8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
891
Okunma

Kaportasının tamamına yakın bir kısmını kaplayan ve oldukça kaba bir işçilikle uygulanan macun nedeni ile, açık yeşil rengi nerede ise görünmez hale gelmiş eski Mercedes otomobil, E-5 devlet yolu üzerinde top oynamakta olan Kaynaşlı çocuklarını kaba kornası ile uyardıktan sonra yavaşlamadı, olanca hızı ile Bolu Dağının virajlı yokuşunu tırmanmaya başladı. Eksozundan yayılan yanık yağın keskin kokusu, heyecanlı ve sabırsız çocukları, bir süreliğine de olsa oyun kurmaktan alı koydu.
İkisi çıkışa, biri inişe ayılmış üç şeritli ve düzgün asfaltlı bu dağ yolunda, her iki yönlü olarak yaşanan tenhalık, sadece çocukların değil, inlerin ve cinlerin dahi top koşturmasına imkan veriyordu o gün. Oysa, günün hemen hemen her saatinde, trafik oldukça yoğun olurdu memleketin bu önemli geçit noktasında.
Bolu Dağı Geçidi dediğiniz zaman, şöyle arkanıza yaslanıp, bir durup düşünmeniz gerekirdi. Gerek batı, gerekse doğu olsun, hangi yöne seyahat ederseniz edin; bu geçidi ardınızda bıraktığınızda, selamete çıkmış, yolun en tehlikeli bölümünü sağ salim atlatmışsınız demektir. Bolu Dağı Geçidi, çok kazalara şahitlik yapmış, çok canların toprağa düşmesine sebep olmuştur. Kışın karı-buzu, yazın sisi eksik olmaz, şoförlerin korkulu rüyalarında hep ilk sıraları alırdı.
Tüm olumsuzluklarına rağmen, doğa güzelliği bakımından da, gerçekten inanılmaz görüntüler sunar insanın bakışlarına bu dağ. Dik yamaçları kaplayan sık çam ormanlarının nefis manzarası, temiz havası, soğuk ve tatlı suları ve leziz yemekleri ile, gelip geçen yolcuların hatıralarına, unutamayacakları enstantaneler kaydeder.
Bu tehlikeli yol güzergahının en ilginç yanı, şüphesiz ki, yol kenarlarına sıra sıra dizilmiş olan et lokantalarıdır. Yolu bu coğrafyaya düşen herkes, muhakkak bu güzel ve doğaya uyum sağlamış lokantaların birinde eğleşmiş, nefis kuzu etinden pişirilen pirzolaların tadına bakmış, hemen yan taraftaki çeşmenin kurnasından doldurulan ve ahşap testi ile sunulan soğuk suyu yudumlamıştır.
Trafik akışının, nerede ise sıfır seviyesine indiği bu enteresan zaman diliminde, restaurant önüne attıkları sandalyelerde pineklemekle meşgul olan çalışanlar, oflaya-puflaya dağı tırmanmaya çalışan yorgun aracı, yokuşun ilk başladığı noktadan itibaren ilgi ile takip etmekteydiler. Seyrek de olsa, deprem bölgesine doğru hızlıca akıp giden yardım araçlarına dışında, ilgilerini çekebilecek hiç bir hareket vuku bulmamaktaydı zira. Alışagelmedikleri bir sakinlik ve sessizlik hüküm sürmekteydi dağda. Bu sevimsiz sessizliği, yol kenarlarına kurulan kocaman çeşmelerin taşma borularından dökülen suyun sesi bozmaktaydı sadece. Bir de, televizyonlardan, radyolardan izledikleri deprem görüntülerine ses veren spikerlerin hüzünlü sunumları...
Bu uzun ve yorucu tırmanışın yarısına geldiklerinde, ekonomik ömrünü çoktan tamamlanmış yorgun otomobil,artık intikaların da tükendiğini haykırırcasına, kesik kesik öksürmeye ve yakın zaman aralıkları ile teklemeye başladı. Aheste aheste de olsa, bin bir çile çekerek de olsa, tüm gayreti ile bir kez daha eteklerinden yukarılara tırmanma, doruk noktasına ulaşarak bir kez daha bu yüce dağı fethetme mücadelesinin, o an itibari ile nihayetlendiğini ve acı bir mağlubiyetin finali olarak kader çizgisine yazıldığını anlatıyordu bir küçük lokantanın önüne mecburen park edilirken sanki açık yeşil otomobil.
