6
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1472
Okunma


SAFİNAZ ABLA-7
"Safinaz ablaya duyduğum sevgi o çocuksu aşkı çok gerilerde bırakmıştı. Onunla aramızda olan, artık, dört başı mamur bir dostluktu. Sonsuzluk içinde varlığı belli olmayan iki dünyanın, dostluğumuzu sonsuzluğa eş değer büyütmeye, aradaki mesafeleri ise küçültüp yok etmeye amade kahramanlarıydık biz. Bana biçilen görev öğrencilikti, çok şey öğreniyordum bu ilişkiden, çok...
Bu dostluğun kıyısında köşesinde yer alamayanlar, bizi gıptayla izlemekle yetineceklerdi."
Evimizin bulunduğu ara cadde, iki yanındaki yüksek binalardan ve yıllanmış ağaçlardan ötürü sürekli gölge içinde kalıyordu ve güneşin güçlü olduğu günlerde bile serin bir koridoru andırıyordu. Bu kasvetli görüntüsü insanın içini karartıyordu.
Oturduğumuz binanın zemin katında iki dükkân vardı. Bunlardan daha küçük olan çay ocağıydı. Babam, arada sırada buraya uğrayarak çay içiyordu. Sanırım oradakilerle sohbet etmek de hoşuna gidiyordu. Daha çok da bitişik dükkânda esnaflık yapan emekli imam ile…
Emekli imam, dükkânında cenaze levazımatından tutun da Kuran’ı Kerim’e kadar pek çok şey satıyordu. Tüm semtin bu tür ihtiyaçlarını karşılayan bir dükkândı onunki… Emekli imamın dükkânında, on dokuz, yirmi yaşlarındaki İmam Hatip Lisesi mezunu oğlu duruyordu. Yakışıklıca bir delikanlıydı. Benimle küçümsemeden, hatta fikirlerime önem vererek konuşması hoşuma gidiyordu; bu nedenle dükkânlarında geçirdiğim zamanlar da fazlalaşıyordu. Babası gibi imam olan oğlana, neden imamlık yapmadığını sorduğumda, bana, “tayinimi yaparlar cehennemin dibinde ki bir köy camiine şimdi… Yapılacak iş mi alla sen,” demişti.
Amaç para kazanmak ise, para matbaası gibi çalışan dükkânları yeterdi de, artardı bile.
Tam bir Cumhuriyet karşıtlığını savunan, padişahların lafını ettikçe, adlarının önüne “Cennetmekan”, sonuna da “efendimiz” koyan emekli imam, Mustafa Kemal Atatürk’ün adı geçmesi gerektiğinde de, onu “Kör” diye adlandırıyordu. Ve, “onun bir gözü takmadır, cam gözdür,” diyerek, taktığı lakabı haklı çıkartmaya çalışıyordu. Susmasını bilmeyen adam, bir de, “Selanikli bir Yahudi dönmesidir kendisi,” diye lafını sürdürüyordu.
Bir gün dayanamamış, “ne olmuş öyleyse?” diye çıkışmıştım ona.
Babam, bu ukalalığıma kızmış, “büyüklerine karşı saygılı ol baki’im!” diye ikaz etmişti beni.
Sinirimi yenememiş, kızgın ve kırgın, ağlamaya başlamıştım. Sonra, “siz ikiniz, Atatürk’ün boku bile olamazsınız!” diye haykırarak oradan kaçmıştım. Bu babama ilk kez diklenmem olmuştu ve buna cesaret etmeme neden olan büyük Atatürk olmuştu.
Bununla beraber, bu diklenmem nedeniyle babamdan yiyeceğim dayağın korkusuyla, eve gidememiş ve Safinaz ablaya sığınmıştım.
Ona babamla emekli imama ettiğim hakareti anlattım.
Benden daha çok o kızmıştı. “İyi demişsin!” diyerek beni onayladı. “Onlar kim, benim hemşehrim kim?”
“Hemşehrin mi?”
“Hemşehrim ya… Ben de onun gibi Makedonya kökenliyim.”
