9
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1242
Okunma

Nisan ayının ortaları...
Memleketime bahar gelmiş; kır çiçekleri, mor menekşeler, papatyalar açmış; yeşeren erik ve badem dalları, tomurcuğa duran söğüt ağaçları, olanca güzellikleri ile doğanın yeniden canlanışının o ilahi hazını sunmuşlardır şüphesiz insanıma. Soğuklarım, alıp başını başka diyarlara göç etmiştir şimdi; yağmurlarım, kısacık zaman aralıklarını yaren kılmışlardır sağanaklarına. Göklerde rengarenk uçurtmaları gezinmektedir şimdi çocuklarımın. Çiftçim, toprağın kara bağrındaki nafakasının peşine düşmüştür azimle.
Buralara,
bu uzak coğrafyaların yorgun iklimlerine, henüz yolu düşmedi baharın. Nisan ayı, alışageldiğimiz o gülümseyen çehresi ile merhaba diyemedi günümüze; sıyırıp atamadı sırtından kışın üşüten, ürküten kostümünü. Rüzgarların öfkesi dinmedi hala buralarda; bacalarda gezinmekte titreyen dumanlar, pencerelerde çözülmez prangalar...İnadı tutmuş güneşin yine. Başka göklerin, başka bulutlarına mı sevdalanmış nedir? Ne Hazar’ın derinliklerinden adam gibi doğuyor seherde, ne de memleketim ufuklarına doğru adam gibi akıp gidebiliyor aheste. Ağaçlar, derin kış uykularından uyanamadılar; kuru dallar, bir sihirli kıvılcımı beklemekteler sabırla. Çiçek goncaları, yol bulup yürüyemiyorlar hayatın tebessümüne. Doğa, hala ölü misali sessiz, ölü misali nefessiz.
Erken uyandığım günlerden biriydi. Zaten deliler gibi çalışmak, yorgunluktan ölü gibi uymak ve sabahın köründe uyanmaktan başka ne yapabiliyoruz ki buralarda? Günlük olağan işleri, sevimsiz bir rutinlik içinde çabucak hallettikten sonra, evi biraz havalandırmak gayesi ile pencereye yaklaştım. Gayri ihtiyarı servi ağacının altına kaydı bakışlarım. Yaşlı kadın yine oradaydı. Yine sakin, yine düşünceli, yine mahzundu duruşu. Orada, yalnızlığının sevimsiz atmosferinde, hayal dünyasının kim bilir hangi enteresan sahnelerini yaşamaktaydı.
Çok oyalanmadım evde. Alel acele toparlandım, biriken çöplerimi de yanıma alarak dışarıya çıktım.Zaten genellikle, televizyon ve bilgisayarın gözlerimi sızlatan parlak ışığı ile boğuşmaktansa, dışarının soğuğuna katlanıp, insan manzaralarının enteresanlığını yudumlamayı tercih etmişimdir sabahlarımda.
Avluda, dört-beş adet çöp konteynırı mevut. Her sabah, düzenli olarak temizlenmekte görevlilerce. Buna rağmen, insanlarda inanılmaz bir vurdumduymazlık ve savurganlık var nedense . Çöplerin, çöp kutularında düzenli olarak toplanması yerine, gelişigüzel yerlere saçılmasının, hem görüntü, hem de sağlık açısından olumsuzluklar doğurması hiç de umurlarında değil sözün doğrusu. Sonuçta pisliği temizlemek, o bölgede görevli olan başka bir yaşlı bayana kalıyor. Yaşlı bir insanın, her gün saatlerce çöp toplama uğraşında görmek, oldukça rahatsız ediyor beni. Benden başkasının da, bu sevimsiz durumla ilgilendiğini hiç zannetmiyorum.
