6
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
2210
Okunma


zifiri karanlık...kuş dahi uçurtmuyor hava...tel tel dökülen yıldızlar ışığını veren umuttan yoksundur şimdi...gecenin bu kör vakti en güzel çürüme saatleridir matmazel...giyotine güçlü bir rakip daha çıktı anlayacağınız...yazık ki tarih kitaplarında adı hiç geçmeyecek...gökyüzüne açılan bi penceremiz olmayacak belki...perde arkasında yüzünü gelin gibi saklayan bi tebessüm..ya da sol gözü seğiren buluta ısmarlanan bi düş...hepsini içimizdeki mezara gömeceğiz...sizi ne kadar sevdiğimi bilmeyeceksiniz örneğin...evet çünkü sizi türk dil kurumu bi cümle içinde gerektikçe kullanıp, özneye alet ettiği için zavallı zamir konumundan kurtulamıyorsunuz hiç...çekim eklerinizi çoğalan hüzünlerinizden alıyorsunuz durmadan...hatta bazen hiç ağızda söylenmeden, şöyle bi parmak işaretiyle çağırıyorlar adınızı...ya da ucu kesik tiz çalınan bi ıslıkla...köpeğe yaraşır bi sıfat da cümleye dahil burda...
dişlerimdeki dolgulara benzetiyorum hayallerimi bu yüzden...yer yer oyuk olmakla birlikte arasında biriken yemek kırıntılarına dört beş kürd.anı feda edip kanatıyorum diş etlerimi...onlar da benimle çürümeye mahkûm...içerde de aynı bulantı aynı sürenmecede tıkanan valonlu hava hakim...dışarda bulunamayan, eşgali çizilemeyen huzur içerdeki mecliste tartışma konusu oluyor sürekli...bazıları gömülmek istemiyor mesela...bazı ataist ve budist kardeşlerimiz kendi inançlarıyla ayrılmak istiyorlar aramızdan...halkın iradesine ve direnişine burda da ihtiyaç duyulduğu gözleniyor...ama sör charles’ı görebileceğimiz şekilde tabutun üstü açık ve samanlarla tutuşturup yakarak, yeni bir bulantıya yol açan bambaşka bir havayla ebediyete uğurladık...memnun görünüyordu giderken...dudağının kenarındaki tebessüm henüz ölmemişti...ama bulutların etrafı közleşmiş etin o kesif kokusuyla sarılmıştı...o saydamsız tabakayla burnumun direği bütün gün sızlamıştı...ona bakarken şöyle düşünmüştüm: yalnızlığını bize emanet edip öyle gitti şerefsiz!..ne yapacaksak onunla...atsan atılmaz, satsan satılmaz...oysa ben yalnızlığımın da aile mezarlığına gömülmesini isterdim...sessizlik de yeraltında çürümeli...bazıları günah çıkarmaya gider...bazıları küflü odalarında sevişmeye...bazıları da gayriihtiyarî susmaya...ama bazıları sadece ölmeye giderler mösyö...vasiyetimdir mezar taşına siyah harflerle not düşülsün...p.s: einzelhaft’da çürümeye gitti sinyorina! bir saate kalmaz döner allein aranıza...
o değil mi ki hindistan`daki zerdüştler ölülerini akbabaların yemesi için açıkta bırakıyor...ne acıdır ki akbabaların çoğu da insan ve sığır leşi yemekten ölüyor...bir hayvana bile bu kadar dokunuyorsa kokuşmuş et geride kalanlar n´apsın peki?..yeterince havaya hidroklorik asit, sülfür ve karbondioksit karışmadı mı sanıyorsunuz?..isveç`te ise ekolojik defin rağbet görüyor...sosyal hakları gibi vicdan yönüyle de bizden çok çok öndeler...ölü bedeni sıvı nitrojenlerle dondurup, mısır nişastasından hazırlanmış özel bir tabutla toprağa gömüyorlar...daha mantıklı tabi çevreyi temiz tutmanın, toprağı kirletmemenin derdindeler...ama madagaskar yerlileri ölülerin kemiklerini toprağın altından çıkarıp kasabanın etrafında bir tur gezdirdikten sonra tekrar gömüyorlar...dünya gözüyle son kez görün halimizi...siz kurtuldunuz muhterem! bakın biz neler çekiyoruz burda? bu rituelin adına"famadihana" diyorlar...bir de 19.yüzyılda mısır`daki demiryolu şirketleri toprak altından çok sayıda mumyayı çıkarıp lokomotifler için yakıt ihtiyacını gidermiş...yaşarken bi işe yaramadınız bari ölünüz bi işe yarasın der gibi...halbu ki embriyoların gelişmesi sürecinde organlarımızdaki bazı hücreler kendi kendini yok ediyormuş zaten...yoksa genetik arızalarla doğabilirmişiz...vücudumdaki darbe izlerine bakıyorum ve gülüyorum... hatta embriyolarımı iyi iş çıkarmadıkları için sorumlu tutuyorum...komple baştan aşağı bi hata ürünüyüm ben...her tarafım arızalı mösyö...bu saatten sonra ne dirimin ne de ceset torbası görüntümün size bi faydası dokunacak...ama ben inadına sancı dokumaya devam edeceğim size...elimden başka bir şey gelmiyor mösyö...bağışlayın! neticede bi boka yaramayan asosyal’in tekiyim ben!..gözyaşlarınızı boşuna israf etmeyin...başka ızdıraplı günlerinize saklayın lazım olabilir madam...
karşı evlerin balkonuna bakıyorum...gökyüzünü bizden daha iyi görüyorlar sanki...küçük bir ricamdır size...lütfen arada bir güneşe çıkarıp havalandırın beni...farkındayım konuştukça mide bulantınız artıyor ve duvarlara kusmamak için zor tutuyorsunuz kendinizi...ama bence çıkarın o siyanürlü asitleri içinizden...rahatlayın...olmadı sonra zehirlersiniz yine psikolojinize daha uygun bi dramla...biliyorum bu hüzünler havayı bozuyor...aramızdaki gerginliği büsbütün ikiye katlayıp artırıyor...hep bir önceki acıların tesiriyle sarsılıyor yerinden gökyüzü...güneşi kapatıyor...hani masallarda deli divane aşıkların hilesiz, hurdasız sevgileri olurdu ya; benim de haddinden fazla hile ve hurdaya dönen ağrılarım var mösyö...balkondaki tele asmaya kalksak ipin boyu atmosferden çıkıp uzaya yerleşecek nerdeyse...buna rağmen dikkat ediyorum...içerde acıklı bir sahne gösterimdeyken bir başka travmayı odaya almıyorum... misafir odasında yeni değiştirilmiş çarşaf ve yatak yüzlerinin güzel sabun kokuları arasında tekrar spermlerini salgılayıp kirletmeyi güden av müptelası hayvanlar gibi beyaz çarşafları kana bulamanın sabırsızlığıyla kıvranıp duruyorlar...
ah her şey eriyip gidiyor da, toza dumana karışıyor da yalnız bu cümleler can veremiyor bi türlü...oysa odada bi tek ben varım...yanımda konuşan biri de yok...yani ruhumun ortadan ikiye bölündüğü falan yok...ben ve müdavimi olduğum şu duvar arkadaşlarım...çoktan ölmemiz gerekirdi...beynimdeki ur gibi aksine çoğaldık olabildiğince...
p.s: burda kısa bir ara veriyorum... anlaşıldı bu yazı uzayacak ve kuyruğu uzayda bi yerde kopup kendini imha edecek...böyle programlanmış zararsız bir mikrop işte paşa hazretleri...sanki meramını yeterince anlatamamış olmanın derin izlerini taşıyor üstünde...öyle olmalı...yoksa çoktan çürümüş ve fosilli toprağa karışmış olması gerekirdi...
p.s: tastatur bozuk...tepeden tırnağa yanlış her şey...gereğinden fazla nokta türedi ve şapkalarını çıkarmak zorunda kaldı bazı imtiyazlı aristokrat sülalesinin aramızda hãlã varlığını sürdürmekte olan harfleri...
siz yine bana vazoda hiç solmayan plastik çiçekler getirin mösyö...suni tenefüsle hayata döndüremedikleri gülüşümün hiç olmasa yapay kokularla yanaklarıma yeniden yerleştirilmesini istiyorum...yanında kibritle çakılmış bir de bahtiyar mum olsun...babaannemin her perşembe yatmadan önce yaktığı mumlar, ettiği dualar aklıma geliyor şimdi...mübarek saydığı tek gündü ve bütün iyi niyetlerini o bir güne saklıyordu...benim de eriyen bu mumlardan farkım yok...ve kibritin tutuşurken boynunun kavis çizerek öne eğilme pozisyonuyla kırılmaya eş değer durumdayım...ama mum gibi erirken vaks’ımı da her yere bulaştırma konusunda ustayım...içimdeki zehirli asitlerden ötürü solunum yollarımda tıkanıklık var ve biraz da boğulma hissi...yine de şanslı sayıyorum kendimi yağlarımdaki enerjiyi hüzünlerime harcamak zorunda kalırken...vücudum da ona göre fazla nötr lipit salgılıyor normal insanlara nisbeten...belki de bu yüzden insanların ağız kokularını daha iyi alıyorum...bunaltı veren bir başka his: zulamızda yine bir ceset var...kaburga kemiklerine yediği darbelerle diyaframı yırtılmış...göğüs kafesi birkaç yerinden kırılmış...sağda ve solda birleşemeyen toplam yirmi dört kemiğinden ötürü artık uçamayacak bu yeryüzünde...
tıpkı helin’in kırılan göğüs kafesi gibiyim...içerde tutulan bağrı açık ve yanık sesi...yayları koparılan ve yumruklanan şu gitar...piyanonun öfkeyle birbirinden ayrılan tuşları...mozart’ı, beethoven’ı dinleyememek gibi... havaya uçurulup boynu bükük komponistsiz bırakılan notalar gibi...bundan böyle grubumuz yorum’unu çalgısız a capella seslendirecek sizlere...acılar tıklım tıklım gene ayakta konser verecek...parmaklarınız tetikte olsun...mendillerinize davranmanız gerekebilir sör...
güftesi ve şivesi bozuk buruk bir havayla edebiyata uğurluyorum sesimi...sizi öldürdüğümü zannetmeyin matmazel...böyle kolay ölüm, ’tabutta rövaşata’ her yerde bulunur...madem gebermeyecektiniz öyleyse dörtlüleri yakıp açsaydınız gözünüzün farlarını ve dinleseydiniz hüzünlerin ayaktaki kanserini...
"ah beni yaşamak öldürüyor!" ama gelin görün ki henüz ölmedik majör...ve molozların arasındaki acılara taze kan arayışı sürüyor boyuna...çağırın bütün kepçe ve buldozerleri gelsinler...söksünler göğsümden kefensiz gidenleri...ah ben de gömülmek istemezdim mösyö...tellere takılan kuşlara sözüm olmasaydı...örsteki demir gibi dövülmeseydi bu yüreğim...
merąlgül
p▪s: "ah! beni yaşamak öldürüyor."
~Simone De Beauvoir~