Lafımı ölçmeden, biçmeden, "çingene değil misiniz siz?" diye soruverdim.“
Az bozulur gibi oldu, sonra gülmeye vurdu. "Çingene lafını kullanma! Roman de..."
"Neden?"
"Biz çingene değil, romanız da ondan. Çingene lafı romanları aşağılamak için kullanılır."
"Nassı yani?"
"Of! Bi de onu mu anlatayım sana şimdi?"
"Anlat nolur!"
"Kısaca anlataym bari," diyerek isteksizce anlatmaya başladı: "Eskiden Babil ülkesinde bu arap milletinin de, yahudi milletinin de atası olan İbrahim adında bir peygamber varmış. Bu adam..." Anlatacaklarını dinlemek için canım gidiyordu ama, burada öyle bir laf etmişti ki, kendimi tutamadım, sordum.
"Ne yani? Arap milleti ile Yahudi milleti akraba mı?"
"Akraba ya... İşte bu birbirini kıtır kıtır doğrayan akrabaların atası İbrahim, putperestlerin tapınağındaki heykelleri kırıp parçalayınca, Babillilerin o zamanki hükümdarı Nemrut tarafından ateşe atılarak yakılmasına karar verildi.
Ateşin çevre duvarı, yapılıp- tamamlanınca, Nemrut emretti. Ateş için odunlar taşındı. Oraya odun götürmek için odun yüklenen develer, odunların, İbrahim’i yakmak için taşındığını bildiklerinden, sırtlarındaki yükü yere düşürürlerdi, götürmek istemezlerdi. Bundan ötürü İbrahim, onlara hayır duada bulunurdu. Ancak katır, hırsla ve gönülden odun taşımıştı. İbrahim, katırlara lanet etti. Bu odunlar, bir yıl boyu taşındı. İbrahim’in ateşe atılmasına sıra gelince, sıcaklığından ötürü kimse yanaşamadı. Ne kadar çalıştılarsa, onu ateşe atamadılar. Aciz kaldılar. Şeytan, İbrahim’in ateşe atılamadığını görünce, hemen, kendisini önemli bir kimse şekline soktu. Önemli bir insan havasında, Nemrut’un karşısına geçti. Nemrut ona: "Sen kimsin, ne kişisin?" diye sordu. Şeytan, "İşittim ki, şu büyücü kimseyi, ateşe atmak istemiş, atamamışsınız. Sana, onu ateşe atmanın yolunu göstermeye geldim," dedi. Nemrut: "Yöntemin nedir, söyle bakalım!" dedi. Şeytan, "O’nu mancınıklarla atın!" diyerek Nemrut’a mancınığın yapılmasını öğretti. Mancınık yapılınca, Nemrut emretti, İbrahim’i, zincirlerle bağlı olarak getirdiler. Mancınığa koyup, atmak istediler. Lâkin mancınıkla da atamadılar. Tekrar aciz kalınca, yine Şeytan işe karıştı ve şöyle dedi: "Bir erkekle bir kız kardeş, burada çiftleşmeli ki, bunu ateşe atabilesiniz!" Nemrut onun dediği gibi biri kız, biri erkek iki kardeş buldurttu. Çin ile Gane adlı iki kardeş bu işi yaptı ve Çingeneler de onların soyundan türedi. İşte bu hikayeden dolayı roman milleti, kendilerine çingene denilmesinden hoşlanmazlar. Bu hikayeyi İbrahim’in torunları olup, öz akrabga olan yahudiler ve müslümanlar uydurmuştur. Bu iki akraba millet birbiriyle savaşıp, birbirlerini öldüğrüyorlar ve birbirlerinin kadınlarının, kızlarının ırzına geçiyorlar. Değil mi?"
"Hem de öyle valla..."
"Şimdi roman milleti mi sapık, kardeş kardeşe savaşıp birbirlerini düzen bu iki akraba kavim mi sapık, sence? Ne dersin?"
"Tabii ki, bu iki kavim sapığın sapığu hem de... Safinaz abla be?"
"Ne var gene?"
"Kızmayacaksan söylerim."
"De, kızmayacam!"
"Hani şeytan akıl verince atabildiler mi İbramı, onu merak ettiydim."