Elimdeki çöp poşetinden kurtulduktan sonra, binanın ön tarafına geçip, ana caddenin geniş kaldırımını süsleyen yüksekçe zeytin ağaçlarını altına yerleştirilmiş banklardan birine, her zamanki gibi zevkle kurulup, gelen geçen insanları seyre dalmam gerekiyor normalde. Ama, bu gün öyle yapmıyorum. Saatime bakıyorum, servisimin gelmesine daha 45 dakika var. Bütün cesaretimi topluyorum, usuldan usula yanına sokuluyorum yaşlı kadının. Yaklaşan ayak seslerini duyunca, isteksizce başını kaldırıyor ve yüzüme bakıyor. O kadar etkileyici bakışları var ki, içimin ürperdiğini hissediyorum. Ne söyleyeceğimi, nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum; dikiliyorum öyle şaşkın şaşkın bir süre baş ucunda. Azerbaycan’da geçirdiğim günlerin alışkanlığı ile;
-Sabahınız heyr! Diyorum alçak bir sesle.
Karşılık vermiyor. Yorgun bakışlarını öylece asıyor gözlerime, mahzun bir sessizlikle beni seyrediyor.
-Ben, şu karşıdaki binada oturuyorum. Yoldaşım sizi görmüş burada, merak etmiş. Kimsiniz, neden her sabah buraya geliyor, soğukta yalnız başınıza oturuyorsunuz?
-Sen Türksüün? Diye soruyor ansızın.
Bu beklenmedik soru karşısında afallıyorum biraz, cevap veremiyorum bir süre.
-Evet. Ben Türküm.
-Balam, 22 ildir səni gözləyirəm mən. Çox gec qaldın gəlməkdə. Haradasın?
-22 yıldır mi?
-He ya!... Xocalı’nın soğuk dağlarında, Ağdam’ın donmuş ırmaklarında, Bakının arxa mahallelerinde, Sumqayıt’ın köhne kamplarında həmişə səni gözləyirəm illərdir. Neden gelmedin?
Dilim tutulmuş, öylece bakıyorum yaşlı kadının ağzından dökülen sitem sözcüklerine. O söylüyor, ben susuyorum. O söylüyor, ben küçülüyorum. O söylüyor, ben utanıyorum. Dizlerimden derman kesiliyor, bir karaltı gelip çörekleniyor göz bebeklerime. Bankın bir kenarına, bir külçe misali yıkılıyorum.
Susmuyor yaşlı kadın. Sol elini, sağ elimin üzerine koyuyor. Dünyanın bütün kırışıklıklarını bünyesinde toplayan, ana damarları ve hücreleri besleyen tüm yan kolları olanca detayı ile belirli bu yumuşacık elin, sabah ayazının üşüttüğü üç parmağından inanılmaz bir sıcaklık, şefkat ve sevgi duygusu yayılıyor ruhuma. Bakıyorum, küçük parmağı ile yüzük parmağı kesik. Hiç saklama ihtiyacı hissetmiyor.
Sanki yıllardır bu an için biriktirmiş tüm sözlerini. Özenle, sabırla beklemiş o günün, o soğuk Nisan sabahının gelmesini. Coşkun akan bir nehir misali sökülüp geliyor gönlünün derinliklerinden bir dramın gizli kalmış detayları. İnsanı mest eden anaç sesi ve hoş şivesi ile anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor...
(Hikayemizin bu bölümünü, anlam bütünlüğünü koruyabilmek için,Türkiye Türkçesi ile sunacağız.)
Güzel bir memleketti Hocalı. Sonu gelmeyen ormanları, soğuk ve lezzetli suları, temiz havası, verimli toprakları vardı. Orası yahşi vatandı. Ben orada tarih öğretmeniydim. Mutluyduk. Ermeni, Kürt, Ahıska Türkü komşularımız vardı.Gül gibi geçinip gidiyorduk aslında. Ama, ne Rus, ne de Ermeni politikacılar rahat bırakmadılar bizleri hiç. Birinin Kafkasya üzerinde idealleri, diğerinin bağımsız bir devlet kurma hayalleri vardı. Ne zaman ki Sovyetler dağıldı, Azerbaycan bağımsızlığını ilan etti, Ermeniler fırsat bildiler bu durumu, aç kurtlar gibi saldırdılar üzerimize. Azerbaycan küçük ülke. Azerbaycan’da petrol var. Bırakır mı akbabalar kendi kaderini yaşasın? Bırakmadılar. Kendi kaderini tayin etme hakkını kullanmasına izin vermediler.Kendi iktidarını sağlamlaştıramadı, kendi ordusunu kuramadı. Bir güvendiği kardeş ülke Türkiye vardı, ondan da yeterli desteği alamadı.
