9
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
1751
Okunma


Bu sabah güneş ışıldamıyor. Bulutlar eteklerini binaların teraslarına kadar indirmişler. Garip bir duygu, hiçbir şey yapmadan durup bulutların sebep olduğu manzaraya bakınıyorum. Bulutlar bunu bilerek ve isteyerek mi yaptılar, yoksa birisi onları aşağılara doğru mu itti; cezaları bu mu onların da? Bu gibi garip soruların beni yorduğunun farkındayım. Hem farkında olmasam ne olacak? Koca bir hiç! İnsanlar çoğu için önemsiz olan her ne varsa kendi adıma önemli atfediyorum. Bunu bilerek mi yapıyorum, yoksa farklı olmak gibi aptalca bir düşünceye mi kapıldığımı da bilmiyorum. Bazıları gibi ben de zaman zaman dünyanın değişmesi gerektiğini, içinde kendimizi hapsolmuş olarak bulduğumuz, böyle hissettiğimiz hayatın ve toplumun değişerek güzelleşebileceğine inanıyorum. Bunun için herhangi bir şeyi fiilen protesto etmiyorum. Slogan dağarcığı kıt birisiyim. Hem toplu etkinlikleri pek sevmem. Yine de gönülden destek verdiğim anlar olur. Buna pasif yaklaşım diyorlar.
Trene bineceğim. Kesinlikle Fransız filmlerinden çıkmış bir bayanın biletçi olarak karşıma çıkacağını söyleseler inanmazdım. Çıkık elmacık kemikleri, uzun bir yüzün ince dudaklar ardınca geniş ve iri dişleriyle etrafa anlamsızca bakan kadının, saçları omzuna kadar. Bembeyaz bir gömlek giymiş. Bu gömleğin ipek olabilme ihtimali yok. Hem anlamsız da olurdu. Basit bir biletçi parçasının ipek bir gömlek giymek gibi fantezi lüksleri olmamalı. Kıskandığım için böyle söylüyorum. Çirkinim ben, en azından o güzel ve anlamsızca bakıyor. Ben çoğu zaman etrafa anlamlı bakışlarla bakıyorum ama ne farkımız var? Dengeliyor muyuz birbirimizi. Biri dikkatlice psikanaliz yapmalı bu konuda. Sabahın erken vaktinde biletçi bayanın işe gelirken hangi vasıtayı kullandığından bana ne! Minibüs, metro, otobüs, tramvay, şahsi bir vasıta, bisiklet ya da yayan… Her türlü güzel bacakları olduğunu tahmin edebiliyorum. Kahrolası siyah bir sandalye her şeyi mahvetme gücüne sahip. Kapatıyor gerçekliği. Espri gücünden uzaksa benim için daha iyi bir tercih, çünkü bıktım şaklabanlıktan. İnsanları, özellikle kadınları güldürme politikasının birkaç on yıl öncesinde kaldığını önemsemeliyim. Hafif dalgalı, beyaz tenli biletçi esnerken beni de esneme tutuyor. Bazen yazarken aynısı oluyor. Esniyorum diye yazacağım yer de gerçekten de esniyorum. Şeftali rengi allığının ve de kırmızı rujunun anlatmak istediği bir şey var. Kimileri Fransız kadınlarını ikiye ayırır. Bir kısmı çok güzel ve anlayışlı olduklarını, güzel olmasalar bile akıl ve zekâlarının yardımlarıyla alımlı bir kadın haline gelebildiklerinden bahsederler. İkinci kısımsa yermek, eleştirmek için onları. Pis, kıllı, anlayışsız, çok içen, ikide bir işeyen, sadakatsiz olarak tarif ederler. Bu tarif etme olayını erkeklerin çıkardığı tahmin edilirse elbette öznel bir eleştiri olduğu düşünülerek yoruma bakılmalıdır. Bunlardan bana ne ki hem! Omuzlarını arkaya doğru çekmesine sebep kollarını esneterek ellerini arkada havada birleştirmesi ve yine esniyor. Ayakkabıma bakıyorum. Deja vu!
