15
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1597
Okunma

Onun, patika yolun başında dikilmiş, sahilini gözetlemekte olduğunu gören komşu kadın;.
-Sefiye ana!..Huu!... Diye seslendi .
-Ne var Emine gelin?
-Nasılsun? Korucu emiceyi mi yolcu ediysin?
-İyiyim, sağ olasın gızım! Emicen mezgite gidiyi da, ona bakayrım haburdan.
-Ne yapaysın bu gün?
-Önce dereye inip,su alacağum çeşmeden içmek içun. Sonra zarzavati(sebze) ıslatacağum; su sırası bende bu sabah. Da sonra da oduna gideceğum bizim ormanluğa. Havalar soğumağa başladi, hazurluk yapmak lazim.
-Kolay gelsun sana. Yardıma geleyum mi?
-Sağ olasun gızım, ben hallederum. Gerekduğunde seslenurum sana, olur mi?
-Olur!...Olur!...
Aslında Safiye idi adı. Büyük annesi, Kur-an’dan çıkarıp takmıştı bu ismi ona. ’Çocukların ismi dinumize uygun olmali’ derdi hep. Ama onu nedense hep Sefiye diye çağırdılar köyde. Böyle benimsemiş, kabullenmişti çocukluğundan beri adını.
Atmışlı yaşların sonuna çoktan merdiven dayadığı halde, hala dinçliğinden bir şey kaybetmemişti. Gencecik gelinlerin beceremediği bir çok işin, hiç zorluk çekmeden altından kalkabiliyordu Allah’a şükür.Yöre kadınlarının özelliği idi zaten bu. Ya da alın yazısı idi. Ah bir de şu romatizmaları olmasaydı. İncecik, çelimsiz gibi gözüken bünyesinin bilinmezliklerine, inanılmaz bir enerji ve güç gizlemişti Yüce Yaratan. Son derece çalışkan, müthiş inatçı, dik başlı ve şaşılacak derecede özgüven sahibi kılmıştı hemcinsleri gibi bu cesur kadını da. Açık sözlü,açık gözlüydü. Lafı evirip çevirmeyi, dallandırıp budaklandırmayı sevmezdi; söyleyeceğini en kısa yoldan, en etkili biçimde, en kestirme cümlelerle ifade ederdi.Gerektiğinde sözü silah gibi kullanır; gerektiğinde ise, ana olmanın(çocuk sahibi olmamasına rağmen), eş olmanın, yar olmanın, kadın olmanın güzelliğini resmederdi tatlı dili ile. Tüm bu saydığımız özelliklerin yanında, yaşadığı zor coğrafyanın kendine sunduğu güç hayat şartlarına rağmen, rahmetli ninesi ve anası gibi o da mutlu olabilmeyi başarabilmişti.
Ev çekip çevirme; bahçeyi ekip biçme; hayvanını besleme, sağma, süt, yağ, peynir, yoğurt üretme(Komşu kadınları ilave olarak çocuk yetiştirme,ille de okutma görevleri de vardı); yetiştirilen bitkisel ve hayvansal ürünü hafta günü pazarda satma;kazanılan para ile şeker, tuz gibi gerekli kuru gıdayı satın alma; tüm taşıma işlerini yüklenme; ormandan kışlık odun temini hep Sefiye ananın işiydi. Bu kadar cefaya katlanmasına ve fedakarlığa rağmen, her zaman bir adım gerisinde yürürdü eşinin yine de. Zira, geleneklerinin gereği olan bir saygı ve sevgi ifadesiydi bu durum. Yaşatılması, gelecek kuşaklara aktarılması hayati önem taşımaktaydı. Ataerkil aile düzeninin getirdiği görev paylaşımı nedeni ile, evin reisi Korucu Mehmet idi şüphesiz ama; Sefiye ananın da, aile içi sorumlulukları bu derecede yüksek seviyede paylaşması, yetkinin eşit olarak kullanılması gibi bir gerçeği taşımıştı hayatlarına. Bu durum, tüm köy, tüm yöre insanları için de geçerliydi ve hiç yadırganmadan uygulanmaktaydı aslında. Hatta, bir bukle kadın ağırlıklı olduğu da söylenebilirdi.
