4
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1447
Okunma


Boş kutulara bakıyorum, boş kola kutularına. Yavru bir sivrisinek bacağımın üzerinde uçuyor. Öldürmek niyetim yok. Bu aralar kimseyi öldürmek istemiyorum. Büyümesini istiyorum. Kanatlarını çarptığı zaman erkeğini etkileyecek bir dişi olarak onu hayal ediyorum. Erkek sivrisinek çok uzaklardan onun şehvetli kanat çırpışlarını duyacak ve onun yanına gelecek. Diğerler erkek sineklerle mücadele edecek ve kazanırsa kısa ama zor kavgayı, dişisini havada tutup, onunla muazzam bir çiftleşme gerçekleştirecek. Dişi sivrisinek vücudunda bulunan özel bir bölmede erkeğinin spermlerini haftalarca taşıyacak. Bu sürede yüzlerce döllenmiş yumurta oluşurken, havalar sıcak olduğunda insanların canlarını sıkan yeni sivrisinekler bu katı, acımasız dünyaya merhaba diyecekler. ‘Azıcık bir kan’ diye mi inliyor? Biraz önce hafif kaşıntıyla elimi götürdüğüm yerdeki kıllara bakıyorum. Bozkırda, sararmış otları andıran kıllarımla buluşuyor ellerim. Şiddetli bir kafa ağrısı sonrası, bağırsaklarına zıpkın yemiş gibi inleyen adamın yüzünü şimdi hatırlıyorum.
Bir anda, eski ancak sağlam bir kanepe üzerindeydi. Babası namaz kılmak için yıllar önce yeni bir adet geliştirmiş, sandalyede namazını kılıyordu. Yıllardır alnı secde yüzü görülmemiş bir namazı oğlu da kabul etmiyordu ama babasına pek karışmak istemiyordu. Lise yıllarında ilgi duyduğu tek kızı anımsadı bir an. Kafasından hesap yaparken, otuz altı sene öncesinden bahsediyordu. Akşamları yemekten sonra dışarıya çıkıyorum bahanesiyle Elif’in evinin sokağına kadar yürür, ağzında kısık sesli bir Samsun’la Elif’i pencerede görmeyi hayal ederdi. Ramazan ayı gelip çattığında, ‘teravihe gidiyorum arkadaşlarla’ bahanesiyle kendini tekrar Elif’in evinin olduğu sokakta buluyor, Elif’in yüzünü bir kez de olsa görmek için can atıyordu. Ramazan ayı onun içinde bereketli olmuş, Elif’i annesi, babası ve iki kardeşiyle teravihe namaza giderken görünce, sevinçten sigarasını pantolonun paçasında söndürmüştü. Elif’i haftalar sonra nihayet görebilmiş ve ağzı kulaklarına varınca da, Tekinlerin yeni dış boya yapılmış evlerine beyaz gömleğiyle iyice yaslanmıştı. Eve dönünce annesi sırtındaki boya izini görünce çok sinirlemişti. ‘Cami’de boya mı yapıyorlardı’ diye onu sorguya alacakken, küçükken yatağına işediği zamanlar gibi bir bahane bulma yoluna gitmiş ve ‘ayağım kaydı, düştüm bizim Orhan’ların karşısındaki evin bahçesine, bahçeye de boya dökülmüş’ deyince, annesi pek inanmasa da, ‘tamam, ben onu gazyağına yatırırım boyayı hallederim’ demişti. Annesinin yeşil gözlerine hayran hayran bakarken, Elif’i düşünüyordu. Yazmasının altında simsiyah saçları olan, güzeller güzeli Elif onun gençlik hayallerini süslerken, annesi birkaç gün sonra Avcılar’dan Ayten Hanım’ın kendisine birkaç şey fısıldaması sonucu şüphelerinin gerçek olduğuna kanaat getirmişti. Önceleyin siyasi meselelere karışacağından korktuğu büyük oğlunun âşık olduğunu duyunca rahatlamış ama yine de bu meselenin kapanmasını istiyordu. Genç bir adamın işi gücü olmadan, askerliğe gitmesine bile daha çok varken aşkı gençlik heyecanı olarak gördüğünü düşünüyordu. Annesinden korktuğu için de kalbinde olan sevgiyi dökmeye çalıştığı ilk mektup, aslında bu aşk macerasının da sonu olacaktı. Mektubu annesi Elif’in annesi eliyle geri alırken, oğluna o yaşına kadar adamakıllı hiç dövmemiş kadın sağlam iki tokadı evladının yüzüne vururken, yine de okkalı tokat muhabbetinden dolayı üzgündü. Oğlunun aşkı gibi akşettirmesi yeterli olabilirdi.
