Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
ONDAN SONRA
ONDAN SONRA

DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-2

Yorum

DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-2

2

Yorum

0

Beğeni

0,0

Puan

719

Okunma

DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-2


Nerede kalmıştık? Durun bakayım! Ha, evet, Özgür ile balayına gitmiştik, değil mi?…

Üzerimde hala aile baskısını hissediyordum. Hayatımda ilk kez aileden olmayan bir erkekle baş başa bir tatile çıkmak bende garip bir duygu yaratıyordu. Abilerim ne düşünüyordur? Babam ne düşünüyordur? Onların genç kızlığımda üzerimden hiç kalkmayan baskılarını hala hissediyordum. Kendi kendime, “Artık evli bir kadınsın sen, unut onları!” diye uyarılar yaparak rahatlamaya çalışıyordum.

Yedi yıldızlı otelin sunduğu eğlence dünyasına bodoslama daldık. Bir hafta boyunca eğlencenin olabildiğince tadını çıkarttık. Niye yalan söyleyeyim, hayatımda hiç yapmadığım bir sürü şeyi o bir hafta içinde yaşadım. Aklıma gelenleri hemen sıralayıvereyim şöyle: Dağ paraşütü, paraşütle atlama, Bungee Jumping atlama, çeşitli animasyon programlarında spor ve yarışlar, dans, müzik… Ha, bir de kumarhanede kollu makinaya üttürdüğüm yüz lira var. Yok, hayır, alış verişte birçok fuzuli şey alıp harcadığım birkaç tane yüz liraya acımadım da bu kumar makinasına ütüldüğüm yüz lira sinirimi çok bozdu; aman uzak durun o makinalardan…

Bir hafta dediğin ne ki, göz açıp kapayıncaya kadar bitiverdi. Dönüş hazırlıkları da başladı tabii ki.

Giderayak aklıma geldi. Otelin her şey dahil uygulaması nedeniyle açık büfede sunulan yiyecekler arasında yok yoktu. Kırmızı et, beyaz et, balık ve diğer deniz ürünleri ve de sebze yemekleri ve meyveler. Kıtlıktan çıkmış gibi saldırıyorduk yiyeceklere. Hani derler ya, “Allah önce gözünü doyursun,” diye, aynen öyle; acaba şunu mu yesem bunu mu derken servis tabağı tepeleme doluyordu. Ve tabii ki karnımız doyduğunda aldıklarımızın yarısı servis tabağında kalıyordu. Bu görüntü inanın ki Türkçe konuşan herkeste aynıydı. Dili yabancı olanlarda ise göremezdiniz böyle bir şey, adamlar tabaklarına yiyecekleri kadar bir şeyler alıp, tabaklarında hiç artık bırakmıyorlardı. Onlardan utandığımdan olsa gerek, birkaç gün sonra ben de onlar gibi yapmaya başladım. Başladım ama, “acaba şundan da alsa mıydın,” diyen nefsim yüzünden gözümü de büfede bıraktığım diğer yemeklerden hala alamıyordum. Bu konuda bir şey daha söyleyeyim. Her gün büfede sunulan et çeşitlerinin hepsi tüketilemediğinden arta kalan çok fazla miktardaki et çaktırmadan ertesi günkü büfede servis ediliyor. Evet, bunu stajyer öğrencilerden biriyle sohbet ederken öğrendim. Artan etleri bir güzel yıkayıp soslarından arındırıyorlarmış ve ertesi günü başka bir sosla başka bir yemek olarak sunuyorlarmış. Aman oluversin o kadarcık kurnazlık, evimizde de yapmıyor muyuz aynı şeyi, demeyin sakın! O etlerle genelde yapılan Adana kebap, Urfa kebap gibi şeylerden mutlaka uzak durmalısınız, bol baharatla harmanlayıp öyle berbat etleri yutturuyorlarmış ki, ben şahsen önceden yemiş olduğum bir porsiyon acılı Adana kebabı çıkartabilmek için lavaboya koşturdum. Aynı şekilde soğuk mezelerden de uzak durun ki, zehirlenmeyin derim, zira yapılan portör muayenelerinde gaita oranı hep yüksek çıkıyormuş. Ha, unutmadan ekleyeyim; çiğ köfteye de pek saldırmasanız iyi olur, zira miktar çok olduğu için elle değil, ayaklara poşet geçirilerek yoğuruluyormuş. En iyisi ‘şov’ olarak tabir edilen, o anda hazırlanan yemekleri tercih etmek. Sıraya girin ve beklemeye katlanın, hiç olmazsa hijyenik bir şeyler yemiş olursunuz. Neyse, bu kadar dedikodu yeter.