Aslan takattan düşünce, çakal sürüsüne gün doğdu.Rusların desteğini alan Ermeniler, dört bir yandan saldırıya geçtiler. Hain politikacılar ve askerler, kendi çıkarları uğruna, memleketlerinin müstesna köşelerini kaderleri ile baş başa bıraktılar.
Bunlardan biri de Hocalı idi. Gelip kuşattılar dört bir yanımızı, dünya ile ilişkimizi kestiler. Biz yine de bırakmadık, terk etmedik memleketimizi. Direndik, savaştık, yardım bekledik. Türk kardeşlerimiz, Ermeni’nin, Rus’un oyununu bozarlar diye umduk. Bir gelen, bir el uzatan, bir tutam hayat sunan olmadı.
1992 yılının, soğuk bir Şubat gecesiydi. Rus’un topunu, tüfeğini arkasına almış, saldırmış Ermeni üzerimize. Gorbaçov bir kanun çıkarmış, toplamıştı zaten elimizde ne kadar silah varsa. Kendimizi savunacak hiç bir şeyimiz kalmamış, bir ümidimiz var güvendiğimiz, o da bir işe yaramadı. Bizden toplamış ya, Ermeni’ye teslim etmiş nesi var, nesi yoksa.
Yoldaşım oracıkta, ilk atılan kurşunlarla gözümün önünde can verdi. Ölmeden, kaç dedi, kurtar çocuklarımı. Dağa kaç, Ormana kaç, Ağdam’a kaç. Öptüm kokladım yoldaşımı. Sonra, oğlumla ile kızımı kaptım, ormana, karlı dağlara, gecenin soğuğuna kaçtım.
Çoluk, cocuk, genç-yaşlı, kadın-kız-kızan, bütün Hocalı yollara düşmüş, kaçmakta. Kucağımda ufak kızım, sırtımda oğlum. Biri 5, diğeri 7 yaşında. Dağ dik,dağ karlı. Tırmanmak zor... Aşağılarda Hocalı yanmakta alev alev. Yüreğim yanmakta uzaktan uzağa. Öldürülen bebekler, yaşlılar ve ırzına geçilen genç kızların, kadınların canhıraş feryatları Hocalı sokaklarında yankılanmakta.Gözümüzde yaş, alnımızda ter, çıplak ayaklarımızda soğuk, önümüzde meçhul bir karanlık. Gönlümde usuldan usula kaybolan bir ümit kıvılcımı.
Gençler, gücü yerinde olanlar, gelip geçerler. Yaşlılar, hastalar bir bir dökülmekte. Düşenin donması uzun sürmüyor. Bir taraftan Ermeni, bir taraftan Rus, bir taraftan soğuk kırmakta Hocalı halkını.Yüküm ağır, iki yavrum kucağımda, önümde korku, arkamda ölüm, ağır ağır yürümekteyim derinlerinde ormanın. Havada sulu sepken bir kar. Yolumda, geçip gidenlerin kaybolmaya yüz tutmuş ayak izleri.
Sehere doğru tepesine ulaştık dağların. Aşağılarda buğday tarlaları,filizler boy göstermemiş henüz, uyumakta tohumlar kara toprağın serin bağrında hala. Uzaklarda Ağdam’ın soluk ışıkları gözükmekte. Yamaçlardan süzülüyor yorgun, silahsız, savunmasız insanlar vadiye. Ağdam yakın, ağdam hayat, Ağdam kurtuluş demek. Ağdam, iki adımlık yol.
Bir gülle yağmuru başlar yamaçlara doğmadan güneş. Bir yağmur ki; patır patır dökülmekte insanlar. Çoluk, çocuk, yaşlı, kadın demeden basmakta tetiğe zalim eller. Nineler düşmekte yere, kucağında minicik torunları ile. Gebe kadınlar, doğmamış bebeği ile vurulmakta zalimce. Tepeler, vadiler, meşelikler ölülerle dop dolu.Qarqarçay kızıl kan akar.