Gök mavisi gözleri, güneş yanığı teni ve yılların yorgunluğunu resmeden kırışıklıklarla dolu yüzü ile, tam bir mücadele insanı portresi veren sürücü, bir süre sakin sakin direksiyon başında oturdu; sonra da gün görmemiş, okkalı bir küfür savurarak araçtan dışarıya çıktı. Yaka cebinden çıkardığı Maltepe paketindeki son sigarasını, kınından kılıcını çeken bir Yeniçeri edasıyla sıyırdı; yılbaşında çalıştığı şirketin hediye olarak verdiği Zippo çakmakla tutuşturdu; derin bir nefes çekerek, Bolu Dağının eteklerine, uzaklardan ufak tefek evleri ile gözükmekte olan Kaynarca’ya doğru üfledi.
Zaman, usuldan usula akşama doğru yol almaya başlamıştı artık. Güneşin, Düzce ufuklarıyla öpüşmesine çok da uzun bir süre kalmamıştı. Varacakları menzil uzun, kullanacakları vakit kısıtlıydı.
Yan gözle, aracın arka koltuğuna boylu boyunca uzanmış arkadaşına baktı. Uzunca bir süredir kaybettiği kan nedeni ile olsa gerek, yüzünün rengi iyice beyazlamış, vücudunu saran uyuşukluğun rehaveti ile derin bir uykuya dalmıştı. Her iki ayağına da alel acele sarıldığı belli olan sargıların hemen hemen her bölgesi kızıl bir renge bürünmüş, doyuma ulaşan bezin gözeneklerinden sızan kan, aracın koltuğundan yol bularak aktığı döşemede birikmeye, ardından da pıhtılaşmaya başlamıştı.
Canı sıkıldı. Sigaradan derin bir nefes daha çekti ve dumanı bir kaç saniye içinde hapsettikten sonra, tüm sıkıntılarını da beraber alıp götürüyormuş gibi bir hazla serin havaya üfledi. Aracın kapotunu açtı, motoru inceledi. Yılların mekanikçisiydi, fazla irdelemeye gerek yoktu. Motor, çoktan ömrünü tamamlamıştı, sil baştan yeniden dizayn edilmeliydi.
Çaresizce etrafına göz gezdirdi. Ne gelen, ne de giden bir araç vardı görünen. Günlerden Salı, vakit akşam üzerine yakın olmasına rağmen, tüm araçlar, hatta tüm insanlar kayıplara karışmış gibiydi. Son çare olarak, önüne park ettiği küçük, gösterişsiz lokantaya doğru yürüdü, gıcırtı ile açılan kapıdan içeriye süzüldü.
Giriş kapısının kapanışını duyan orta yaşlı, oldukça büyük göbekli lokanta sahibi, sallana silkene mutfaktan salona doğru yürüdü. Bu günkü ilk müşterisiydi gelen ve bu duruma biraz şaşırmış gibiydi.
-Hoş geldiniz. Bir şeyler mi yiyeceksiniz?
-Hayır, karnım tok. Araçta yaralı bir arkadaşım var. Deprem bölgesinden gelip, Ankara’ya gidiyoruz. Aracım arıza yaptı, kalakaldı dışarıda. Durumu da çok iç açıcı değil maalesef. Arabadaki yaralı arkadaşım, epeyce bir kan kaybetmiş durumda. Acilen bir araca ihtiyacımız var. Bu konuda bize yardım edebilir misiniz? Ne yapabiliriz?
-Kendi aracım yok. Ustam aldı, köyüne gitti iş olmadığı için. Aşağıdaki Kulubeyhanı’nda bir arkadaşım var. Kendisi taksi sahibidir. Telefonlar çalışmıyor ama, şuradan bir yolla haber uçurabilirsek, götürür sanırım o sizi.
Beraberce lokantanın önüne çıktılar. Araçtaki yaralıyı görünce, durumun vahametini ve vakit geçirmemek gerektiğini daha iyi anladı lokanta sahibi de. Acele ile yolun karşısına geçti, sağ elinin baş ve küçük parmağının uc kısımlarını birleştirerek ağzına götürdü, aşağıdaki köye doğru tiz bir ıslık çaldı. Sonuç alamayınca, aynı hareketi ardı ardına bir kaç kez daha tekrarladı. Çok geçmeden amacına ulaşmış; arkadaşına, aracı ile gelmesi gerektiğini işaretler ile anlatmayı becerebilmişti.
Çok zaman geçmedi, sarı renkli Renault taksisi ile çıktı geldi arkadaşı. Gerekli pazarlıklar yapıldı, yaralı uyandırılarak yeni araca aktarıldı. Arızalanan otomobilin, müsait bir zaman sonra alınıncaya kadar burada, bulunduğu konumda korunabilmesi için lokanta sahibine ricada bulunuldu.
- ’Ne demek? Kendi malım gibi korurum. Depremzedelere bizim de küçük bir yardımımız olsun bu.’ dedi adam.
Vakit kaybetmediler, yarım kalan seyahatlerine bıraktıkları yerden yeniden başlayıp, yaralıyı tedavi ettirecekleri hastanenin bulunduğu Ankara istikametine doğru yola çıktılar tekrar. Toros marka küçük otomobil, tenha yollardan, kendine göre büyük bir süratle akıp gidiyordu doğu istikametinde. Bir müddet sonra, uzaktan Bolu şehrinin yüksek binaları gözükmeye başladı.
-Telefon!... diye mırıldandı yaralı.
-Ne oldu dostum? Bir sıkıntın mı var?
-Telefon...Telefon etmeliyiz. Aileme haber veremedim sağ olduğumu.Merak içindedir çocuklarım.
-Tamam. Merak etme sen.İlk istasyondan ararız sizinkileri.
Bolu şehrinin girişindeki ilk benzin istasyonunda durdular. Yaralının cep telefonu evinde, arkadaşınınki ise, yalnız bıraktığı eşinde idi. Mecburen sabit telefonlara yöneldiler, istasyon görevlilerinden ricada bulundular. Orada da hatlar kapalıydı. Tüm ülkenin batı bölümü, bu doğal felaketin etkisine girmiş, teknolojik açıdan resmen iflas etmişti.
Ellerinden gelen bir şey yoktu, mecburen yollarına devam ettiler. Gerede’ye vardıklarında, bir kez daha mola verdiler, bir kez daha denediler telefonu ama, yine sonuç hüsrandı. Uzaklarda bir yerlerde, merak içinde ağlaşan bir genç kadın ve eteği dibindeki iki küçük yavrunun göz yaşlarını dindirecek, mutluluğun en büyüğünü tattıracak bir kaç cümleyi alıp götüremedi telefon telleri bir türlü.
Araç yoluna devam etti. Hava kararmaya yüz tutmuştu artık ve tek tük araçlar görünür olmuştu yollarda. Akyarma Geçidini arkalarında bırakıp, Beypazarı’na doğru sallandıklarında, yakın köylerin minarelerinden yükselen ezan sesi kulaklarına aksetmeye başlamıştı. Büyük felaketten sonra okunan ilk akşam ezanıydı bu. Binlerce insanın ölümle tanıştığı o mahşer gecesinden sonra dünya, yine meçhul bir karanlığa doğru yol almaktaydı.
Kızılcahamam girişindeki bir yol boyu lokantasının önünde tekrar durdurdu aracını şoför. Yüksekçe söğüt ağaçlarının altına park etti ve kirli mavi renkte boyalı binanın, eski püskü kapısından içeriye girdiler alel acele yolcusu ile. Bu kez şansları yaver gitmişti. Kızılcahamam’da hem normal telefonlar, hem de mobil telefonlar çalışıyordu. Demek ki, Akyarma Geçidini mağlup edememişti felaket, dağın doğu kısmındaki normal hayatı etkileyememişti.
Mavi gözlü adam, lokanta sahibi ile görüştükten, durumu izah ettikten sonra, sabit telefonun ahizesine sarıldı, elindeki küçük nottan numaraları çevirmeye başladı. Önce ahizenin kulaklığına akseden çevirme seslerini, kısa bir zaman diliminin ardından da aradığı telefonun derinden derine çalan zilini işitti. Çok beklemedi, telefon çabucak açıldı ve ’Alo’ dedi heyecanlı bir ses.
-Ben Kadir. Gökhan Gökdeniz’in arkadaşıyım. Emine hanım ile görüşecektim.
Telefonun diğer tarafından çığlık sesleri yükseldi. Bir şeylerin yuvarlandığını, birilerinin düşüp kalktığını hissetti. Anlayamadığı bir çok tuhaf ses efektinden sonra, tanıdık ve heyecanlı bir sesin, hıçkırıklar arasından güç bele söküp alabildiği kısacık cümleleri ile sorduğu soruyu duyabildi.
-Kadir ağabey!... Gökhan öldü mü?