Doğu Karadeniz bölgesi erkekleri, yeterli tarım arazisi ve iş imkanı olmadığından gurbete gider; ekmeğini uzak diyarlarda ararlar. Dünyanın neresine giderseniz gidin, muhakkak bir Karadenizli bulursunuz gerçeği, işte bu çaresizlikten doğmuştur. Memleketinde kalanla ise, balıkçılık yapar, tütün tarımına yardım eder, bir de kahveleri şereflendirirler. Gurbette, son derece aktif ve çalışkan; memleketlerinde ise, miskin ve tembeldirler.(Karadeniz kadınları ile kıyaslandıklarında.)
Eğer o gün balığa çıkılmamış ise, köy kahvesinin dört bir yanına sinen kaçak tütün kokusunu solumak, sabah namazını eda ettikten hemen sonra başlar köy erkekleri için.Kahvenin hemen yanı başındaki fırından alınan sıcacık Trabzon ekmeğinin içine, anasının yeni çaldığı taze tereyağını dolduran kahveci Hüseyin, hazırladığı bu leziz sofrayı, ince belli bardakla sunduğu demli Rize çayı ile tamamlar; böylece müşterilerine vazgeçilmez bir ziyafet sunar her sabah. Memleketlerinden uzaklarda çalışmak zorunda kalan köy erkeklerinin en büyük hasreti, hemen hemen her sabah tekrar edilen bu ziyafet sahnesinde odaklanır daima. Seyrek gelen mektupların bir köşesinde muhakkak bu konuya değinilir; memlekete duyulan özlem, en saf ve duru hali ile bu şekilde dile getirilir. Hollanda’da yaşayan ve ’Huseyin’in tere yağli ekmeğuni bi daha yiyemeden ölüp gitmekten;memlekete uçağun koltuklarında değil de, guyruğunda dönmekten korkayrum’ diyen Abdullah Amca, dileğine ulaşamadan ölüp gitmişti de, bu olay köyde derin bir hüzün rüzgarı estirmiş; Kahveci Hüseyin, üzüntüden kahvesini bir hafta açamamıştı.
Karınlar doyduktan sonraki fasıl, ya siyaset, ya Trabzonspor, ya da olağan günlük konularda derin sohbetlere dalmaktır. Zamanlarını, cami ile kahve arasında geçirir; evde, bahçede, ormanda çırpınan eşlerine bir bukle yardım etmek hiç birinin aklına gelmez.
Ama, Sefiye Ananın eşi başkaydı. Yetmişini çoktan deviren Korucu Mehmet, köyün diğer erkeklerine benzemez; kahvede pinekleyip, asla boşu boşuna zamanını zayi etmezdi. Denizle işi bittiğinde, kayığının bakımını yapar, siler süpürür, çocuğu gibi okşar sever, sonra da evine, eşinin yardımına koşardı. Allah onlara çocuk sahibi olmayı nasip etmemişti. Hayatın zorluklarına, el ele, gönül gönüle, büyük bir sevgi ve saygı çerçevesinde, beraberce göğüs germekteydi iki sevimli ihtiyar.
Sonuçta beslenecek boğaz sayısı sadece iki idi ve bu nedenle gurbete çıkması gerekmemişti Korucu Mehmet’in. Hayattan bekledikleri çok şey yoktu aslında ama, en azından yaşadıkları anı, olabildiğince mutlu, huzurlu ve dolu dolu geçirmekti tek gayeleri. Kendi kendilerine yetiyorlar, çok teferruatı olmayan bir hayatı omuz omuza yaşayıp gidiyorlardı işte. Ne kimselere bir zararları, ne de kimselerden bir beklentileri vardı.