Annesi yüzünden Elif’ten ayrılmış adamın kaderine eş olarak yazılmış kadınla beraber içtikleri yoğurt çorbası hala sıcak. Yeşil gözlü kadının yüzündeki deri, liselerdeki tahta sıralar kadar çizik ve kederli. Hayat aslında olduğu yerde, başlayan ve biten bir şeyin olmadığını anlatan bakışlarına rağmen yine de hastalıklardan kurtulamazken, dünyaya karşı bir sevgi var. Yaşama inancı da denebilir buna. Yaşama inandığım noktada öldürmekten vazgeçtiğim kediyle yüzleşiyorum. Beni gördüğü an garip sesler çıkarıyor. İçimde ona karşı derin bir merhamet var. Şimşek çaktığı zaman, bazen onu düşünüyorum. Korkuyor mu? Korkuyorsa bile kimsenin ruhuna erişememenin verdiği çaresizlik hissinden de insan kurtulamıyor. Özgür kalamıyorsun. Semiramis ve Nejat’ın hikayeleri gibi. Uzun bir zaman onları düşündüm. Masamın dağınıklığı önemsiz, ağır kitaplar üst üste oturuyorlardı. Üst üste hali aslında Semiramis ile Nejat’ın birliktelikleri açısında da aynıydı. Bir türlü tam olarak erişilememiş, mutlak birleşme bu. Semiramis dalgın, ayrıca normal spekülatif özellikleri olan biriydi. Nejat’ı tüm aylaklığıyla ve hatta salaklığıyla kabullenmişti ama komple psikolojisi bozulmadan önce hayatında beraber olduğu insanların izinden kurtulamıyordu. Gecenin geç saatlerinden birinde, eline aldığı fotoğrafta Semiramis Fehmi’nin yüzüne bakarken, gözleri dolmaya başlamıştı. Nejat’ın aşka inanmaz tavrı ve bu tavır sonucu yalnızlık seçimine ilgi duymaya ve kimi zaman saygı beslemeye çalışan Semiramis, yıllar sonra Nejat’ın haklı olabileceğinden bahsediyordu. Masamda Semiramis’e ait bir şeyler olmalı. Nejat’ın yazdığı mektuplar duruyor ancak Semiramis önemli bizim için.
Çekyat açılmamış haliyle dururken, adam karın ağrısına dayanamayıp, ikindi namazını kılar kılmaz çekyata uzanıyor. Üşüyor. Yün korse karın ağrısını arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Komşu çocukları ota, böceğe çok meraklı olduğundan elinde küçük bir cam şişeyle geliyor. ’Keten tohumu yağı var burada, ister yemeğinizde, salatanızda kullanın, isterseniz direkt kaşıkla içiniz’ diyor ve geri gidiyor. Biraz sonra Zarife Hanım’ın Ay Çöreğinden midesi nasiplenecek.