Ağır yüküm, yavaş yürüyüşüm kurtardı beni. Orada, tepedeki bir çukura gizlendim. İnsanları katletmekle o kadar meşguldüler ki, beni ve benimle beraber olan bir kaç kişiyi görmediler güzü dönmüş Ermeni katilleri. Dağın ardına dolandık. Buz akan Qarqar çayını daldık düşünmeden, geçip tutunduk hayatın zalimliğine işte. Ağdamlılar yetişti, kurtardılar donmadan bizi. Biz kurtulduk ya, önümüzden gidenlerin, arkamızdan gelenlerin çoğu şehit oldu gitti.
Savunmasız insanlara işkence yaptı Ermeniler. Çoluk, çocuk, yaşlı, kadın demediler. Canlı canlı kollarını, bacaklarını kestiler. Kafa derilerini yüzdüler. Hamile kadınların karınlarını yarıp, bebelerini çıkardılar. İhtiyar dedelerin, yaşlı anaların yüzleri jiletlerle doğradılar. Başlarını kopardılar, gözlerini oydular. Genç kadınların göğüslerini kestiler. Hocalı ile Agdam arasındaki 12 kilometrelik orman boyunca cesetler dizildi. O gün, 613 masum sivil öldürüldü, toplam 487 kişi ağır yaralandı. 1275 kişi ise rehin alındı, 150 kişi kayboldu. Kurtulanların bir çok uzvu, soğuk nedeni ile dondu, kangren nedeni ile kesildi. Bu iki parmağımı orada bıraktım işte ben de. Çocuklarımı hayata kaçırırken, Hocalı ormanlarının soğuğunda bıraktım.
Hocalıda, Ermeni ordusu ve Rus birlikleri kol kola verdiler, barbarlığın sınırlarının zorlandığı bir katliam gerçekleştirdiler. Bütün dünya, bu acımasız, bu zalimce katliama seyirci kaldı.Hatta, hatta bu insanlık dışı olayı yöneten kumandan, mükafat olarak, Ermenistan’ın cumhurbaşkanlığına getirildi. Sarkisyan denilen o canavar: “Hocalı’dan önce, Azerbaycanlılar bizim şaka yaptığımızı sanıyorlardı. Ermenilerin sivil nüfusa karşı el kaldıramayacaklarını sanıyorlardı. Biz bunu kırmayı başardık, olay işte bu!” diyerek, sivilleri hedef alan bu vahşeti, yamyamlığı itiraf etmiştir.
Saatime bakıyorum tekrar. Gitme vaktim gelip dayanmış. Soluk almadan dinlediğim bu mezalimlik hikayesini aslında biliyordum ama, ilk ağızdan dinlemek oldukça etkilemiş, bayağı bir sarsmıştı beni. O sıcacık eli, avuçlarımın içine aldım ve kalbimin üzerine götürdüm.
-Peki... Burada ne arıyorsun her sabah sen?
-Bu kiçik daxmanı görürsənmi? Orada bir su nasosu var. Etrafdakı binalara su vurur. İşdə o nasos sorumlusyum mən. Gündə 3-4 saat gözətçiliyini yaparım. Buna qarşılıq olaraq da, 75 manat alıram dövlətdən. O pul ilə də yaşamağa çalışıram.
-Su pompasının sorumlususun demek. Çocukların ne oldu peki?
- Oğlum öldü. Qızım sağ. Birlikdə yaşayırıq onunla və torunumla. Buna yaşamaq deyilirsə əgər.
Söyleyecek söz bulamadım. Paltosunun cebine birkaç manat sıkıştırdım; kirli ellerini öptüm ve alel acele servisime bineceğim bölgeye yöneldim. Uzaklaşırken arkama döndüm ve dudaklarımda gezinen buruk bir tebessüm eşliğinde seslendim;
-Yine geleceğim.
-Gel. Zaten çox gec qaldın sen. Yirmi iki il gec qaldın. (Devam edecek)
Bir tutam hayat-14.06.2014-Azerbaycan