Yaşlı kadın, sahile inan patika yolun başında fazla oyalanmadı. Yaşadıkları doğa, çabukluk, çeviklik, mücadele gerektiriyordu. Karadeniz insanının yaşama biçimi, hayata bakışı, tez canlılığı, hatta folklorunun figürleri dahi, bu mücadele edilmesi zor olan doğa koşullarının izlerini taşır. Bu yörede yapılan kısıtlı tarımda, nerede ise hiç makine kullanılmadığını, tüm çalışmaların insan gücü ile, bilhassa da kadınlar tarafından gerçekleştirildiğini dile getirmemiz, sanırız kadınların sırtladığı yük konusunda, okuyucularımızın bir fikir sahibi olmasını sağlayacaktır.
Evine vardığında, önce giriş kapısının arkasındaki su tenekelerine yöneldi. Bildiğimiz yirmi kiloluk yağ tenekelerinin bir kapağı tamamen açıldıktan sonra, tam ortasına denk gelecek şekilde, karşıdan karşıya sağlamca ve silindir şeklinde bir ağaç parçası çakılıdır bu su taşıma kaplarının. Bu kısımdan sıkıca kavrayarak, ya da bir omuzluk vasıtası ile bu taşıma işi gerçekleştirilir.
Bir tenekenin 16-18 kg su aldığını düşünürsek, iki kabın ağarlığı ortalana 35 kg etmektedir. Bir kadının, sadece kol gücü ile, dik yamaçlara tırmanan daracık patikalarda bu kadar ağırlığı taşıması oldukça zor olacaktır. Bu nedenledir ki; omuzlukların yardımına müracaat edilmiştir. Sağlamca bir fındık ağacı dalından yapılan, bir buçuk metre kadar uzunluğunda bir sopanın her iki ucuna, yaklaşık insan kolu uzunluğunda sağlamca iki ip asılır, bu iplerin uçlarında da, su kabının ortasındaki odun kısmı kavrayabilecek demir kancalar takılır. Böylece yükün ağırlığı omuzlara verilir, taşıma işlevi daha rahat gerçekleştirilir. Bu omuzlukları, çocukken gittiğim İstanbul’da, yoğurt satıcılarının omuzlarında da görmüştüm.
Omuzluk ve tenekelerini aldığı gibi, evin hemen arkasından başlayan patikayı takiple, yakındaki küçük dereye doğru hızlı adımlarla seğirtti. İki kişinin yan yana yürümesinin mümkün olmadığı dar patikadan, düz yolda yürüyormuşçasına rahatlıkla dereye doğru inerken, sağ taraftan yükselen ve yolu şemsiye görünümünde kapatan defne ağaçlarından yayılan nefis kokuyu ciğerlerine doldurdu.Yolun diğer tarafını kaplayan mora(Böğürtlen) kafulluklarında oynaşan serçeler, günün bu erken saatini, hoş ötüşleri ile renklendiriyorlardı. Ta aşağılarda, yamacın nihayetinde, aheste aheste akmakta olan küçük derenin, kaderine yazılan denize doğru koşarken çakıl taşlarına kondurduğu veda busesinin sesi, bu muhteşem konsere değişik bir renk katmaktaydı.
Taşlar arasından usulca süzülüp akan suyun güzelliğine değdirdi ayaklarını bir bukle duraklayarak. Ne çok severdi parmak uçlarını okşayan suyun serinliğini ta yüreğinin derinlerinde hissetmeyi. O serinlik, bu köye gelin geldiği günleri hatırlatırdı hep ona; o güzel günlerin heyecanını yaşatırdı yeniden. Mahzun bir tebessüm gelip takıldı dudaklarına; kirpiklerinden süzülüp gelen bir masum göz yaşı damlacığını, baş örtüsünün ucuyla silerken, tatlı bir mahcupluk ve telaşla etrafına göz gezdirdi. Kocakarı kadın, derenin sessizliğinde kendi kendine ağlıyor derlerdi. Nasıl bakardı kolu komşunun yüzüne sonra?