Bu ani ve beklenmedik soru karşısında afalladı bir an; neyi, nasıl söyleyeceğini, hangi kelimelerle, nasıl bir cümle oluşturacağını bilemedi.
-’Hayır, ölmedi’ diye fısıldadı usulca. Gözlerinden boşanıp gelen yaşlar, tüm sözcüklerini boğazına düğümlemiş; titreyen sesi, bir ümit kıvılcımı bekleyen genç kadını ikna etmeye yetmemişti.
-Yalan söylemiyorsun değil mi Kadir ağabey? Gökhan ölmedi, değil mi?
Kendini toparlamak zorunda olduğunu hissetti. Derin bir nefes aldı, gözlerini elinin tersi ile sildi, daha erkeksi ve kendinden emin bir sesle;
-Ölmedi diyorum sana kız! Beni de ağlattın boşu boşuna. Ayaklarında ufak bir problemi var. Şimdi yanımda, Ankara’ya götürüyorum onu. Merak etme sen. Çok iyi durumu.
-Ağabey, beni onunla konuştur ne olur? Ancak o zaman inanırım yaşadığına.
-Yav, arabada yatıyor dışarıda. Ufak bir problem var ayaklarında, yürüyemiyor, gelemez buraya.
-Ne olursun, görüştür beni kocamla. Kulun kölen olayım, bul bir çare.
Hüngür hüngür ağlayan kadının, yürek dağlayan yalvarmaları karşısında, nasıl davranacağını şaşırdı adam. Ellerini saçlarının arasında dolaştırdı, burnunu ve gözlerini sildi gayri ihtiyari. Bir süre ne yapabileceğini düşündü şaşkın şaşkın. Lokantadaki tüm insanlar, işlerini üçlerini bırakmış; dikkatlerini, yaşanmakta olan drama yönetmişlerdi.
Adam, yanı başında dikilen genç bir delikanlının elindeki mobil telefonu fark etti o arada. Yıl 1999. Telefonla konuşmak, bu günkü gibi ucuz değil o zamanda. Delikanlıya rica etti;
-Arkadaş, durumun vahametini gördün. Telefonunun numarasını ver de, karşıdakilere yazdırayım. Seninle biz dışarıya, arabadaki yaralının yanına gidelim; onlar arasın senin telefonunu, bir görüştürelim garibanları. Ne dersin?
-Olur tabi ağabey. Numaram şudur. ....................
Numara karşıdakilere verildi, durum anlatıldı, beraberce otomobilde yatmakta olan yaralının yanına gidildi. Bir süre beklediler ama, beklenen telefon bir türlü gelemedi nedense. Numara heyecandan yanlış mı alındı, ya da başka teknolojik problemler mi oluştu bilinmez, bir türlü aramadı beklenen numara.
Telefonun sahibi olan genç delikanlı, bir müddet bekledikten sonra; bir ayakları kan revan içindeki yaralıya, bir de elindeki telefona baktı. Az bir düşündükten sonra, telefonunu yaralı adama uzattı.
-’Al ağabey, istediğin kadar konuş. Beş kuruş istemem. Helal-ı hoş olsun. ’dedi.
Yaralı adam, gencin bu beklenmeyen davranışı karşısında kendini tutamadı, usuldan usula göz yaşı dökmeye başladı. Kendisine uzanan telefonu alırken, tamamen kızıla boyanan araç döşemesine damlayan göz yaşlarından utanmış olacak ki, başını kaldırıp, telefonu uzatan o iyi kalpli gencin gözlerine bakamadı. Mahzunca önüne eğildi sadece ve mahcup bir sesle;
-’Çok sağ ol!...’ diyebildi.’Allah, senden razı olsun.’
Önce eşinin telefonunu aradı. Meşgule düştüğünü fark edince, evin telefonuna yöneldi. Acelece tuşlara bastı, sabırsızlıkla verilecek cevabı bekledi.
-’Alo’ dedi bir çocuk sesi.
Tanımıştı. Büyük kızının sesiydi.
-’Yavrum benim!’ diyebildi sadece.
-Baba!...
Evde müthiş bir çığlık fırtınası koptu.
Saat 20.00 suları idi. Depremin üzerinden on yedi saat geçmişti.
O an, merak ile, hüzün ile, acı ile, göz yaşı ile geçen uzun saatlerin nihayetiydi.
O an, mutluluğun, kaderlerine yeniden yazıldığı andı.
Bir tutam hayat- 21.08.2014-Azerbaycan