20
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1202
Okunma


İşte yine oradaydı.
Kocaman servi ağacının tam altındaki o iptidai bankın bir köşesine eğreltice ilişmiş, bakışlarını ayak uçlarına çivilemiş, istisnasız her sabah yaptığı gibi öylece hareketsiz durmakta .
İki katlı, çinko çatılı, küçük pencereli, sevimsiz görünüşlü eski evlerin çevrelediği avlunun en tenha noktasında, usta bir ressamın fırçasından dökülmüş, mahcupça gülümseyen bir hüzün portresi misali, öyle sade, öyle garip, öyle yorgun durup duruyor işte.
Ne zamandan beri oradadır? Nerden gelmiştir? Geliş sebebi nedir? Neden bizim köhne avluyu mekan seçmiştir? Neden sabahın köründe, sıcacık yatağında değil de, bu sevimsiz şehrin sevimsiz sokaklarında sere serpe volta vuran Mart soğuğu ile koyun koyunadır?
Gün,kadim dostu karanlığın elini çoktan bırakmış; usuldan usula aydınlığa çevirmiş yüzünü. Güneş, Hazar’ın kirli sularından sıyrılıp, göklerin yalnız enginliğindeki değişmez rotasına yelken açma çabasında. Derin ve şaşırtıcı bir sessizlik kol gezmekte şehrin yorgun siluetinin kucağında.
İnsanlar, küçük ve mütevazi evlerinin güvenli ve sıcacık atmosferinde, kuzey rüzgarı Hezri’nin hayatlarına taşıdığı amansız soğuğu hissetmeden, derin uykularının son demlerini yudumlamakta. Onlar, Tanrının sevimli kulları. Çünkü, belki de asırlardan beri Hazar’ın derinliklerinde sessizce uyuyan ve zamanın bu noktasında hizmetlerine sunulan, Şahdeniz doğal gaz yatağı gibi bir mucizenin koruyucu kanatları altında yaşamaktalar bu günlerde. Anadolu’mun yitik köşelerinde, bozkır ayazının o insafsız kırbacına tüm kış boyu tahammül etmek zorunda olan yurdum insanının aksine, soğuğun acısı ile savaşmalarına çok da gerek yoktur bu nedenle. Ekmek elden, su gölden misali bir hayattır yani durumun özeti.
Aşırı çalışmanın getirdiği yorgunluk ve vücudunuzu mesken tutan diyabetin tezahürü olan uyku, zamanın geceye yolu düştüğü anlarda, tonlarca ağırlıktaki bir külçeye dönüşüyor, çörekleniyor göz kapaklarınızın savunmasızlığı üzerine.
Uyku güzel de, ah bir de lavabo ile yaptığınız o lağvedilmesi imkansız ortaklık olmasa. Olayın tadını- tuzunu silip süpürüyor sözün doğrusu bu durum. Doyasıya kucaklayamıyorsunuz uykuyu, sevimsiz ve yarım yamalak bir sevda hikayesi gibi akıp gidiyor gecelerinizden. Sonuç; sabahın yedisinde, uykulu gözler ve dinlenememiş bir bedenle, hayatın sizi sunduğu yeni bir günü yaşama davetine evet diyorsunuz isteksizce de olsa.
O sabah, perdesiz penceremin önünde beliren sıra dışı karaltı, şekerleme zevkimi kursağımda bıraktı; biraz merak, biraz da korku ile yatağımdan fırlamama neden oldu. Kendimi, düşüncelerimi toparlamaya çabalarken, yumuşacık sesiyle fısıldadı eşim;
-Yine orada duruyor işte.
Hımm!... Doğru ya; eşim, on-on beş günlük kısa bir ziyarete gelmişti beni. O kadar yalnız yaşamayı benimsemişim ki, bir türlü ikinci bir kişinin varlığını kabullenemedim küçük evimde. Problem yok. Her zaman yaptığı gibi yine erken kalkmış; pencerenin önüne dikilmiş; bu kez Karadeniz’in lacivert enginlerini değil de, Sumqayıt’ın sevimsiz çatı manzaralarını izlemekte. Kim bilir, belki de yaşadığı hayatın rezil realitesinin farkına varıp, için için acıyordur eşinin haline.