"Anlaşlıldı, hikayenin geri kalanını da anlatmam gerekecek sana. Anlatayım madem, dinle! Bu İbrahim, sonra mancınığın içine konuldu ve ateşe atıldı. İbrahim mancınıktan fırlatılınca, havada ateşe doğru ilerlemeye başladı. Allah(c.c), Cebrail’e emretti: "Yetiş! İbrahim havadayken tut!"Ona: "Ben Cebrail’im de! Benim yapabileceğim bir dileğin var mı? Diye sor", dedi. Cebrail, hemen o anda, İbrahim’e yetişti: "Ey İbrahim! dedi. Ben Cebrail’im! Allah(c.c.)’nün emriyle sana Geldim. Benden ne dilersen dile!" İbrahim: "Benim dileğim, Allah(c.c.)’na dır, sana değildir. Ben O’nun kölesiyim! Ateşte O’nundur! Nasıl dilerse öyle yapsın!" dedi. İbrahim, Allah’tan başka kimseden yardım dilemeyerek: "Ben sadece Allah’tan yardım isterim dediği için Allah(c.c.), ona, "Halilim" (dostum)dedi ve adı "Halilullah"(Allah’ın dostu) oldu.
Allah(c.c.), o zaman ateşe şöyle emretti:
"Biz söyledik: ’Ey ateş, İbrahim’in üzerine soğuk ve selâmet ol!’" Ve İbrahim, ateşin ortasına düşünce, ateş dört yana çekildi. Ateşin ortasında bir yer açıldı. Güzel bir pınar çıktı. Çevresi yeşillendi. O da geldi, pınarın yanına oturdu. Ayağındaki zincir bağları çözüldü. Nemrut, yüksek bir saray yaptırmıştı. O sarayın üstüne, ağaçtan yüksek bir sedir yapılmasını emretti. O yüksek yere çıkarak, ateşi görmek istedi. Hem de şöyle dedi: "İbrahim’in ateş içindeki halini göreyim! Acaba yanıp kavruldu mu?" Nemrut, ateşin içine baktı. Ateş ortasında, pınarı ve yeşilliği gördü. İbrahim’de, sağ olarak pınarın yanında oturuyordu. Nemrut, bu hal karşısında şaşırdı, kaldı. "Ey İbrahim!" diye bağırdı. İbrahim’de: "Ey Allah düşmanı! Ne diyorsun?" diye cevap verdi. Nemrut, "Bu ateşi senin için kim böyle yaptı?" diye sordu. O da: "Ateşi Yaratan!" dedi. Nemrut, "O Yaratanın hakkı için ateşin içinden dışarı çık. Seni göreyim!" dedi. İbrahim kalktı. Ateşin içinde yürüdü. Nereye ayakbastıysa, o yerdeki ateş sönüyor, orası çimenlik oluyordu. Bu suretle İbrahim, dışarı çıktı, durdu.
Nemrut, "Ey İbrahim! Sana ne söyleyeyim! Senin yüce bir Rabbin varmış. Şimdi dileğim, senin Rabbine konukluk etmektir!" dedi. İbrahim, "Benim Rabbimin konukluğa ihtiyacı yoktur." dedi. Nemrut, "Ben onu konuklasam gerek!" dedi.
Bin at, bin deve, koyun, sığır ve kuşları; yani sultanları konuklamaya yarar şeyleri getirdiler. Hepsini, İbrahim’in Rabbine karşı kurban ettiler. Ancak Allah(c.c.), hiç birisini kabul etmedi. Nemrut, kurbanın kabul edilmediğini anlayınca, İbrahim karşısında mahcup oldu. Bu utançla, İbrahim’in yüzüne bakamadı. Üç gün sarayına kapandı. Nemrut, halkın kendisinden yüz çevirmesinden korktuğu için sabırsızlandı. Saraydan dışarı çıktı, hemen adamlarını, dört bir yana mektuplar yazarak yolladı: "Çabucak ordular gönderin! Tamamen silahlansınlar. Gök Tanrısı ile savaş etsem gerek!" dedi. Yüz bine yakın talimli asker, Nemrut’un önünde toplandı. Sonra Melek, Nemrut’un yanına varıp:
"Ey zavallı, senin gibi bir biçareye asker ne gerek! Yüce Allah, yarattığı en küçük bir kuluna emrederse, seni de, askerini de yok eder!" Dedi. Yüzünü göğe yöneltti:
"Yarabbi, Sen, bu tağutun neler söylediğini bilirsin. Bunun helakini, sana havale ediyorum!" Dedi.