Yatağın içerisinde Nejat gülüyor. Sarhoşlar. Semiramis olabildiğinde rahat olması gerekirken, iki saat önceki rahatlığından eser yok. Bacakları üşüyor ancak sırtı sımsıcak. Kadın organına yapışmış külotunu çıkarıp atmak istiyor ama bir sınır var; bacakları üşüyor. Kollarını mermer beyazlığında yatırdığı yastığa bürünen saçlarından rahatsız olan doğaya karşı ayrı bir sitem bırakırken, Nejat’ın ortalaması olmayan gelip gitmeleri onu bunaltıyor. Bir türlü hissedemiyor. Küçük bir organın ayrıntı içerisinde kıvrıldığı ve kınından çıkarsa yalnızlığa sebep olacağı andan bahsediyordum. Nejat gülerek sigarasını duvara söndürüyor. Bu duvarları kimin boyatacağının ne önemi var. İri bir öpücüğü Semiramis’in boynuna boşaltırken, Semiramis’in yumuşak ve tatlı boynundan aşağı bir ürperti boşalıyor. ‘Bir sigara da ben alabilir miyim’ diyor. Kibritin içinde çöp kalmadı. Evde çakmakta yok. İşte Nejat’ın her zamanki aptallıkları. Boş şarap şişesinde şalgam suyu gibi koyu duran azıcık şarabı başına dikip, mutfağa gidiyor. Nejat mutfağa girdiği an sadece çakmak aramayacak ve Semiramis yatakta uzanırken eli boş durmayacak; eliyle göğüslerini avuçluyor. Bunalıyor. ‘Of’ çekiyor. Bu ‘of’ manalı ancak Nejat iyiden iyiye sarhoş. Mutfak dolabının çekmeceli kısmında, en altta ikinci rafta yeni bulaşık süngeri, bulaşık eldiveni, çiviler, çekiç, tornavidalar var. İki mum köşeye sıkışmış bir halde dururken, Nejat yüksek sesle ‘oley be’ diyor. Semiramis Nejat’ın sesini duyunca elini göğsünden çekip, külotuna doğru indiriyor. Islaklık onu rahatsız ederken, ‘ne oldu’ diye geç ancak mantıklı bir tepki veriyor.
Paket bitmiş olsa da, sardıkları tütün ağır ancak zevkle yanıyor. Semiramis Nejat’ın saçlarını ve göğsündeki kılları okşuyor. ‘Biliyor musun’ diyor, ‘biliyor musun, hata yaptığım zaman asla bir daha temiz olamayacağım his var içimde.’ Nejat umursamaz bir kedi. Saçlarının okşanmasından o kadar memnun ki, cüzdanın içerisinde bozulmadan durmayı başarmış yüz lirayı alıp götürseler, umurunda olmaz. Nejat dudaklarını emiyor. Kendi dudaklarını emmeye başlayalı pek olmadı sanırım ama bu hareketinden memnun. Semiramis kısa ancak kederli bir buseyi oynayan, hareket eden, cıvıl cıvıl sarı saçlı reklam yıldızı olmaya aday küçük kız çocuklarına ikram ediyor. Dünyanın en bedbaht nesline aşina istismar kurbanları sıralanıyor. Belli bir yaştan sonra aklına mukayyet olamamanın suçunu başka yere atmak da olası. Yağmur diniyor.