-Kim, nerde duruyor?
-O yaşlı kadın. Yine orada, servi ağacının altında oturuyor.
-Ne kadını yahu hanım? Sabahın köründe ne işi var orada?
-Bilmiyorum. Geldiğim günden beri hep aynı saatte orada görüyorum onu.
Uykulu gözlerle sallana silkene pencereye yaklaşıyorum. Terlikleri zemine sürterek yürüdüğüm için, iyice bir azarlıyor beni yine. Tövbe bismillah!... Yav arkadaş, ben, henüz uyanmadım bile. Nerden akıl edeyim terliklere patinaj çektirmeden yürümek gerektiğini? Aldırmıyorum. Alışığımdır bu terlik fırçasına ezelden beri. Sabahları, nerden bakarsanız bir yarım saat, akşamları ise iki-üç saat hareketli oluyorum bu evde ben. O zamanın da, toplasan on dakikası ancak yürümekle geçiyordur. Artık o kadar da katlansın alt komşular terlik sesine.Bunca yaşımdan sonra, yürüyüş stilimi mi değiştireceğim?
Bu şehrin tek ilginç tarafı, gecelerinin enteresan sessizliği. Bazı geceler evimin küçük balkonuna çıkıyor, karanlığı sükuta boyanmış bu büyük şehri dinliyorum öylesine hayranlıkla.En az 400 000 nüfuslu bir yerleşim bölgesinde, bu kadar sakin yaşanan zaman dilimleri... Hadi insanlardan geçtik, tek bir araç ta mı geçmez o kocaman caddelerden? İnanılır gibi değil ve çok güzel.
O sihirli, huzur veren sessizlik, gün ağarmasına rağmen hala tüm güzelliği ile kulaklarımızda geziniyor. Civarda, esen rüzgarın alışa geldiğimiz tiz ıslığından başka bir ses duyulmuyor. Sıfır kilometredeki kombimiz ve çok ucuz olan doğal gaz fiyatları nedeni ile, küçük evimiz gerçekten yirmi dört saat sıcacık tutabiliyoruz. Kalitesiz PVC pencerenin aralık pervazlarından içeri süzülen rüzgar, dış dünyanın soğuğu hakkında oldukça etkileyici ve kesin mesajlar sunuyor hislerimize. Hafiften üşüyorum.
Apartmanda yaşama kültürü, bizim alışageldiğimizden çok değişik buralarda. Binaların dış cephesi ve ortak kullanım alanları devletin sorumluluğundaymış Sovyet uydusu oldukları devirlerde. Birlikten ayrılıp, kendi kaderleri ile baş başa kaldıkların sonra da bu alışkanlıklarından vazgeçememişler. Bu gün, on üç yıl geçmiş bağımsızlıklarını kazandıkları tarihin üzerinden. Evlerin dış görünüşleri perişan; hemen hemen tüm binaların ana girişleri ahır kapısından farksız; koridorlar pislik içinde. İşin ilginç tarafı da, bu durumu asla yadırgamamaları, çok normal karşılamaları.
Şehrin merkezindeki bir binanın resmini şu şekilde çizebiliriz: Genellikle üç, ya da dört katlı olan bu standart binalar, bitişik plan inşa edilmiş beş apartman olarak düşünülebilir. Her ana giriş, karşılıklı iki daireye açılıyor. Bu binaların ana yola bakan cepheleri, devlet tarafından oldukça güzel bir tarzda, özel bir taşla giydirilmiş ve mükemmel bir şekilde ışıklandırılmış. Gerek gündüz, gerekse gece, bilhassa yabancı bakışlara oldukça yüksek bir albeni sergiliyorlar. Ancak, merakınızı gidermek babından binanın arka kısmına göz atmaya kalkarsanız, sizi muhteşem bir sürpriz beklemektedir. Durumu tarif edebilecek en güzel kelime ’köhne’dir. Burada, eski anlamına kullanılıyor zaten bu kelime.
