19
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1712
Okunma


-Çok ıslandınız mı Hanımım?
-Önemli değil, adanın öbür tarafına gitmem gerek. Siz yolumuza devam edin...
Atın acıyan toynak sesi ile hızla yağan yağmurun sesi birbirine karışıyordu.
-Hay Allah, nalı düşmüş olmalı Kırmızılının. Yürüyemiyor. Bu yağmurda da duramayız ki.
-Ben durur, beklerim Kâmil Efendi. Ne gerekiyorsa yapın hayvanın ayağına, canı acımasın.
-Sahi mi Hanımım? Faytonu ağacın altına çekelim bari, belki daha az ıslanırsınız. Sizde benim yağmurluğumu üstünüze alın.
-Ben öğretmenlikten gelmeyim, alışkınım Kâmil Efendi. Siz benim hep benim şu asil duran yüzümü görmeye alışıksınız, oysa ben ne yağmurlarla, ne çamurlarla, ne karlarla savaştım. Merak etmeyin hastalanmam, içiniz rahat olsun. Siz atınızla ilgilenin lütfen.
-Olur mu hanımım, insanın asilliği kıyafetiyle mi ölçülür ki?
-Yeryüzü öyle kurulmuş Kâmil Efendi, toprak bile kendisinden kağıt ve kumaş yapılmasına izin vermiş. Değil mi?
-Doğru vallahi hanımım, bu hiç aklıma gelmemişti. Kıpırdama Kırmızılı, canın acıyacak yoksa. Kıpırdanma.
Yol bir saatten uzun sürmüştü.
Kırmızılının ayağındaki nal iyice kırılmıştı. Gidip de adanın merkezinden yeni bir nal alıp geri gelmesi saatler sürecekti Kâmil Beyin. Bu saat içinde rüzgâr ve yağmur iyiden iyiye hızlanmıştı.
Kâmil Bey giderken hanımını orada bırakmamayı düşünmüştü ama, ne kadar da olsa faytonun muşamba tentelerinin onu koruyacağını biliyordu. Eline aldığı kırık nalları ile iki üç adım atıp, geri döndü.
-Hanımım, isterseniz yağmurun dinmesini bekleyebilirim.
-Hayır Kâmil Efendi. Gidin, ben sizi burada bekleyeceğim. Korkmayın bana bir şey olmaz.
-Peki hanımım.
Yürüdü.
Attığı her iki adımda bir, geriye dönüp bakıyordu. "Gitmesem mi diyordu içinden." En son dönüp baktığında sadece yağmur ve fırtına görünüyordu. Başını gökyüzüne çevirmek istedi, gözlerinin içine sadece yağmur suları girdi. Göğü görmek imkansızdı. "Havanın kararmasına az kaldı diye düşündü." Bir an önce Kırmızılının yeni nalını alıp, götürmesi gerekiyordu. Bir an, içi ürperdi "aman Allahım, ya konaktakilerden birilerine yolda rastlarsam ne derim?"
"Hanımım git. Dedi." Yok bu olmaz. "Sen nasıl bıraktın gencecik kadını ıssız bir adada tek başına derler, biliyorum."
"Beraber yürüyelim hanımım." Bu da olmaz. Gencecik bir bayanı nasıl yürütürdün sen? Diyeceklerdi, eminim.
"Kırmızılıyı o halde nasıl yürütebilirdim ki?" Yok bu hiç olmazdı. Siz ne derseniz deyin, ben ve hanımım en iyisini yaptık.
"İyi de bu yağmurda kim bilir ne yapıyorlar deseler?" Ben ne cevap vereceğim? Yağmurluğumu verdim derim ya, hay aklınla bin yaşa Kâmil. Şurada tir tir titriyorsun da, bir yağmurluğun aklına gelmiyor yani. Sana da yazıklar olsun yani. Şimdi gönlünü ferah tutup doğru nalbanda. Bir gören olsa da hiç önemli değil artık. Hah işte nalbant ustası da göründü.
Ona ne diyeceğim, atım Kırmızılının ayağındaki nal yolda düştü. Önemli bir yolcu taşıyordum şey yoluna doğru. Şey tarafına... Aman Allah’ım, Kırmızılının ayağının acısı bana yolu unutturmuş olmalı.
Ya nereye gidiyorduk ki sahi biz. Konaktan çıktık, onu hatırlıyorum.
Hanımefendi ile sohbete başlamadan önce Kırmızılının bana mahsun bakışlarını da hatırlıyorum. Neden öyle baktığını düşündüm bir an, hanım konuştu ben onu düşündüm, hanım konuştu ben onu düşündüm. O ha dedim kendimce bir an, yani "at ol da; faytona koşulduğunu anla." Hadi canım sende...
Hala bana mahsun gözlerle bakıp duruyordu. Nereden bileyim ki, kırık nalının ayağına battığını söylemek istediğini.
"Şimdi ne yapacaksın?" Dedi. Nalbant Ustası gür sesi ile.
Kendi akılsızlığımı, konağa kendim ihbar edeceğim.
Elimize fenerleri alıp, bir an önce başka faytonlarla bu koca adayı aramaya başlamalıyız. Derken...
Kâmil Efendinin gözlerinden yağmur gibi yaşlar süzülüyordu.
öyküsatıcısı/Davi. 2015 Ocak