10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1118
Okunma

SIKI YÖNETİM AYILARI
İnsan denilen yaratık öyle sosyal ve sosyetik bir yapıya sahiptir ki; onu alışkanlıklarından ayırmak en büyük cezadır, yaşamak istemediği. Öyle ya, iyi veya kötü alışmış olduğumuz yatak, oturduğumuz koltuk veya tuvaletiniz, ne derece kötü olursa olsun sizin dünyanızın bir parçası olu verir de, başkasını istemezsiniz bile.
1981 yılında Kadıköy de İnzibat Bölük Komutanıydım. O gün bir iş için Koşuyolu’ndan geçerken , yolumu ellili yaşlarda bir bey ve karısı kesmişti. Önce ürkerek yaklaşmışlar, sonra da yolun hemen kenarında ki bahçeli evlerine ısrarla çay içmeye davet etmişlerdi. Tekliflerini kabul edip bahçedeki eski ağaç masaya oturmuştum. Bahçe, 90cmlik briket bir duvarla çevriliydi. O günlerin Koşu Yolu semti, dubleks bahçeli evlerden oluşuyordu. Her evin önünde ve arkasında küçük bahçeleri, çardakları, bazılarında sebze ekilen alanlar ve birkaç eski ağaç bulunurdu. O nefis güzel semti hala, o haliyle hayal ederim.
Vakit akşam yemeği sonrası ve tam çay saatiydi, Gelen güzel çayı içerken dertlerinin ne olduğunu merak ediyordum. Sonunda lafa evin reisi başlamıştı;
“Yüzbaşım, işte gördüğünüz bu bahçe bizim tam 50 yıldır oturup çay içtiğimiz, yemek yediğimiz, sohbet ettiğimiz yerdir. Tam 90 gün önce burada bir de, 77 yaşındaki babamız vardı. Gece saat 24.05 de tutuklandı. Kendisinden 3 aydır haber alamıyoruz. Bize yardımcı olur musunuz?”
Bu yaşlı adam sıkıyönetime nasıl bir şey yapmış olabilirdi? Hemen öğrenmeliydim. Bir örgütün liderimiydi? Yoksa geçmişte işlediği büyük bir suç açığa çıkmıştı da, 90 günlük gözaltı süresi savcı tarafından sonuna kadar mı kullanılıyordu?
O zamanlar gece saat 24.00 da sokağa çıkma yasağı başlar ve sabah 05.00 a kadar dışarıda kim görülürse yakalanıp götürülürdü. Bu rutin bir suç kabul ediliyordu. Suçluların toplanma yeri ise Selimiye Kışlasının bodrum katlarıydı. Orada ki, muhafız bölüğü komutanı sınıf arkadaşım olduğu için sabah erkenden yanına gidip, getirdiğim böreklerle kahvaltıyı başlatmıştım. Bir gece önce tanıyıp sevdiğim o mazbut ailenin haydut dedesini çok merak ediyordum.
“Yahu arkadaş, adamı 90 gün önce evinin bahçesinden alıp buraya getirmişler. Ziyaret edemiyorlarmış. Mahkemeye hala çıkmamış. Bu ihtiyar, adam mı öldürdü, yoksa ırza mı geçti ?”
“Haklısın ağabey. Mahkemeler o kadar dolu ki, 90 günlük gözaltı süresi bile yetmiyor. Hükümlü olmadığı için de, ziyaret yasağı var. Sen gözaltına alınan şahsın ismini yaz şuraya”
Dışarıdan uygun adımla yürüyen, marşlar söyleyen, tekmil veren insanların sesleri geliyordu. Asker olmayan bir insanın bu hareketleri yaparak efor harcaması sürekli marş söylemesi , bilinci kırma ve uyur hale getirme ile yorumlanabilir. Bunlar daha sonraları ihtilal i alkışlayan kitleleri bile, ihtilal e düşman edecekti. Yani bu basit konu yanlışlardan sadece biriydi, yaşla kuruyu birbirine karıştıran .
Henüz 10 dakika bile geçmemişti ki; kapıda iki muhafızın ortasında leş gibi bir eşofman giymiş, 77 yaşındaki Selahattin Amca görülmüştü. Muhafızlar onu içeriye soktuktan sonra gitmişlerdi. İhtiyar esas duruşta karnını içeriye çekmiş, başı dimdik ve gözleri ileriye bakarak titriyordu. Bu durumun bir yaşlı insan için, görmüş yaşamış zamanında itibar sahibi olmuş, torun torba sahibi bir insan için, ne derece zor olduğunu bir an düşünmek gerek.
“Selahattin Amca, gel otur bir çay içelim, senin başına neler geldi bir anlat bakalım” diyebildim.