Yağmur yağdığı zaman kemiklerim sızlıyor. Doktor ‘romatizman’ var dedi. Romantik bir çağrışım gibi gelmişti ilk başta ancak özel fizik tedavi merkezlerinde haftalarca netice almadan geri dönen hastaları görünce, korkmamış değildim. İri, lezzetli bir hamamböceği önümden geçiyor. Masanın altına saklanası var ancak beni seyretmek istiyor. Bunaltıcı ve bir o kadar da insanın içini karartan yapıma aşina ama yine de üsteliyor. ‘Buyur.’ Dolgun kalçalarını oynatmadan, kuyruğu dik bir kedi kadar asil ve yavaş hareketle kalemliğin köşesinde duruyor. Elimi inceliyor. Parmaklarım arasında dolanan ve bir sanat eseri olduğundan şüphe duymadığım damarlarıma bakıyoruz. İki asalak ve yalnız olarak bizim bizden başka dostumuz yok. Ancak kedim bunu öğrenirse bana kızabilir ve hınçla hamamböceğini yere serebilir. Öldürmekten zevk almayı ne zaman öğrendi diye hep merak etmişimdir. Ondaki soylu, kaplansı öldürme becerisinin bana geçtiğini düşündüğüm ilk an, kimi öldüreceğimi düşünüyordum. ‘Seni’ dedim, ‘seni kedim.’ Ben böyle söylerken bıyıkları titremişti. Gözlerinde korkudan ziyade şaşkınlık vardı. ‘Niye’ diye bile soramayacak kadar zayıftı ses telleri. Hissedemiyordu. Onu biraz kendisiyle baş başa bıraktım. Buzdolabının önünde kapağı açıp, soğuk sütü içerken yanıma geldiğini fark ettim. Çorabıma sürtünüyordu. Süt kabına biraz süt doldurdum. Bekledim ki sütten biraz içsin. Nafile. İçmemişti. Normalde midesinde gaz yaptığını, kendisine rahatsızlık verdiğini bilse de, süt içmekten hiç geri durmayan hayvan, o sütü içmiyordu. Süt kabındaki sütü bile canım çekmiş, bir daha buzdolabının kapağını açıp, sütü oradan alıp, içmek zor geldiğinden gözlerine bakarak ve ‘şerefine hanfendi’ diyerek ben sütü kafama dikerken, o kalorifer peteğine zıplamış, oradan da pencere eşiğine çıkmıştı. Dışarıya bakıyordu. Söylediklerimi anlamış olamazdı. Eğer böyle bir şey olmuşsa, onu öldürmeyi düşündüğümü anlamışsa, depresif bir ruh haline girmektense, bana saldırabilir, kesmeyi sevmediğim tırnaklarını yüzüme zevkle batırabilirdi. İlk başlarda yapabilirim düşüncesini hafiften bir gevşeme göstermiş ve bir canlıyı öldürmek gerçekten kolay mıdır sorunuyla başımı sızlatmaya başlamıştım. An geçmiyordu ki, farklı senaryolar kafamda kurmayayım. Masada oturup, yazı yazarken her şeyi unutabilir, başımdan şimdiye kadar geçmiş tüm sıkıntıları bir çırpıda silip atabilirdim. Yazdıklarım böylece zevk aldığım birer ögeye dönüşebilirlerdi. İki genç çift yatağa girer, birkaç yaş büyük olan erkek eşini yumuşak bir öpücükle uykuya gönderirken, genç kız kendini mesut sanabilirdi. Bilgisayarı açıp, internette gezinmeye başladım. Yabancı kaynakları da araştırıyordum. ‘Bir kedi nasıl öldürülür’ sorusu, şeytana adanan kediler ve insanlar bölümüne doğru sürüklerken, sıcak suya atılıp, karıştıktan sonra boğaz ağrısı ve üst solunum yolu enfeksiyonları için içilen ilacın muadili olan bir ilacı sahipsiz kedileri öldürmek adına bir yöntem olarak belirten birine rastladım. 1600’lü yıllarda şehirlerinde bulunan kedilerin demografik yapısına dair bilgiyle başlayıp, günümüze kadar gelinceye kadar yeni eşyaların şaşkınlığı bir yanda dursun, insanlar gibi kedilerin özünde değişmediğinden bahsediyordu. Fakat can alıcı nokta, sahipsiz kedilerin bir nebze kendi gönül rahatlıklarına erişebilmek adına öldürülmesi fikri, ciddi bir yazının aslında en can alıcı noktasıydı. Bu fikir hoşuma gitmemişti. İlaçta zehirlenip, doz aşımından ölmeyi kabul edemezdim. Kedim yavaşça gözlerinde zehrin etkilerini anlayabileceğim bir hüzünle bakacak ve bir kenara çökmeden önce bir süre hiç duymadığım sesler çıkarmaya başlayacaktı. Bunu kabul edemezdim. Her nasılsa öldükten sonra emelime ulaşmış olsam da, soylu bir ölümü seçmek istiyordum. Bir ara yolumu kesen hırçın köpeklerin olduğu bir köye kedimi götürüp, orada köpeklerin onu ısırıp, öldürmeleri fikri de aklıma yatmıştı. Asilce ölüm olacaktı. Dövüşecekti. Gladyatörler gibi asilce ölecekti ve asla zevk alan, göğüslerini kalçalarını açıp, ‘size kendimizi sunuyoruz’ diye bağıran kadınlar olmayacaktı.
Semiramis ‘canım kahve istiyor, sen de ister misin’ diye Nejat’a sordu. Nejat ‘sen yaparsan içerim’ dedi. Zaten kahveleri yapacak olan Semiramis’ti. Cezveyi dolaptan çıkarırken, çıkan seslerden rahatsız olan Nejat, bir sigara daha yakmış, belini duvara yaslayarak, saatin sesine sarhoş başını yaslamıştı. Kahvelerin kokusu mutfaktan yatağın olduğu odaya kadar gelirken, Nejat sigarasını bitirmiş, dudaklarını kemirmeye başlamıştı. Bu huyun bir türlü vazgeçemediği için dudaklarında yaz kış soyulmalar gözle görülebilecek kadar belirgin oluyordu. Semiramis’in elinde tepsi, ağzında parça bir çikolatayla yatağın yanında belirdiğinde, bir eliyle Nejat’ın ayağına dokunup ‘hey, gece lambasını niye kapattın, açsana’ dedi. Işık tek bir anahtar hareketiyle tekrar odayı aydınlatınca, Semiramis elindeki tepsiyi yastığının üstüne koyup, dudağında emdiği çikolatadan aldığı hazla gözlerini kısıyordu. ‘Hey, gece lambasını niye kapattın, açsana’ derken ağzındaki çikolatadan dolayı sesi boğuk çıkmıştı. Nejat’ın dudaklarına yaklaşıp, iki parmağıyla dudaklarını hafifçe araladıktan sonra ağzındaki ılımış ve sıvı çikolatayı Nejat’ın ağzına boşaltırken, bir eliyle tepsiyi tutmayı iyi akıl etmişti, çünkü Nejat boğulacak gibi olmuş ve eliyle ani hareketi tepsiye doğru gelmişti. Neyse ki kahveler hala sıcak ve fincanlarında duruyordu. Bir süre ağzında ılık, sıvı çikolatayı dolaştırdıktan sonra, yutup, Semiramis’in dudaklarına doğru yaklaşıp, uzun bir french kiss’i kahveye rağmen üretebilmişlerdi. Semiramis bu kelimeyi çok seviyordu:’ Üretmek.’ Bir tür kadınsı dogmada olabilirdi ancak her ne olursa olsun üretmeyi sevmenin elbette her türlü açıklanabilir cevabı olabilirdi. Sanayi devrimiyle birlikte ülkelerde açılan fabrikalar üretmenin insanı özgürleştirdiği sloganını ortak bir bilinç olarak işçi sınıfına yerleştirmeye çabalarken (bir tür sevicilik) üretim kendini aşarak devam etti. Fakat sorun, bu kadar çok şey üretilmişken, elbette tüketim de o miktar da olacak, hatta çoğu zaman tüketim daha fazla olduğundan arz-talep dengesi bozulacak, tüketimi karşılayabilmek adına gereksiz üretimler dünya çapında çoğalacaktı. Silahlar, bıçaklar ve iğneler. Kedimi av silahıyla öldürmeyi düşündüm. Gerçek silahta olabilirdi. Bıçağı tasvip etmiyordum. Ayrıca iğne, bana ortaçağ hapis sistemindeki iğneli fıçıları hatırlatıyordu. Semiramis bir gün Nejat’la sohbet ederken, ‘kendimi içinde binlerce iğne bulunan bir fıçıda yaşıyormuş gibi hissediyorum’ demişti. Nejat ‘nasıl’ demişti. Pencereden içeri giren rüzgar perdeyi hafiften sallandırmış, kirli güneşlik eski haline geri dönerken, ‘her günü bir iğne gibi düşün işte, her günüm bir iğne ve benim dünyam, fıçım o iğnelerin canımı