Kati bir sebeple aynı günü tekrardan yaşadığımı biliyorum. Biletçi bayana aslında gözlerim aşina olalı çok oldu. Çoğu zaman onu üç dakikalık kısa bir filmde oynatırım. Yönetmenlik koltuğu rahat filan da değil. İnsanın kıçı oraya zor sığıyor ama garip bir hazzı var yönetmen olmanın. Vincent Gallo ya da Jean Hugues Anglade biletçi kızımız ile başrol oynamaya aday erkek oyuncularımız. Niye listende Anthony Delon yok diyen de çıkabilir? Sahiden bunu diyecek biri de çıkardı böyle bir işe girişseydim. Jacques Mathou’yu tercih ederdim, Delon’u yine de tercih etmezdim. Bana çok süslü ve kamaştırıcı geliyor Delon’un yüzü. Biletçi kız elbette Delon’u daha tercih edilesi bulurdu. Yaş olarak biletçi kızımıza daha uygun fakat çekeceğim filmin konusu, zengin, ellili yaşlarda bir adamın gerçek bir sevgi tadabilmenin yolunu ararken, biletçi kızla tanışmasıyla mesele başlıyor. Her gün biletçi bayanı takip ediyor evine kadar. Sonra isimsiz çiçekler göndermeye başlıyor. Sürpriz sevgiliyi biletçi bayanda merak ediyor. Kadın bir gün monoton bir şekilde bilet verirken, karşıdaki elin elini tuttuğunu fark ediyor. ‘Yalnız yaşıyorsunuz, caddenin karşısındaki büfeden her akşam eve giderken gazete alıyorsunuz. Çiçeklerimi çöpe atmıyorsunuz, zaman zaman onları balkonunuzda görüyorum. Size karşı duygularımı biliyorsunuz.’ Birkaç afili cümle daha söyletebilirsem kadın adamımıza âşık olacak. Genç ama pasaklı, dağınık olan Fransız kızlarımızın tersine biletçi kadın hala eski Fransız kadınını kendisine rol ediniyor. Daha doğrusu bir abla rolüyle bağdaştırmak gerekirse, yirmi dokuzundan sonra sıradan bir bakımla özel çekiciliğine ulaşabiliyor bu kadınlar. Saçma sapan kot, dar kıyafetler giymiyorlar. Bildiğimiz elbise giyiyorlar; evet biletçi kızımıza bir isim bulalım da öyle düşüneyim hakkında.’ Mabelle’ uygun mudur, uygundur. Mabelle adamımıza ‘monsieur’ desin. Kısaca efendim diyerek, bir tür isim karmaşasından adamımızı uzak tutalım. İleride belki zengin olduğunu öğrendiğinde ismini de öğrenir. Yönetmenler çapkın mıdır? Bu kızla film çekerken bir yakınlaşma olabilir aramızda ama mevzu Fransız sinemasıysa, zaten göğüsleri ve kıllı koltuk altları gözükecek kamerada. Biraz edepli olup, alt tarafında külot mutlaka bulunduracağım. Ayıp ama değil mi? Film değil sanki jinekolog uzmanı olup da, utangaç hastalarımızı tedavi olmaları adına soyunmalarını onlardan utanarak talep ediyoruz. Bizi hiç anlamayacaklar canım! Biz yönetmenler dünyaya son derece objektif bakıyoruz. İnsan bedenine değer verdiğimiz için filmler de özellikle daha çok değer verilmesi gereken kadınların orasını burasını açıyoruz. Aslında bazen tamamen soyuyoruz. Hatta en mahrem işlerini kamera önünde yapmalarını diliyoruz. Al eline tıraş bıçağını Mabelle, etek kıllarını temizle! Monsieur’un koyu kahverengi pipisi sallanıp dursun lavaboda sakal tıraşı olurken. Yaşlı, cumhuriyeti ve özgün müzik seven yaşlı bir emekli öğretmen teyzenin şikâyetçi olabileceği nüanslar var bu film işinde. Ondan da şikayet ederken şunları söyleyeceğini iyi biliyoruz:
‘Ah evladım, bu ne böyle kemikleri çıkık, parmakları uzun, incecik, göğüsleri şekilsiz patatese benzeyen kızı oynatıyorsun! Bizim macır Ayşe’nin torunu Çiğdem var. Kız manken gibi vallahi! Hem parayı o kazansın, bu tipsizi oynatıp ünlü filan edeyim deme. Ay canım travestiyi andırıyor bu yahu!’
