5
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
656
Okunma

DEVRİM OTOMOBİLLERİ
Devrim..
Benim için çok düşsel ve aynı zamanda bir toplumun yazgısını belirleyen ve ardında yadsınamayacak izler bırakan çok özel bir isim.
Türk halkı bu ismi cumhuriyetin kuruluşunun ardından Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yaptığı devrimler (inkılaplar) sonrasında tanımıştır daha çok. Sevmiş özümsemiş ve bağrına basmıştır dahası.
O’nun vefatından sonra aradan geçen yirmi iki yılın ardından 1960 yılında ordunun idareyi ele almasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin 4’üncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel başa geçmişti.
“Toplu iğneyi bile dışarıdan ithal eden Türkiye nasıl olur da otomobil yapabilir.” sözlerine karşılık Cemal Gürsel, ismini DEVRİM koymayı düşündüğü ilk yerli otomobil imaline geçilmesi emrini vermişti. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşulların zorluğundan söz eden çoğunluğa karşın, bu işe inanan Türk mühendisleri ve ekibinin zamanla yarışarak ve gece gündüz döktükleri kutsal alın teri sonrasında iki yerli otomobil Türk halkının övüncü olmuştu.
‘Devrim Arabaları’ filmini izlediniz mi bilmem. Tiyatro kökenli önemli oyuncuların rol aldığı filmde gördüğüm o kutsal aile yapısı. El ele yürek yüreğe verilen çabalar. Paylaşılan heyecan ve duygular. Türk kadınının zarif giyim-kuşamından tutun da saygın duruşuna kadar filmdeki her kare duyugu yüklü anlar yaşattı bana.
Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz denir. Bu başarı da kalmadı. Çeşitli sudan bahanelerle üretim durduruldu.
Filmdeki diyaloglardan anlıyoruz ki otomobil yapımından önce ATATÜRK’ün emriyle kurulan Tayyare Fabrikasında 185 tane eğitim uçağı imal edilmiş. 1955 tarihinde Hollandalılar 30 adet uçak siparişi vermişler ancak zamanın ulaştırma bakanı bunu kabul etmemiş.
1948 senesinde Marşall Planıyla başlayan ve zihinlerde yer eden ‘süt tozu’ nun ülkeye girmesiyle dış ülkeye olan bağımlılık da giderek prangaya dönüşmüş ve ‘taş eksen buğday biter’ bereketinde olan bu ülke sonunda samanı bile ithal eder duruma düşmüştür.
Sanki yıllardır süregelen amansız ve acımasız bir savaşın içindeymişcesine yoksul çaresiz ve silahların susmadığı bir kabuslar ülkesine haline gelmiştir.
Tüm bunların sorumluları ise her zaman olduğu gibi: Dış mihraklar dış odaklar ve dış güçler olmuştur!
Oysa her zaman olduğu gibi düşman kendi içimizdedir!
Tahminen on üç yıl kadar önceydi. Sayın Fatih Altaylı’nın TEKE-TEK adlı sitesinde yayınlanan yazımı olduğu gibi aktarıyorum.
Ve soruyorum bunca yıldır yanıt alamadığım sorularımı yineleyerek:
Nasıl oluyor da milyonlarca insan yıllardır süregelen bu bozuk ve çarpık düzenin uluslararası düzenbazlarıyla bir türlü başa çıkamıyor ve ülkenin bu gayri ciddi vurdumduymaz acımasız ve de sorumsuz- sorumluların! elinde oyuncak olmasına göz yumuluyor hala?
Nasıl oluyor da, bir toplum böylesine değişebiliyor ve ne denli kokuştuğunun farkına bile varamıyor?
Nasıl oluyor da, bunca medeniyetlerin-kültürlerin konup göçtüğü. En çağdaş ve demokratik hakların kendisine altın tepside sunulan bir toplum bir adım olsun ilerliye gidemiyor?
Nasıl oluyor da, hukuk devleti olduğu savunulan bir ülkede herkes kendi kanununu kendi yapıp uygulayabiliyor?
Ve nasıl oluyor da, laik demokratik çağdaş bir ülke olduğu iddia edilen bir ülkede bu değerler bir türlü yerine oturtulamıyor ve bir takım korkuların gölgesi altında yaşıyor sürekli?
Nasıl oluyor da, bu denli zengin bir coğrafyaya ve gelir kaynaklarına sahip bir ülke borç prangasından bir türlü kurtulamıyor?
Nasıl oluyor da, böyle bir cennet ülke elbirliğiyle cehenneme çevrilebiliniyor?
Nasıl oluyor da, bu kadar kısa yoldan ve hiç emek vermeden bu kadar kazanç ve güç sahibi olunabiliniyor?
Nasıl oluyor da, her türden ahlaksızlık, erdem ve başarı kabul edilip böylesine rağbet görüyor ve maddi manevi ödüllendiriliyor?
Peki..Bu ülke siyasetine-yönetimine-idaresine hiç mi yurdunu yurttaşını seven, sorunlarını bilen ve üslendiği sorumluluğun ciddiyetini ve önemini kavrayabilmiş bilinçli sağ duyulu ahlaklı gerçek devlet adamları-yetkilileri gelmedi?
Yok eğer geldi ise, bu ülke ve bu toplum neden böylesine çığırından çıktı. Ülke onuru nasıl böylesine rencide edildi ve kendi elleriyle kendini boğar hale geldi? Ve dünya ülkelerince dışlandı alabildiğince?
Bu ülke ve bu toplum bağımlılıktan muhtaçlıktan avuç açmaktan ne zaman kurtulacak? Yüzler ne zaman gülecek? Gözyaşları ne zaman dinecek? Hak Adalet ne zaman yerini bulacak? Aklın ve insan olmanın bilincine ne zaman varacak?
Her tür ayrımcılığı sokak ayrımcılığına kadar vardıranların. Kendi elleriyle ürettikleri sorunlar ve yaratıkları canavarla yüz yüze geldiklerinde malum sloganlar eylemler ve daha çok da maddi yardım kampanyalarıyla geleneksel panik ataklığın bayraktarlığına sığınanların.“Milli davalar uğruna gerekirse kuru ekmek yeriz” deyip de her daim masalarında kuş sütü eksik olmayanların kökü ne zaman kuruyacak?.
(Bu yazı sürdürmekte olduğu yarım asırlık ömrünü türlü sevdalardan vazgeçip, başta kendi doğup büyüdüğü topraklarına ve canından aziz bildiği yurduna adamış olan, candan aziz bildiğim sevgiliye adanmıştır.)