Yüce Allah, yaratıklarının en zayıfı olan sivrisinek ordusuna emretti. Akın akın geldiler. Nemrut ordusundaki askerin, yüzlerine, gözlerine üşüştüler. Sivrisineğin çokluğundan, askerler, birbirlerini görmezlerdi. Her adamı ve atını ısırdığında, acısı dayanılmaz olurdu. Bu acıyla, hayvanlar şaha kalkar, canının acısından, askerleri yerlere fırlatırdı. Böylece, bu zalim ordu, perişan oldu. Nemrut, yapayalnız kaldı. Kaçıp, sarayına girdi. Kapıları sağlamca kapattı. O beladan kurtuldum sandı. Fakat Yüce Allah(c.c.), sineklerin en zayıfına emretti. Öyle ki bir gözü kör, bir ayağı topaldı. Baca deliğinden içeri girmiş,Nemrut’un dizi üstüne konmuştu. O, onu tutup öldürmek istedi. Sinek uçtu, yüzüne kondu. O da onu, yüzünden kovmak istedi. Sinek yine uçtu, onun burnunun içine girdi. Oradan beyninin içine kadar yürüdü. Azar azar beynini kemirmeğe başladı. Nemrut iki eliyle yüzüne, gözüne vuruyor, acısını bir parça dindirmek istiyordu. Sinek, ona, o kadar işkence ediyordu ki, ne zaman başını sallasa, sineğin kemirişi diniyordu. O da, o zaman rahat ediyordu. Eğer başına, bir şeylerle vurmazlarsa, sineğin beynini yemesi yine devam ediyordu. O zaman, Nemrut’un feryadı göklere çıkıyordu. Sonunda, başına vuracak bir görevli gerekti. Tokmaklar hazırlandı. Nemrut’un yakınlarından, nöbetle onun başına vuracak kişiler görevlendirildi. Nemrut, hafif vurandan darılır, kuvvetli vurandan memnun olurdu. İşte kendisini "tanrılaştıran" ve kendi çağının en büyük krallığının başındaki zalimin akıbeti böyle oldu! "
"Çok güzel bir hikayeydi, ağzına sağlık."
"Ben de bu hikayeler çok. Ara sıra anlatırım istersen."
"İstemez miyim!"
"Biz gene Mustafa Kemal’i konuşalım. Mustafa Kemal’i küçültmek isteyenler uydurdukları Kör, cam göz, Yahudi dönmesi yalanlarına dört elle sarılırlar. Bu uydurmalar Mustafa Kemal düşmanlarınca çok kullanılıyor. Ama, onun kadar yakışıklı, onun kadar akıllı, onun kadar kahraman biri daha gelmemiştir bu memlekete…”
Annem aşağıya inip de, “niye oturup duruyorsun burada? Eve gelsene artık,” diyerek götürmek istediğinde direndim.
“Gelmeyeceğim işte! Gelirsem babam dövecek!”
Safinaz abla, “dövmeye kalkışırsa kaçar gelirsin buraya,” diyerek gitmemi istedi.
Annem, “baban o kadarcık şey için dövmez, korkma. Dövmeye kalkışırsa da ben mani olurum” diyerek beni zorla eve götürdü.
Camide vaaz verir gibi babama nutuklar çeken, siyasi ve tarihi misyondan yoksun bu adamla hiçbir tartışmaya girişmeden, öylece dinleyen babamdan nefret ediyordum. Dövse dahi umursamayacaktım ve aynı hakareti sürdürecektim: “Sen de, o imam bozuntusu da Atatürk’ün boku bile olamazsınız işte!”
Babam hiçbir şey demeden, ama bir karış suratla karşıladı. Geçip bir kenara oturdum.