Yaşadığımız günlük mutlulukların tadı damağımızda kalarak döndük İstanbul’a.

Kolay değil, evlenmeden önceki üç yılımda çalışıp didinip para kazanmaya çok fazla kaptırdığımdan, aynı tempoyu tutturabilmek için aklımdan çocuk doğurmak pek geçmiyordu. Bir dizide oynamaya başlamıştım ve onun yanı sıra tiyatroda da sahne alıyordum. Yani çok yoğun bir çalışma temposu içindeydim. Her şey tıkırındaydı! Ne gerek vardı?

Ne var ki biyolojik saat geriye doğru işlemeye başlamıştı, geç olmadan bir tane doğurmam gerekiyordu. Evet, karar verdim, doğuracaktım. Bu kararı kendi başıma karar verdim! Zira eşim çocuk için erken, biraz geçsin deyip duruyordu. Sonunda benim kararlılığımı görünce o da razı oldu ve hamile kaldım. Hamile olduğumu öğrendiğim gün 30 Mart seçimlerin olduğu gündü. Çok sevdiğim canım arkadaşım Özge Sezince’nin evindeydim. Canım arkadaşım Özge ile ben ve kardeşi tatlıların tatlısı Merve de vardı. Ben oturduğum yerde uyuyakalmışım. Ki, böyle bir şey hiç adetim değildir. Uyandığımda Merve, “Duygu abla sen böyle uyumazdın hiç, hamile misin yoksa?” dedi. Hemen test yaptım. Evet, gerçekten de hamileydim! Eve koştum…

Ev ortamında çok mutlu bir ben ve hamile olduğuma hiç sevinmeyen, yüzü düşen bi baba vardı.

Başladı hamilelik süreci.

İlk 3 ay inanılmaz asabi, mutsuz ve her şeyden nefret edip zırıl zırıl ağlayan ben değilmişim gibi, 4. aydan son zamana kadar adeta bir melek olup çıktım. Hiç bir şeye sinirlenmeyip gayet de keyfime düşmüştüm. Sonuçta hamilelik her zaman başa gelen bir şey değildi.

Ne diyordum? Hah… 4. aydan itibaren çok huzurlu bir hamilelik dönemi geçirdim. Sağ olsun eşim sayesinde bir elim yağda bir elim balda geçti günlerim. Yiyebildiğim kadar çok yemek ve abur cubur yedim. Hamileliğimin 4. ayında dizi de bitti tiyatro da. Geri kalan zamanımın tadını çıkardım. Akşamlara kadar yattım bahçe duvarımıza yağlı boyayla resim yaptım. Resim yapmak hayatta en mutlu olduğum anlardan biri, çok seviyorum. Hayat böyle muhteşemdi ama tabi ki bir yandan da çocuğumu kucağıma alacağım zamanı iple çekiyordum. Ha bugün ha yarın derken zaman geçmek bilmiyordu ve oğluşum gelmek bilmiyordu.

Özgürün işten geldiği bir gün artık çok sıkıldığımı, oğluyla konuşmasını ve bir an önce gelmesini söylemesini istedim, çünkü inanın bana babasının sözünü dinliyordu. Özgür karnıma doğru eğilip, “hadi oğlum, seni bekliyoruz; yarın 2 Aralık doğmak için ne kadar güzel bir gün değil mi?” dedi. Yarın doğacak dedik, güldük.

Anneciğim sağ olsun, doğumuma kısa bi süre kala babamla beraber yanımıza gelmişlerdi. Ertesi sabah annemin her sabah hazırladığı kahvaltı masasına oturup bir güzel yedim, içtim. Koltuğa oturdum, karnımda bi kasılma….

Ne oluyordu?

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Duygu’nun öyküsü-2 Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Duygu’nun öyküsü-2 yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-2 yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Murat AYDIN.
Murat AYDIN., @murat-aydin
9.5.2016 11:52:30
Çok Güzel ve özel, devamı gelsin.....
Kemnur
Kemnur, @kemnur
9.5.2016 06:46:42
Duygunun öyküsü .benim de çok şeyi ilk kez öğrendiğim anılarla devam ediyor. Keyifle okuyorum.. kolay gelsin...
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL