16
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
2106
Okunma


1.Bölüm
Balkon kapısının yanı başına dikilmiş,kısa tül perdenin aralığından, dalgın dalgın denizi seyrediyorum. Odada müthiş bir sessizlik hüküm sürmekte; orta yere kurulmuş büyükçe kuzinede hararetle yanmakta olan ince fındık dalları ve kuru zeytin yapraklarının ahenkli çıtırtısının muhteşem melodisi gezinmekte kulaklarımda. İnanılmaz huzurlu bir ortam.
Bakış açımın oldukça geniş bir bölümüne ambargo koyan Karadeniz’in Kuzeybatı ufuklarında, öyle dikkate şayan hiç bir hareket gözlenmemekte. Pek alışık olunmamış bir sakinlik ve dinginlik içinde sular. Usuldan usula esmekte olan karayelin, ne öfkelenmeye, ne denizle güreşe tutulmaya, ne de yüksek dağların dik kuzey yamaçlarını kendilerine yurt belleyen yaşlı sarı çam ağaçlarının soğuğa direnen ince yaprakları ile köşe kapmaca oynamaya niyeti yok bu gün.
Hava kapalı ama, açık gri kostümlerine bürünmüş bulutlar,bu mevsimde pek alışık olmadığımız bir uysallığın gölgesinde, gök yüzünün yüksek irtifalarında oldukça neşeli ve amaçsızca gezinip durmaktalar. Oysa, meteoroloji bültenleri günlerdir Sibirya’dan gelmekte olan oldukça soğuk bir hava dalgasını haber vermekte, sıcaklığın ani düşüşü eşliğinde, yoğun kar yağışının da etkili olacağını söylemekte.
Eşimin, bu kar yağışı ile, gök yüzünün derinliklerinden doğan ve aheste aheste yer yüzüne dökülerek, önüne çıkan her şeyi inanılmaz güzel bir masumiyet tablosuna dönüştüren bu sevimli beyaz taneler ile çok enteresan bir duygusal bağı var. Tamam, kar yağışını bizler de çok sever, gözümüzün önüne sergilediği o muhteşem güzelliği seyretmekten oldukça zevk alırız ama, onunkisi gerçekten bam başka bir aşk, bam başka bir bağlılık. ’Nöbetleşe uyuyalım da, kar yağışının başlangıcını kaçırmayalım.’ teklifinde bulunacak kadar ileri derecede hani. Kar yağışını göreceğiz diye, sabaha kadar pencerenin yanına nöbetçi dikecek beni yani. O derece derin bir sevgi bu.
İlçenin yoğun yerleşim atmosferi, ülkenin yeşillik konusunda müstesna bir köşesinde yaşamamıza rağmen, öyle çok gönül doyurucu bir doğa manzarası sunamıyor maalesef bakışlarımıza. Kar da, doğaya, ağaçlara, dağa-dereye yakışıyor hani. Bu nedenledir ki, kar yağışı haberini alır almaz ilçedeki sıcacık evimizi terk ettik, apar topar beş kilometre uzaklıkta bir sahil köyünde bulunan kayınvalidemin evine koştuk. İtiraf edeyim, öyle çok konforlu değil ama, inanılmaz güzel bir doğal ortama sahip bu mekan. Ön kısmında, doğudan batıya uzanan muhteşem bir Karadeniz manzarası asılı durmakta. Arkasını ise, genç Doğu Karadeniz Dağlarının güven veren realitesine yaslamış bu sevimli ev. Yapraklarını dökmüş, yeni filiz vermek için güneşin sıcacık esintisini gözleyen yoğun fındık ağaçları kaplamış her tarafı. Aralarında, yiğit ve uzun boylu delikanlılar misali başı gururla göğe yükselmiş kiraz ve erik ağaçları boy gösteriyor yer yer. Erikler, fındıklarla yarış içinde. Bakalım hangisi daha erken filize duracak bu bahar? Başı yukarda, güneşe yakın durmakta ya erik, bence yine de işi zor biraz. Bildiğim kadarı ile, bu bodur ve gösterişsiz fındık ağaçları, yine bir punduna getirir, çalarlar güneşin ışığını, sürüverirler hiç beklenmedik anda sürgünleri dallarına. Ancak, bazen bu acelenin sonucu, inanılmaz bir matem finalini de beraber getirebiliyor. Geçen yıl, kurnazlığı elden bırakmamıştı fındıklar, erken merhaba demiştiler bahara ama, ardından bastıran don, bir sezonu meyvesiz geçirmelerine sebep olmuştu. Yöre çiftçisi, resmen perişan olmuştu bu nedenle.
Denizin Kuzey doğu yönünde, Trabzon açıklarında balıkçı tekneleri gözükmekte. Oldukça verimsiz geçen bir Hamsi sezonunun son günlerinde, kısmetimize bir şeyler çıkar mı diye gezinmekte salına salına. Küçük dalgaların masumca oynaştığı sahillerde dolaşan bir kaç çapkın karabatak dışında, pek bir faaliyet yok yalısında köyün. Takalar genellikle altlarına felenkler sürülerek, öfkeli dalgaların ulaşamayacağı kısımlarına çekilmiş sahilin. Küçük mendireğe bağlanmış bir kaç balıkçı motorunun kıç üstüne yığılmış Barbon ağlarını temizlemekle meşgul yorgun balıkçılar. Hemidiye kayasını üzerine çöreklenmiş martılar, pür dikkat ağlardan çıkabilecek muhtemel bir balık artığını gözlemekteler. Zaman, öğlen saatlerine yürümekte.
Üzerinde tembel tembel bekleşen martılara yılın her mevsiminde konaklama hizmeti veren Hemidiye kayasının, bu yörede yetişen her insanın hayatında önemli bir yeri vardır. Sahile yirmi-yirmi beş metre kadar uzaklıktaki bu kaya parçası, çocuklarımızın, bizlerin, babalarımızın, analarımızın, atalarımızın yüzmeyi öğrendiği yerdir. Çocuk, dört yaşlarına geldiğinde Hemidiye kayasına yüzmek zorundadır. Bu durum, yüzmenin öğrenildiği anlamına gelir ve törenlerle kutlanır. Hele de erkeklerde, sünnet töreni gibi bir durumdur bu. Saygınlığın, Hemidiye kayası’na yüzebilmene bağlıdır. İşte bu nedenle çok önemli bir yer tutar denizdeki bu kaya köy insanının hayatında. Gönüllerdeki sevgisi de bir başkadır. Eeee!... Boşuna değildir ona Hemidiye adının verilmesi. Koskoca kahraman Hamidiye Kruvazörünün adının yani...
Aklıma Hamidiye düşünce, gayri ihtiyari duvarda asılı duran saatli maarif takvimine kayıyor bakışlarım. Kayınvalidemin, sabah namazını eda ettikten sonraki ilk işi, bu takvimin yaprağını koparmak, günün tarihini gözlere, akıllara, gönüllere sabitlemektir. Ona da, yıllar önce kaybettiği sevgili eşinden kalan bir alışkanlık bu. Galiba yaşlılar, zamana bizlerden çok daha fazla değer veriyorlar.
19 Şubat 2015 bu gün. Bir çoğumuz farkında değiliz belki ama, önemli bir gün. Tam yüz yıl önce bu gün, İtilaf devletleri(İngiltere, Fransa,Rusya) ilk kez Çanakkale’ye saldırmışlar, sonucundan çok emin oldukları bir askeri harekat için ilk adımı atmışlardı. Sonuç olarak da, 500 000 civarında insan ölmüş, gururlu İngilizler, tarihleri boyunca unutulmayacak bir yenilgiyi tatmışlardır.
Eşim, tez yanıp giden ince fındık dallarını ha bire takviye etmekte kuzinede. Fırın kısmında pişmekte olan mısır ekmeğini kontrol etmek için kapağını açtığında, inanılmaz leziz bir koku kaplayıveriyor odayı. Birazdan yiyeceğimiz öğle yemeğin menüsünde, sıcacık mısır ekmeği ile taze köy yoğurdu var anlaşılan. Midemden aldığı gizli bir sinyal ile, hafif bir tebessüm beliriyor dudaklarımda. Ben bu hayatı seviyorum galiba? Dünyanın dört bir tarafını dolaşıp, onca meşakkate katlandıktan sonra, böyle sakin ve sessiz bir hayatı yaşamak gerçekten güzel oluyor.
Bu güzel duygular eşliğinde, küçük bir sehpayı kuzinenin yanı başına çekiyorum hemen, şevkle bilgisayarımı açıyorum. Uzun bir süredir, dost meclisine, sevgili Edebiyat Defteri’ne yazı yazmamışım. Yeni ve enteresan bir hikayeyi kaleme almanın zamanıdır diye düşünüyor, klavyenin tıkırtıları arasına dalıp gidiyorum.
........................................
Haziran ayının ilk günleri. Doğu Akdeniz sahillerinde, meşhur güney sıcakları usuldan usula kendini göstermeye başlamış, insanlar çoktan evlerinin çatılarını kaplayan asma çardaklarının serinine kendilerini atmışlar. Amanos dağlarının güney etekleri ile, İskenderun Körfezi arasına sıkışmış daracık ama inanılmaz verimli arazi parçasını kaplayan narenciye ağaçlarının muhteşem manzarasını tamamlayan iki katlı ve kiremitsiz evlerin seyrek yerleşimi, ilçeyi, otobandan süratle gelip geçen insanların dikkatlerinden uzak tutmakta daima. Bu durum, ilçenin gelişmesini engellemekle beraber; bu menfi duruma paralel olarak da, bir güzelliğin daha çarpık şehirleşme gerçeğinin gölgesinde eriyip gitmesine mani olmuş gibi gözükmekte. Sözün özü, gerçekten saklı bir cennet bu yöre.
Hoş bir akşam serinliği, oldukça sessiz ve sakin bir Cumartesi finali... Balkona kurduğumuz küçük masamızda, neşe içinde akşam yemeğimizi yemekteyiz. Erzurum’da yüksek tahsiline devam eden kızım da aramıza katılmış, tam kadro mutluluğun hazzını yudumlamakla meşgulüz her birimiz. Küçük oğlum, heyecan içinde okul gezisini anlatmakta, gezip gördüğü yerlerdeki güzellikleri dillendirmekte becerebildiğince. Çok şeyler görmüş, çok yerler gezmişler ama, Tarsus Şelalesini anlata anlata bitiremiyor. Onun bu tatlı sunuşunun ardından bir bombanın patlayacağını tahmin ediyorum ama, bir ümitle sakin sessiz kulak veriyorum olaya.
Kısa bir süre sonra, beklediğim felaket başıma geliyor, biz de gidelim diye tutturuyor bizimkiler. İstersen kabul etme? Anasından emdiği sütü burnundan getiriler, sana soluk alma imkanı bile tanımaz evdeki üç cadı vallahi. İster istemez kabulleniyor, gelecek haftaya program yapıyoruz Mersin yöresine yapacağımız gezi için.
Zaman çabuk geçiyor, kamp için gerekli hazırlığı tamamlıyor bizimkiler heyecanla. Doğa ile haşır neşir olmayı seven bir aileyiz biz. Sonuçta Karadeniz’in yeşillikleri arasında doğup büyümüş, doğa ile kucak kucağa yaşamışız uzun yıllar boyunca. Toprağa dokunmayı, çamura bulanmayı, yağmurda ıslanmayı, dereye-denizle boğuşmayı seviyoruz. Hayvanlarımıza sarılıp uyumayı da... Hem seviyor, hem özlüyoruz.
Sabah erkenden yola koyuluyoruz. Sorgu-sual etmeme gerek yok, oğlum çoktan rotayı çizmiş durumda. İlk hedefimiz Tarsus Şelalesi... Tatil günü, yol geniş ve tenha, kısa zaman zarfında varıyoruz mesire yerine. İnanılmaz güzel bir manzara. Nefis bir dinlenme yeri burası. Şarıl şarıl akan Berdan nehrinin, şelaleden dökülen manzarası hoş bir seyir zevki sunuyor meraklı bakışlarımıza.
Şehir merkezinden dört kilometre kadar uzaklıkta bulunan bu şelale, Berdan(Kydnos) nehri üzerinde bulunmaktadır. Toros Dağlarından doğup, Tarsus ovasında geniş yaylar çizerek gezinen bu nehir, toplam 145 km lik bir yol çizerek Akdeniz’e dökülür. Eskiden, bu nehir vasıtası ile gemiler, Tarsus iline kadar gelebiliyorlarmış ve bu sayede gelişen ticaret nedeni ile çok önemli bir yerleşim merkezi hüviyetinde imiş şehir. Sıkça yatağından taşması nedeni ile, M.S 527-565 yılları arasında yaşayan Roma İmparatoru Jüstinyen tarafından yatağı değiştirilmiş. Roma döneminin sonuna kadar kullanılan Konglomera adındaki nekropol (Mezarlık) alanına yönlendirilmiş. Berdan Nehri’nin akış güzergahında yer alan bu basamaklı oda mezarlar nedeniyle de birkaç metrelik bir yüksekliği olan Tarsus Şelalesi oluşmuş.