“Selahattin (… ) İstanbul, emret komutanım”
“Tamam, Selahattin Amca, bırak tekmili falan gel otur şuraya”
“Sandalyeye oturacağım, emret komutanım”
Allah Allah, ihtiyarı 90 günde robot haline getirmişlerdi, çok üzülmüştüm. Onu elinden tutarak karşıma oturtmuştum. Elleri masanın üzerinde ve bakışları dimdik uzaklara bakıyordu. Nazi kamplarında kamp komutanın çağırdığı, ölüme gitmeye aday Yahudi gibi hareket ederek, belki de bu mantıksız sertliğe kendince , ders veriyordu.
90 gündür mahkeme sırası gelmeyen, savcı ile karşılamamış bu ihtiyar, evinin duvarı üzerinde otururken yoldan geçen bir devriye, içeri girmesini söylemiş.
”Burası zaten benim evimin sınırları” diyince de, apar topar kamyona atarak Selimiye Kışlasına sevk etmişler.
Peki, onu marifet gibi kamyona paket eden er cahil de, sevkini onaylayan subayda mı öyle? Veya bu adamı niye aldınız demeyen komutan da mı, savcı da mı? Velhasıl, hala bok yoluna haksızlıklar yapabilen, yorumsuz kafalara rast gelmek olasılığı mevcut.
Selahattin Amcaya ısmarladığım çayı, şekeri içine atıp, ses çıkmasın diye usul usul karıştırırken, ellerini masanın üzerinden indirmeden sadece ileriye bakarak konuşurken görmek , bu hali seyretmek , bana gerçek bir ıstırap vermişti. Muhafız birlik komutanı olan sınıf arkadaşımdan yardım istemiştim. İçeriye çağırdığı Astsubaya , bizim dedeyi emanet ederek gönderirken , bana bir çay daha söylemişti.
Çayı içip kalkmak istediğimde,
“Otur be oğlum bir 15 dakika daha , zaten görüşemiyoruz. Ne gecemiz kaldı ne gündüzümüz , Üç günde sadece bir gece ancak eve gidebiliyoruz. Hafta sonu falan da , hak getire”
Berbat bir şeydir, demokrasi, özgürlük ve insanca yaşamı idol edinmiş bir insan için sıkıyönetim. Çünkü insanlar güdülmeden, emir almadan, özlük hakları, temel hürriyetleri çiğnenmeden yaşamak isterler. Bir çobanın eline silah ve ona yetki verirseniz, Selahattin Amca gibi yıllarca banka müdürlüğü yapmış , yol yordam bilen yaşlı bir adamı bile sirk maymununa çevirebilirsiniz.
Askerler , sıkıyönetimden hiç hoşlanmazlar. Çünkü askerde başıbozukluk başlar . Birbirlerine karşı da çok sertleşirler görevin fıtratı icabı. Bir orduyu içinden kemirip bitiren, birkaç kötü emele hizmet ettiren, hatta askerin disiplinini, vurucu gücünü dejenere eden, zayıflatan bir idare şeklidir sıkıyönetim.
Ama bu olağan üstü hali, zorunlu hale getiren sebeplere ne demeli? Her gün ölüm, demokrasiyi yıkma çabaları ve guruplaşmalar sıkıyönetimi çağırmıyor mu ? Siyasilerin bu konuda çok hassas olmaları, gelecek hesaplarını çok iyi yapmaları gerekmez mi? Denemeler sıkıyönetimin adeta onların da sonu olduğunu göstermiyor mu?
Çayımı bitirmiş, ayağa kalkarak artık gitmeye hazırlanmışken elinde bir kâğıtla Başçavuş odaya girmişti. Savcıdan ‘Soruşturmaya yer olmadığı’ kâğıdını hemen almışlar, yani bizim Selahattin Amca artık serbest kalmıştı. Ama hala esas duruşta ve gözleri ileriye bakar şekilde.
Onu Jeep’e bindirip, doğruca Koşu Yoluna gitmiştim. Selahattin Amcayı karşılarında bulan ev halkının sevinci görülmeye değerdi. Kızları, oğulları , torunları hala esas duruşta olan dedelerini, öpmek değil yalıyorlardı adeta.
Bahçede oturup demli çayları yudumlarken güzel bir sohbet başlamıştı aramızda. Sonunda onlara veda etmek için herkesle tokalaşırken en son ona uzatmıştım elimi.
“Geçmiş olsun Selahattin Amca. Allah bir daha yaşatmasın. Allahaısmarladık”
Selahattin Amca yine esas duruşa geçerek karnını içeri çekmiş, ellerini iki yanına yapıştırmış ve gözleri ileriye doğru bakarak vermişti cevabını,
“Sağ ol Komutanım”
Cevabı Thomas Hobbes vermiş zaten;
“Homo homını lupus”
E.Yaşar Ovalı
27.08.2015