23
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
2344
Okunma


Ne zaman birileri aşktan bahsetse, ilkokulda âşık olduğum o kıvırcık oğlan gelir aklıma…
Ama ne aşktı o ya; Dünyada ondan başka kimseye âşık olamam, hatta düşünemem bile sanırdım.
Bakınca ilk dikkatimi çeken kıvır kıvır siyah saçları idi, ya o Soma kömürü gibi parlayan gözleri... Kısaca her şeyiyle beğenip sırılsıklam âşık olmuştum ona.
Arkadaşlarımızla kovalamacı oynarken ben, hep onu kavalar, siyah önlüğünün kuşağı elimde kalıncaya kadar da bırakmazdım. Her defasında kuşağını kopardığım için sızlanır, bazen de ağlardı. Garibim, annesinden duyacağı azarı düşünüyor olmalıydı ağlarken. Oysa ben onunla daha yakın olabilmek için yapardım bunu. Her kopardığım kuşak bizi birbirimize daha sıkı bağlamıştı.
O günlerde pek düşünemezdim, köy ağası olan babamın beni çulsuz çobanın oğluna vermeyeceğini. İlkokul bitinceye kadar bu masum aşkımız devam etti. O bana şiirler yazar, ben ona şarkılar söylerdim. İyi bir şair olması benim yüzümdendir, dersem abartmış olmam hani…
İlkokul bittiğinde ben başka dalda, o başka dalda eğitim görmek için başka şehirlere gittiğimizde yollarımız ayrılmıştı. Ama ailemin beni baş göz etme telaşı hiç bitmiyor, hiç istemedikleri birine âşık olup evlenmemden korkuyorlardı. İlkokul aşkımı onaylamadıkları gibi… Beni okuldan alıp bir an önce evlendirme derdindeydiler. Direndim ve okudum.
Aşk, ilkokul yıllarımda kaldığına göre bir daha âşık olamam düşüncesi ile bana evlenme teklifi eden çalıştığım kurumdaki herkes tarafından sevilip sayılan Niyazi ile mantık evliliği yaptım.
Artık benim için zor yıllar başlamıştı. Bu evlilikte olmayan sadece aşk değil, anlayış, hoşgörü ve sevgi de yoktu. Evliliğimiz günden güne çekilmez bir hal almıştı. Evliliğimizden üç çocuğumuz olmuştu. Çocuklarımızın biri üniversiteyi bitirip hayata atılmış, diğer ikisi üniversiteli olmuş başka şehirlere gitmişlerdi. Ben ve kocam evde yalnız kalınca bitip tükenmeyen sorunlarımıza her gün yenileri ekleniyordu.
Çözemediğim sorunlarımızı yumak yumak içime gömmeye devam ediyordum. Ama nereye kadar? Zaman zaman gelen titreme nöbetleriyle artık vücudum dayanma gücünü yitirdiğini, sinir sistemimin alt üst olduğunu anlatmaya başlamıştı. Kendimi toparlamalı, evliliğimi düzeltebilirsem düzeltmeli, düzeltemezsem hayatıma yeni bir yol çizmeli ve kendim için yaşamalıydım. Belki güzel günler sanıldığı gibi Kaf Dağının ardında değildi.
Bu düşüncelerle yerimden kalkıp mutfağa doğru yürüdüm, akşam için yemek yapmalıydım. Dolaptan çıkardığım patlıcanları yıkamak için küçük bir leğene koyup çeşmenin altında ovuştura ovuştura yıkamaya başladım. Akan suyla birlikte hayalden hayale dalıyor, kâh kırlara çıkıp çocuklar gibi hoplayıp zıplıyor, kâh dayanılmaz ağrısı olan bir hasta gibi inliyordum. Patlıcanların yıkanması bittikten sonra birkaçını oymuştum ki, başım dönmeye, elim ayağım ara sıra olduğu gibi yine uyuşmaya, titremeye başlamıştı. Oldum olası tez canlı biri olduğum için hiçbir işi oturduğum yerden yapmazdım. Yine ayakta tezgâhın önünde yapıyordum işimi. Elimin titremesi ile birlikte başımın hızla tezgâha çarpması bir oldu. Dayanılmaz bir acıyla çığlık attığımı hatırlıyorum, sonrası kayıp. Hem de büyük bir kayıp…
Gözümü açtığımda bir hastane odasında buldum kendimi. Bana ne olmuştu, buraya neden gelmiştim, daha doğrusu beni kim getirmişti hiçbirini hatırlamıyordum. Artık bu saatten sonra hatırlamaya çalışmamın da bir yararı yoktu bana. Kısaca, başım dönünce elimdeki bıçağın üzerine kapaklanarak kendi gözümün birini çıkarmışım. Artık gözümün biri yoktu; sol ya da sağ fark eder mi! Bu benim için oldukça üzücü bir durumdu. Biri kalmış ya, o an için onun şükründe değildim. Ruhumun ayrı, gözümün ayrı acısı vardı. Şimdilik acılarımla boğuşmaktaydım; ama dineceğe de benzemiyordu.
Hastaneden çıkıp eve geldiğimde hem ruhen, hem de bedenen çökmüş durumdaydım. Başıma bu kaza gelmeden önce toparlanıp tedavi olmaya, eski huzur ve sağlığıma kavuşmaya karar verdiğimi hatırladım. Toparlanmalıydım. Boy aynasının önüne geçip uzun uzun kendime baktım, gözümün yerinde kapkara bir boşluk vardı. Elimle gözkapaklarımı kapatıp o çirkin görüntüyü yok etmeye çalışırken arkamdan gölge gibi yaklaşan kocamı gördüm. Bakışlarında öğle bir iğrençlik vardı ki, bir an buz gibi olduğumu hissettim.
Hele “Artık kör bir insansın, eski güzelliğinden eser kalmadı, seni bu halinle hiç kimse beğenmez” dediğini duyduktan sonra dünya başıma yıkılmıştı. Neyin öcü idi bu! Oysa sen üzülme hayatım, ben seni her halinle beğeniyorum, falan diyeceğini, bu zor günlerimde bana destek olacağını ummuştum.
Bu sözleri bardağı taşıran son damla olmuştu. Zorla da olsa yollarımızı ayırabilmiştik. Daha doğrusu ben ayırmıştım.
Kocamdan ayrıldıktan sonra küçük bir daire tutup sade bir şekilde döşedim. Artık huzur içinde ve yalnız yaşamaya alışmalıydım. Kalabalıklar içinde yalnız olacağıma kendi yalnızlığımla barışmaya karar verdim.
Dünyada aşk diye bir şey varsa, o da ilkokulda kalmıştı bana göre. Artık başka başka arayışlara girmeli, kalbimin sızısını dindirecek ilahi aşkı bulmalıydım. Yoksa kalbim huzur bulmayacaktı.
Tasavvufa yönelip bu konuda bana yol gösterecek her kitabı okumaya başlamıştım. Gerçekten kalbim huzurla dolmuştu, mutluydum.
Sadece okumak bana yetmiyor, kutsal mekânları görmek arzusu günden güne içimi yakıyordu. Bu arzuma ulaşmak için kültür turlarına katılmaya karar verdim. İşte ne olduysa katıldığım o turda oldu…
Aşkın mekânı yoktu…
İlk ziyaret edeceğimiz yer Urfa idi. Urfa’ya gelinir de Balıklı gölü görmeden gitmek olur muydu? Bütün kafile balıklı gölü geziyorduk. Bakınca görülen balıklardı ama bu balıkların hikâyesi insanı alıp götürüyordu. Hz. İbrahim’i yakan odunlar bu balıklar mıydı? Acaba gerçekten yanmış mıydı, yoksa uçup Allah’ına kavuşmuş muydu? Bu sorularla beynim cebelleşirken gölün karşı kıyısında elindeki ekmek kırıntılarını göle atmaya çalışan biriyle bir anlık göz göze gelmem bir oldu. Bu öyle bir bakıştı ki, bir anda İbrahim’in yandığı ateşe düşmüş gibi oldum. Bu nasıl bir şeydi? Aşk desem aşk değil, tutku desem tanımıyorum. Bir kıvılcım, bir ateşti ama neyin habercisi?
O şaşkınlıkla gruptan ayrılıp otele doğru yürümeye başladım; ama odama da kapanmak istemediğim için otelin bahçesindeki bir banka oturdum. Arkamdan gelen bir ses “Gerçekten yanmamıştır değil mi?” dedi. Dönüp baktığım da oydu. Ne demek istiyordu, yanmayan kimdi, daha önemlisi buraya neden gelmişti.
Kekeleyerek; “Kim yanmamıştır” dedim.
“İbrahim” dedi.
O an benim ne kadar yandığımdan haberi yoktu. Belki o da benim yandığım gibi yandığı için arkamdan gelmişti.
İlkokul yıllarımda bıraktığım o mekansız aşk gelip yine bulmuştu beni.
Bu bana Allah’ın bahşettiği ilahi bir aşksa korunda yanmaya gönüllüyüm.
26.08.2014/Emine UYSAL