acıtmasıyla geçiyor. Yarına dair tek inancım, yeni bir iğneye daha sahip olmaktan başka bir şey değil’ demişti. Nejat’ın aklına kan içen Yahudiler gelmişti. Genç, teni genç bir kız kadar pürüzsüz olan adamları sırf kutsanmak ve korunmak için iğneli fıçıya koyup, iğneler adamın vücuduna girerken, çıkardığı sesin de onların günahlarının af olması adına çıkardığı çile çığlıkları olarak kabul ediyorlardı. Bir zaman sonra çektiği acıdan ve vücudundaki iğnelerden dolayı bağıramaz hale gelen ve koyu kırmızı kanı ağır ağır fıçıda birikirken, çığlık şöleninin bittiğine kanaat getiren ve kutsal saki olarak adlandırdıkları adam fıçıya yaklaşıp, musluğu çevirerek, ayinde bulunan insan sayısı kadar bardaklara ölümü yakın adamın kanını içirmek için dolduruyordu. Semiramis bu öyküye inanmak istemiyordu. Kahveler bitince, Nejat tepsiyi aşağıya uzanarak halının üzerine bıraktı. Birden üşütme gelmiş, Semiramis’e sarılmak istemişti. Semiramis baygın gözleriyle loş ışıkta tavana bakıyor ve kendisine sarılırken, uygun-rahat pozisyonu arayan Nejat’a ‘hadi, hadi’ diye fısıldıyordu. Nejat uygun pozisyonunu bulunca, dudaklarını büzüştürüp, Semiramis’in sol elinin avucuyla kapatıp, gözlerini kapayınca, Semiramis ‘hadi uyu, hadi uyu bebeğim’ diyordu.
Boş masanın üzerinde parmaklarımı inceliyordum. Ben kendisinden uzaklaşırken, bana bakışlarını anımsayınca, kedimi öldürmekten bir süreliğine vazgeçtim ancak yine de bu fikir bir yönden hoşuma gitmişti. Bir gün ayrılacağımızı biliyordum ve o gün gelmeden bilerek, isteyerek kendi kararlaştırdığım bir anda bu ayrılık gerçekleşecekti. Bu fikrimi paylaşabileceğim normal bir insan olmadığının farkındaydım. Bana ‘delirdi bu sanırım’ diyecekler ve bakışları beni her görüşlerinde rahatsız edici olacaktı. İçine kapanan ve uzun süreler pencere kenarında sokağı seyreden kedim normale dönene kadar beş gün geçmişti ama o beş gün içerisinde evin içerisinde iki yabancıdan farksızdık. Geceleri uyumadan önce, kasıklarıma doğru uzanır, başını göbeğime doğru çevirir, gözlerini kapardı. Televizyon izlerken bazı geceler ikimizde uyurduk. Gece bacaklarıma giren kramplardan dolayı kedimi de uyandırmak zorunda kalırdım. Kucağımda yatağına kadar götürürdüm. Yatağı yumuşacık, büyük bir yastıktı. Beş gündür ayrı uyuyorduk. Altıncı günün sabahında kahvaltı yaparken, günlerdir çıkarmadığı sesi çıkarmış ve ‘acıktım’ demeye tekrardan başlamıştı. Beş gün boyunca yaş mamasını hazırlayıp, yastığının yanına koyuyordum. Sabah uyandığımda mamanın yarısının ancak yenildiğini görünce canım sıkılıyordu. Neyse ki eski günlere geri dönmeyi başarmıştık ama onu öldürme fikrimi artık bildiğinden dolayı, eskisi kadar sıcak ilişki de kuramayacağımızın farkındaydım.