Cevap vermek istiyorum.
‘Teyzem, konu farklı! Dediğin gibi güzel bir kızımızı da bu filmde oynatabilirdik ama benim istediğim tip bu.’
Cevap vermesin lütfen!
‘Bak ben Latin, İtalyan, Türk kızlarını sana öneririm. Genetik olarak deniz görmüş, Akdeniz iklimiyle büyümüş kızlar tercih edilesidir. Böyle tipsiz kızlardan murat umacağına, adamakıllı birini seç yavrum!’
Bundan sonra teyzenin sesini kesmek istiyorum. Daha fazla dayanamayacağım. Genetik olarakmış da, Akdeniz iklimiymiş de! Gördük macır kızlarını da teyzem! Burunlarından kıl aldırmaz onlar. Neyse yahu, ben niye eleştiriye dönük eleştiri yapıyorum ki? Bu toplumsal bir sorun zaten. Yüzümü yıkamalıyım ama tren bekliyorum. Başım çatlıyor.
Adı neydi, Madam, evet Mabelle, madam denilir mi, denir mi, matmazel mi desin, orası senaryo içinde kalsın. Herhangi bir ırkın kadınıyla bu film mevzusunu konuşmaya çalışsaydık, öncelikle ‘neden onlar’ sorusu gelirdi. Aslında Fransız kadını tabirini uyduran da erkekler! Onlar yazdıkları yazılarıyla, kitaplarıyla kült bir kadın oluşturdular. Adı fark etmezdi; bana kadınlığını hissettirebilecek bir oyuncu lazımdı. Mevzu kadınlıksa eğer İranlı ya da Faslı bir kadında bu konuda çok yardımsever olamaz mıydı? Zaten filmde yan rollerde Faslı bir kadın Mabelle’nin arkadaşı olacaktı. Üç çocuklu ve dul bir kadını oynayacak bu kadın daha feminen bir erkekle ilişki kurma çabalarında, yuvasına bakmak için de lüks bir lokanta da bulaşıkçılık yapıyor olacak. Mabelle bize kadınlığı hissettirecek. İtinayla yürüyecek, ruj sürecek, inci bir kolye takacak Monsieur ile görüşmeye gittiğinde. Fularını da göreceğiz. İlk sevişme denemelerinde dantelli çamaşırlarını görüp heyecanlanacağız ama sevişmekten vazgeçip lavaboya gidip ağlayacak. Monsieur kravatı gömleğinin üçüncü düğmesi hizasına gelmiş halde evden çıkıp gidecek. Otoparka park ettiği lüks arabasına doğru yürürken ağlayacak. Eteğine dönecek kamera. Eteği sandalye üzerinde itinayla serilmiş halde, ilk defa yarı çıplak halde Mabelle’yi göreceğiz. Yatağına girip, üzerine yorganını çekip yatacak. Mutlaka bunlar karanlık da olacak. Tipik saçmalıklara yer vermeyip, her şeyi doğal olarak, gündelik yaşamdan seçerek filme koyacağım. Millet film de uyuyor ama bir bakıyorsun odanın içi ışık dolu. Mabelle’nin ağzı daha küçük ve dolgun olmalıydı. Bırakıyorum, evet, ciddi diyorum, vazgeçtim bu film manyaklığından. Mabelle diye adlandırdığımız biletçi bayanın dudakları küçük ve dolgun değil. Hem ne bu Fransız seçiciliği? Biletçi bayanında bir gün bıyıkları çıkacak ve onları almayacak. Hatta çenesinde de tüyleri olacak keçi gibi. Bu iğrençliği yapmak zorundayım. Tren geliyor. Birazdan buradan uzaklaşmış olacağım ve aklımda temiz bir sayfa açmalıyım. Sahi, işportacı Nijerli kızı Surinam asıllı sanıyordum. Onun içinde güzel bir senaryom var.
