yazarlar, edebiyatçılar, sanatçılar gelip gidiyor. Geleceğe umutla yürürken, geçmişini unutmuyor, eski dostları ile hala görüşmeyi, ara sıra onların mekânlarına gidip hal hatır sormayı hiç ihmal etmiyor. Ve yaşamın ne olduğunu pek çoğumuzdan iyi biliyor o “İnsanlara bakıyorum. Çoğu mutsuz. O kadar anlamsız hayatlar yaşıyorlar ki.”diyor.
“Özgürlüğü ve hayatı hak edenler, onu her gün fethetmek zorunda olanlardır.”
7-8 yıl öncesiydi sanırım. Kadıköy çarşısının orta yerinde, bir bez parçasının üzerine yayılmış hemen hepsi siyah-beyaz ve sararmış fotoğraflar ilgimi çekti. Çömeldim bir ucuna bezin. Baktığım her fotoğraf beni alıp ta nerelere götürdü. Hepsine bir hikaye yazdım kemdi gönül dağarcığımın zenginliğine uygun.
İçlerinden biriyle göz göze geldim. Ve işte o an büyülendim sanki! Titreyen ellerimle yerden aldım fotoğrafı. Baktım, baktım. Tanımamak mümkün değildi. Yakın zaman önce vefat eden harika bir insan olan komşumuza aitti!
Bu güzeller güzeli hiç evlenmemiş genç kadının bu fotoğrafını bana evinde gösterdiği albümde de görmüştüm. Müşterinin kendi fotoğrafını kendisinin çektiği Beyoğlu’ndaki bilinen bir fotoğrafçıda çekilmişti.
Aldım. Eve geldim. Uygun bir çerçeve bulup yerleştirdim hemen. Bakar dururum hala. Ne gizemlerini paylaşmıştı benimle…