23
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
2622
Okunma


Bazen çığlık çığlığa bağırıp ağlamak ister ya insan, ta öyleyim şu anda. Bozuk bir kasetçalar gibi durmadan anlatmak, anlatmak istiyorum önüme gelene içinden çıkamadığım sorunlarımı. Ama olmuyor işte, olmuyor! Şu tabiat denilene ters düşüyor bende. Onun içindir ki; Yapamıyorum!
Sonra alıp başımı parka gidiyorum. O güzelim yeşile bakarken gözlerim, belki derinden derine mest olur da bütün sorunlarımı unutur, yemyeşil düşler, düşlerim diye.
Hele kuşların zikir saatine denk geldiyse ziyaretim, işte o zaman bir başka güzel olur keyfim.
“Binlerce bilyenin havada çarpışması” dese de Ahmet Altan; Yüksekçe bir dağın tepesinden akan şelale gibidir kuşların sesi. Huzur verir, dinlendirir beni. Bir süre dinledikten sonra, bir ileri bir geri gider hafızam ve o sorumluluk çuvalını yüklendiğim günde kalır.
O gün ne yaşanmıştı da yüklenmiştim ben bu çuvalı dersiniz. Aslına bakarsanız herkesin evinde olan olağan şeylerden biriydi. Sıradan bir gündü yani…
Kardeşlerimle ben, bahçemizdeki incir ağacının dibinde oynarken, rahmetli anacığım da sabah işini kotardıktan sonra yayığın başına geçmişti. Anam, yayığa tokmağı her vurduğunda, yayık, “güm güm” sesler çıkarırken arada bir de etrafına köpürüyordu; tabii kardeşlerimle fazlaca yaramazlık ettik mi anam da bize…
Yayık, yayılıp yağlar kotarıldıktan sonra anamın aklına tarlada çift süren babam düşmüş olmalıydı ki; bakır bakracın içine ayrandan bir miktar doldurup kardeşimle beni yanına çağırmıştı.
“Bu ayranı tez babanıza götürün de soğuk soğuk içsin; yollarda oyalanıp ayranı ısıtmayın ha!” diye de gözdağı vermişti.
Benim iki yaş küçüğüm olan kız kardeşim, koşup ayran kovasını anamın elinden almıştı. Tabii anam da onun saçlarını okşayarak, “Aferin benim Kara kızıma” diyerek ödüllendirmişti onu. Kardeşimle anlaşmıştık güya; tarlaya kadar ayran kovasını dönüşümlü olarak götürecektik.
Daha köyü çıkmamıştık ki ayran kovasının elimi öpmesiyle, kovayı almam bir olmuştu. Ne de olsa dönüşümlü götüreceğimiz için aldırış etmemiştim. Az götürdüm uz götürdüm arada bir kardeşime doğru uzattım ama her defasında görmemezlikten gelmeye başlamıştı. Köyü çıkalı çok olmuş, babamın çift sürdüğü tarlaya az bir mesafe kalmıştı ki ben kovayı bıraktım ve “Kovayı alacaksan al, yoksa burada bırakırım!” dedim kardeşime ve kovayı bırakıp yürümeye başladım.
Kardeşim kovayı aldı mı dersiniz? Hayır! O da benimle birlikte, hatta benim çok önümde yürürken, ben, arada bir ardıma dönüp bakıyordum; susamış bir köpek gelip bizim ayrana yanaşmasın diye ama içim içimi de yiyordu ayran ısınıyor diye.
Nasıl ısınmasın ki; yolun kumu Arabistan çölünü aratmayacak cinstendi. Üstelik vakitte öğlene yaklaşıyor, baharın yaza dayandığı bu mevsimdeki sıcaklığı anlatmama gerek yok sanırım.
Yüz metre daha gitsek babamızın yanındaydık ama elimizde kova yoktu. İkimizin de inadı inat, bu arada ayran ısınmış, neredeyse kaynayıp çökelek olacaktı. Kardeşime alması için bağırıyordum ama ardına bile baktığı yoktu, güya babamıza yaklaştık ya sevgi gösterisi yapmak için koşuyordu.
Yolun ortasında, ayaklarımı kızgın kumlar yakarken durup düşünmüşdüm. Bu ayranı babamıza soğuk soğuk içsin diye anamız yollamıştı ama biz iki kız; biri çuvaldız biri biz hesabı yollarda inatlaşmaktan ayranı ısıtmayı bırakın kaynatmıştık(!)
Bir geride kalan ayran kovasına, bir alnındaki teri işaret parmağı ile silen babama, bir de deli beygir gibi koşan kardeşime baktım ve geri döndüm.
İşte o gün bugündür yüklendiğim o sorumluluk çuvalı hiç inmedi sırtımdan.
Ne kadar gözyaşı, dert, tasa varsa hepsini çuvalladım. Dökülmesin diye de çuvalın yırtık sökük yerlerini güzelce yamayıp aldım sırtıma.
Hadi bana eyvallah!
20.09.2014/Emine UYSAL