Ören yerinde güzel saatler geçiriyor, bol bol fotoğraf çekiliyoruz. Ancak, gezecek, görecek daha çok yerimiz var, programımız da oldukça yoğun. Çok zaman geçirmeden yola koyulmamız gerek. ’Gelmişken, bir de Tarsus şehrini görelim.’ diyor büyük kızım. Onu da kırmıyoruz, oldukça geniş bir yüz ölçümü ve nüfusa sahip olan ilçeye doğru yöneliyoruz. Tatil günü ya, trafik çok yoğun değil, öylece geziniyoruz o köşe senin, bu köşe benim misali. Bir müddet sonra da, sokaklara yerleştirilen levhaları takiple, Adana Mersin yoluna ulaşmak için hareket ediyoruz. Araç içinde oldukça yüksek perdeden ve hararetli bir tartışma sürmekte. Herkes, sözü bir ucundan yakalamak, dağarcığında biriktirdiklerini paylaşabilmek çabasında. Ben ise, tüm dikkatimi yola vermiş, şehirden çıkış güzergahını yakalama telaşı içerisindeyim.
İsmet Paşa Bulvarını bitirmiş, tam Sait Bolat bulvarına ulaşmıştım ki, kavşağın hemen sağ tarafında yer alan bir savaş gemisi dikkatimi çekiyor. Bu Tarsus şehri, şu anda denizden on beş kilometre kadar içerde, ovanın ortasında yer almakta. ’Deniz kenarında onca şehri, onca ilçesi olan memlekette, böyle korumaya alınmış kaç adet savaş gemisi var ki?’ diye kara kara düşünürken, farkında olmadan aracı sağa yanaştırmış ve aniden frene basmışım. Demek ki kaderimizde, o tarihte orada olmak, o güzellik ile tanışmak, buna bağlı olarak da seneler sonra bu hikayeyi kaleme almak varmış.
Bu ani duruş, bizimkilerin şamatasını aniden kesti. Ne olduğunu anlayabilmek için, şaşkın şaşkın çevrelerine bakmaya, mırıltı halindeki soru cümlelerinin karşılığı olarak benden gelecek makul cevabı beklemeye başladılar.
-’Hadi, inin bakalım.’ dedim gülümseyerek. ’Ovanın orta yerinde bu savaş gemisi ne arıyor bir öğrenelim.’
Güzel dizayn edilmiş bir park burası. Yarım kemerli giriş kapısının üzerine yerleştirilmiş deniz mavi renkte elips bir levha üzerinde ’Tarsus Belediyesi Nusret Mayın Gemisi Müzesi ve Çanakkale Zaferi Kültür Parkı’ yazmakta.
Birinci Dünya Savaşında İngiltere Bahriye Nazırı olan Winston Churchill, 1930’da "Revue de Paris" dergisine şöyle bir açıklamada bulunmuştu:"Birinci Dünya Harbi’nde bu kadar insanın ölmesine, harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde onca ticaret ve savaş gemisinin batmasına başlıca neden, Nusret tarafından o gece atılan o incecik çelik halat ucunda sallanan yirmi altı demir kaptır."
Ovanın ortasında, ömrünü geçirdiği denizlerden uzak, öylece mahzun ve sessiz duran bu küçük gemi, Çanakkale Savaşının kazanılmasında en büyük pay sahibi olan, gazi gemimiz Nusret’ten başkası değildi.
O gün, hasret giderdik Nusret ile doyasıya. Kahraman atalarımızın ardından dualar ettik, bize bıraktıkları bu cennet vatan için minnettarlığımızı belirttik bir kez daha.
Nusret’in alçak merdiveninden inerken, hatıralarımın derinliklerinden sökülüp geldi, saplanıp kaldı gözlerimin önüne yıllarca önce kaybettiğimim ninemin gülümseyen yüzü bir anda. Karanlık bir gecede, isli gaz lambasının soluk aydınlığında, titrek sesi ile anlattığı hikaye...Dedemin tüm itirazlarına aldırmayarak bizleri,kıçımız toprak zemine serili iptidai kilimden üşümesin diye onun namaz kılmakta kullandığı kalın tüylü koyun postunun üzerine oturtarak anlattığı hikaye... Trabzon Pulathane sahillerini döven öfkeli dalgaların kucağında başlayarak, Çanakkale Boğazı, Karanlık Liman’ın serin sularında noktalanan o hazin hikaye...(Devam edecek)
Bir tutam hayat-19.02.2015-Trabzon