Şehrin en yüksek binasının on birinci katındayız. Aşağıdaki avluya bir göz gezdiriyorum ama, değil yaşlı kadını, arabaları, ağaçları, evleri bile seçecek durumda değilim. Çocukluğumdan hatıra kalan bir refleksle gözlerimi ovuşturuyorum yumruğumun işaret parmağına denk gelen bölümü ile.Ardından, yeniden bakıyorum dikkatlice; net olarak görebildiğim bir şey yok. Bütün şekiller birbiri içine girmiş, sarmaş dolaş dans etmekteler.
Dengesiz hareketler yaptığımı fark eden eşim;
-Gözlüklerini taksan iyi olacak galiba. Diye uyarıyor beni.
-Gözlüklerim...
Masum ve mahcup bir gülümseme eşliğinde, komidinin üzerindeki gözlüklerime uzanıyor ve isteksizce gözlerime takıyorum. Önümdeki saçma sapan şekiller anlam kazanıyor; ağaçlar, evler, araçlar, dağlar, tepeler, Sovyet zamanından kalan ve kocaman bir mezarlığı andıran hurda fabrika manzaraları... Her biri yerlerini alıyorlar tabloda ardı ardına.
-Nerede yaşlı kadın?
-Orada işte. İlerdeki servi ağacının altında oturuyor. Görebildin mi?
-Gördüm. Zavallı. Üşümüş gibi bir hali var. Ne işi var ki sabahın soğuğunda orada?
-Her sabah erken saatlerde geliyor, şu karşıdaki binaların önünde bir o yana, bir bu yana gezinip duruyor. Saat 10.00 civarında da kaybolup gidiyor. Çok merak ediyorum onu her sabah buraya getiren nedeni? Kim bilir ne sıkıntısı, derdi vardır garibin?
-Yahu hanım!... Ben, bir yıldır burada yaşamaktayım, hiç dikkatimi çekmedi o kadın. Sen geleli bir kaç gün oldu, memleketin fukarasının derdine düştün vallahi. Ne diyeyim? Helal olsun.
Uykumu, daha doğrusu sabah şekerlememi katleden eşime sitem ediyorum ama, bir taraftan ben de acıyorum yaşlı kadının haline. Oldukça pejmürde bir görünüşü var. Sıkı sıkı sarıldığı, kalın ama oldukça eski bir palto var sırtında. Uzun etekleri, ayaklarındaki kaba çizmeler dahi görünmez kılacak neredeyse. Başında, kalpağa benzeyen kalınca bir başlık; ellerinde, parmaklarının bazılarını örtmeyi başaramayan, yırtık eldivenler. Altında bir strafor parçası. Oturağının soğuk ve rutubetinden, kendini az da olsa bu yolla korumaya çalışmakta. Başı yerde, yanı başından geçip, avluya giren çöp kamyonu ile hiç ilgilenmiyor. Öyle dalgın, öyle yorgun, öyle bıkkın. Kuru toprağın sevimsiz manzarasında, kim bilir hangi hatıraların resmi geçidini seyrediyordur şimdi o? Hangi zamanda, hangi diyarda, hangi insanlarla gönül gönüledir?
Fabrikada iş çok, eşime ayıracağım zaman oldukça az. Benim evde olmadığım sürede, yalnız başına oturmak, bir kaç Türk, Azeri ve oldukça fazla Rus kanalından oluşan televizyon programlarını seyretmekten arta kalan zamanında, avluda olup bitenleri gözetleyerek gününü geçirmek zorunda. Akşamları eve dönüş saatim, resmen sevinci olmakta. Beraberce geçirdiğimiz mutlu anlarımızdaki sohbetlerin en önde gelen konusu, şüphesiz sabahlarımızın o yaşlı ve meçhul kadını.
Benim zamanım olmadı, o da cesaret edip soramadı bir türlü, kimdir, necidir, derdi nedir diye kadının. Zaman çabuk geçti, kısacık ziyareti bitti; hazin bir ayrılık merasiminin ardından vatanına, çocuklarının yanına geri döndü eşim. Aklı, zahmetli yaşantım nedeni ile biraz bende, biraz da sabahlarını paylaştığı o yaşlı kadında kaldı.
Olayın gizemini çözmek de bana tabi ki...(Devam edecek)
Bir tutam hayat-08.06.2014-Azerbaycan