Elif’i bir an için aklına tekrar getiren annesinin yeşil gözlerini ağır ağır kapanıp, açılırken, babasının namazına karıştığı için ‘Allah belanı versin, Allah seni kahretsin’ bedduasına maruz kalmıştı. Her ne kadar haksız yere bir babanın bedduası tutmayacak da olsa, yine de korkuyor, babasına kötü davranmadığını Allah’a itiraf ediyordu:’ Rabbim, sen esirgeyen ve affedicisin. Beni affet. Bilerek veya bilmeyerek işlediğim tüm kusur ve günahlarımdan dolayı beni affet ve benim tövbemi kabul eyle. Şüphesiz yalnız affedici olan da sensin. Anneme babama karşı şimdiye kadar hep hayırlı evlat olma ümidiyle yaşadım ancak beni ikisi de bu yaşıma kadar hiç anlamadı. Annem, diğer çocuklarını daha fazla sevdi. Benim karakterim biraz farklı olduğundan, doğruları hemen söylediğimden dolayı mıdır bilmiyorum, bana karşı sevgilerini pek belli etmediler. Ancak sen şahitsin ki, maddi manevi her türlü yardımı yaptım. Şu anda muhtaç durumda da değiller ve emekli maaşları var. Yine de benim maaşımda, paramda gözleri var. Kardeşlerime yardım etmemi bekliyorlar. Biliyorsun ki Rabbim, kazandığım bu parayı da eşime, evlatlarıma harcıyorum. Kardeşlerim de maaşları, kira da olsa kaldıkları evleri var. İmkanım olsa zaten onlara da ev almak isterdim ama nihayetinde benim de etim bu, budum bu. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırmış haldeyim. Öyle ki bana kötümser gözle bakan kardeşlerimi bile görmek istemiyorum. Bana sabrından sabır, affediciliğinden affedicilik nasip eyle. Merhametinden bizleri kovma. Akraba ilişkilerimde bana selamet nasip eyle. Üç kuruş için, dünya malı için birbirlerine düşen kardeşlerden eyleme bizi! Amin.’
Semiramis’in beyaz atletini eline almış, ıslak yüzünü atletle siliyordu. Gece terlediği için Semiramis atletini çıkarmış, yastığının ucuna koymuştu. Deterjan kokusu olmasına rağmen, Semiramis’in ten kokusunu bir nebze de olsa Nejat alabiliyordu. Yanında serkeş bir halde uyuyan kadına olan özlemiydi bu. Aslında hiç dindiremeyeceği bir özlem. Bir gün biteceğini bilse, aralarındaki sevgi sürse dahi yine de Semiramis’i öldürmek ister miydi? Belki sevişirken bunu becerebilirdi. Onun içindeyken, elleriyle boğazına yaklaşır ve sonra sımsıkı boğazını tutup, nefes borusunu tıkayabilirdi. Bunu başarırsa istediği özgürlüğe kavuşabilir miydi? Semiramis uyumaya devam ederken, Nejat’ın parmaklarını tenine değmeden Semiramis’i okşuyordu. Bu sevişin görüntüsü Nejat’ın ıslak aşk tohumlarına kuvvet veriyordu. Sabah kahvaltıda ceviz kırıp, yemek istiyordu.
Boş kola kutularından bazıları derin bir nefes alıp veriyor, çıkardığı sesle gecenin sessiz akışına ihanet ediyorlardı. Sivrisineğin kan akıtışına izin vermeyi bir halt sanıp, kendimi muzaffer bir komutan edasıyla selamlıyordum. ‘İşte busun adamın, işte bu sensin, bu halt sensin.’ Yüzde yirmisi naylon, pamuksu yapısı içerisinde demirden bir kalbi okşayan, tıpkı muadili aynı masalar etrafında sandalye çürütüp, göt büyüten ve boş kola kutularıyla cadı bayramı kutlayanlardan birisin. Sıcak, kırmızı bir elbise içerisinde baldırları tavuk göğsünü andıran ve çam balı tadında, gizleri uzak kent ormanları kadar hayal ettirebilen kitaplar arasında yalnız bir adamsın.