Yatağa öylece uzanınca hoşuma gidiyor uyumak. Uykudan kaçmıyorum, aslında o her yer de beni bulup, sarmalıyor. İnsanların hepsi birden uyuyor. Bu nasıl bir mucize, tabi aynı zamanda olmaması işin renkli esprisini bombok ediyor. Yine de insanın usunda taşıyabileceği bir mucize var bu uyuma işinde. Hangi bölümü betimlenirse betimlensin ölümden ne farkı var ki! Su içeceğim. Rüyamda su içerken uyanıyorum, çoğu zaman da yüzümü dayadığım kitabın sayfasına tükürmüş halde uyanıyorum. Kitapta çok insan var. Öncelikle yazar, şair, yazar bozuntusu, yazar kalıntısı, şeytan, küçük, yaşı, dişi, erkek, gülen, ağlayan, acı çeken, zevk alan… Sonra yalnızlar ayrı bir sırayla devam ediyorlar. Çamurlu suya demir atmış sivrisinek larvalarını anımsatıyorlar. Ne boktan bir hikaye sahiden!
Uyanınca yazabildiğim bir şeyler oluyor. Genelde şu şekilde:
‘Kafamdaki her bir şüphe, kalbimdeki ve ruhumdaki yaraları içim dışımla ters yüz olsa herkes benden kaçardı. Bu yaralar, işte bu yaralar benim yalnızca bu dünyamı değil, sonsuz bir ömrümü mahvedecek kuvvette. Neye muhtaç olduğumu artık düşünemiyorum. Her bir şüphenin var ettiği hayali canavarlar görüyorum kâbuslarımda. Onlardan korkmuyorum ama sonum olacaklarını biliyorum. Evet, onlar beni mahvedecek gülünç yaratıklar. Her ne kadar trajikomikte gelse, gerçeküstü bir mahiyetleri var. Onlardan kurtulamıyorum. Hayır, hiç de kurtulacağımı sanmıyorum. Bu his, bu kahredici bunalım beni her an için ölüme sürükleyebilir. Hayır, yaşamam lazım! Daha yaşamak için çok sebebim var. Belki yaralarımı iyileştirebilirim ve bu sonsuz kederli hapisten kurtulmanın yolunu bulabilirim. Cehennemi yok saymak mı? Günahkârım, hiç de küçümsenmeyecek derecede ağır yaraları olan bir günahkârım! Aynada yüzüme bakıp bir kez olsun ’masumum’ diyemedim. Bunu demek isterdim;’ masumum’, sonuna kadar, dibine kadar, en önemlisi böyle bitirebilmek ömrü. Masum kalarak... Fakat ağır yaraları olan birinin ’masumum’ demesi aptalca olur. Suçluyum, bazen kendimi tüm kötülüklerin sebebi olarak görüyorum. Bu kadar kan benim yüzümden akıyor. Aç insanların yüzlerindeki o soluk ifadenin sebebi benim. Hayır, cehennemi yok sayamam. Allah’tan başka sığınacak bir kapım yok. Madem yaratmış beni, sadece O’na dilenirim. Çocukken annemde istediğim su gibi... Öyle olmaz, olmamalı! Bu saygısızlığında birçok yaralar açabilme ihtimali var. Zaten pek az yerimde yara izi yok. Başka günahlar arıyor tenim. Dehlimde karanlık; pis, iğrenç bir manzara, kokuyor. Keşke ölümüm olsaydı herhangi bir günahım! Başkasını yaşamazdım. Bunu gerçekten, bilerek mi söylüyorum? İnkâr edersem de tembelliğin daha büyük sıkıntılar doğuracağına eminim.’
Arınmak için af mı diliyorum? Bu bir af dileme şekliyse, daha fazlası için çaba göstermeliyim. Eve dönüşte biletçi bayanın çoktan lahmacuncunun karşısındaki apartmanın üçüncü katındaki altı numaralı evine gitmiş olacağını biliyorum. Bir an önce para biriktirip şu sefalette kurtulmalıyım. Tabi önce para kazanmalı insan.