5
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1834
Okunma

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içindeyken, kağnıların, harmana buğday taşıdığı zamanlarda bir anne ile kızı varmış.
Bu anne ile kızı o kadar yoksulmuş ki, köpekleri Baraktan başka ne bir dönüm tarlaları, ne de sığınacak kimseleri yokmuş. Fakirlikle mücadele edip karınlarını doyurmak için güçlerinin el verdiği ölçüde, hatta güçlerini de zorlayarak buldukları her işe giderlermiş.
Anne ile kızı, işe gidip gelirken de harman zamanı kağnılardan dökülen başakları karınca gibi toplayıp kışlık yiyeceklerini kilerlerinde istif ederlermiş.
Gel zaman git zaman aradan yıllar geçmiş. Kız iyice büyümüş, anne de oldukça yaşlanmış. Bir bahar günü anne ile kızı, evlerinin önündeki gölün kenarına gidip söğüt ağaçlarının dibine oturmuşlar. Bahar, yeşilin bütün tonlarını doğaya sermiş, söğüt ağaçlarının gölgesi göle düşmüşmüş.
Bütün bu güzellikleri izleyen anne ile kızı, kendi kendilerine iyi kötü hayale dalmışlarken anne birden bire kızına dönüp; “ Bak kızım; ben, iyice yaşlandım. Bu kışa ya çıkarım ya çıkmam; Bu kış ölürüm herhâlde.”
Annesinin seslenmesiyle kendine gelen kızı; “Aman anam, ağzından yel alsın, sen ölürsen Barakla ben ne ederiz.”
Anne; “Düşündüğün şeye bak, gayri büyüyüp serpildin. Bu yıl bir kısmetin çıkar kocaya gidersin. Barak da kudurur ölür.”
Söğüt gölgesinde oturan kız, bakışlarını göle çevirip annesinin dediklerini düşünmeye başlamış. Annesinin ölecek olması içini acıtırken, kendisinin bir koca bulacak olma ümidi bu acısını hemen bastırmış. Bir süre gölde yüzen, bir birleriyle cilveleşen ördekleri izleyip annesine hak vermiş.
Kız; “ İyi dersin hoş dersin anam da ne yiyeceğiz?”
Anne; “A be kızım, çalışmayalım dediysem hepten yan gelip yatalım demedim ki. Günlük karnımızı doyuracak kadar çalışsak yeter. Şunun şurasında kışa ne kaldı. Ah ah! Ağrılarım da günden güne artıyor, ölmem yakındır yakın.”
Kızı, evlenecek olmanın umuduyla annesinin son sözlerini duyup hayıflanmamış. Bir gün çalışıp bir hafta yiyerek yazı söğüt gölgesinde geçirmişler.
Kara kış gelip kapıya dayanmış.
Ne köpek kudurup ölmüş, ne kız kocaya gitmiş, ne de yaşlı kadın ölmüş. Elde yok avuçta yok, yakacak odun, öğütecek buğday başağı yok… Açlıktan ve soğuktan ellerini ovuşturup dururken, köpekleri Barak da açlıktan kısık kısık havlarmış.
Kapı ve pencere aralıklarından içeri giren sert rüzgâr, köpeğin açlıktan havlamayla karışık ulumasını da getirirmiş.
Rüzgârın getirdiği bu değişik sesi güçlükle duyan yaşlı kadın kızına;
-A be kızım, çık bak bakalım sokaktan kağnı mı geçiyor? Birkaç başak toplarız da ezip şipit yapar yeriz, dermiş.
Annesine nazaran kızın kulakları daha iyi duyduğu için dışardan gelen sesin kağnı arabası değil, açlıktan ölmek üzere olan köpeğin uluma sesi olduğunu anlarmış. Anlarmış ama yapacak bir şey yokmuş artık. Su akarken testiyi doldurmadığı, kağnı geçerken başak toplamadığı, o koca yazı söğüt gölgesinde geçirdiği için çok pişmanmış. Pencereye çarpan karlara bakıp kendi kendine;
“Ben kocaya varmadım, anam ölmedi, köpek kudurmadı, ne yapacağız şimdi? Her zaman bir alternatifi olmalı insanın…”
19.09.2014/Emine UYSAL