Fazla zaman kaybetmedi. Patika ile küçük derenin birleştiği noktanın hemen karşısında yer alan, çevresi kalın bir yosun tabakası ile kaplanmış eski çeşmenin önünde omuzluğunu ve sus tenekelerini yere indirdi. Tenekelerinden birini, ağaç kurnadan akan suyun altına yerleştirdi. Suyun tenekeye dolarken çıkardığı hoş mırıltıya kulak verirken, bakışları yukarılara, tüm dere yatağını kaplayan yüksek Karayemiş dallarının arasından güç bela gözüken gökyüzünün engin maviliğine saplanıp kaldı.Bakışları göklerin sonsuzluğunda, düşünceleri ise hatıralarının bin bir çeşit rengi arasında kaybolup gitti o an yine. Ah şu kuşların sihirli ötüşleri...Nasıl da inanılmaz bir güzellik katıyordu günün bakir aydınlığına.
Yaşadığı bu eve gelin geldiği günden beri, (ki ne kadar olduğunu kendi de hatırlamıyordu) her gün, ama istisnasız belki de her gün bu vefakar çeşmeciği ziyaret etmişti. Kim bilir kaç kez sefer yapmıştır eve buradan, kim bilir kaç ton soğuk ve leziz suyunu taşımıştır bu yaşına kadar? Taşımasına taşımıştı ya, hiç şikayeti olmamıştı Sefiye gelinciğin bu durumdan. Hatta, su almak için buraya gelmeyi çok severdi. Çünkü, dertlerini, sıkıntılarını hep bu yalnız ve sessiz çeşme ile paylaşmıştı o. Çok ağladığı da olmuştu onun sakin ve aheste akan sesi ile gizleyerek hıçkırıklarını. Talihsizliğini, kara bahtını onunla paylaştığı da çok olmuştu.
Eşi, gerçekten çok iyi bir insandı Sefiye ananın. Bunca senedir beraberlerdi, bir gün dahi onu üzecek bir şey yapmamış, bir tek kötü söz söylememişti. Çok iyiydi ya, evlatsızlığın getirdiği yürek acısının en büyüğünü içinde yaşattığını iyi biliyordu Sefiye ana. Bu durumu her zaman kendi suçu olarak düşünmüş, yüreğini dağlayan bu amansız ateşi, bu çaresiz derdi hep bu küçücük çeşme ile bölüşmüştü. Bu köydeki en eski, en candan dostu idi bu küçük çeşmecik Sefiye ananın.
Su tenekesinden taşan suyun sesi ile kendine geldi.Diğeri ile yer değiştirdi, sabırsızlıkla dolmasını bekledi. Zira, bahçe sulama suyunu kullanma sırası kendisinde idi ve geçen her zaman dilimi suyu az kullanmak anlamına geliyordu. Oysa, zarzavatların bu gün muhakkak yeterince sulanması gerekiyordu. Yağmurun ne zaman yağacağı belli olmazı zira; kuruyup gitmeleri hiç de uzak bir ihtimal değildi. Dolan tenekelerinden bir miktar boşalttı. Artık gençliğindeki kadar ağır yük taşıyamıyordu sözün doğrusu. Daha sonra seslice bir besmele çekti; su kaplarını omuzladı; geldiği yoldan alel acele evine doğru yürümeye başladı.
Dar ve dik patika yoldan, omuzlarındaki ağır yükle yavaş yavaş, emin adımlarla ilerliyordu. Bu daracık ve kurumuş defne yaprakları ile kaplı patika yoldan kim bilir kaçıncı geçişi idi. Her tümseğini, her taşını, her karışını ezbere bilirdi. Ama bu kez, bu serin sonbahar sabahında kader, yaşlı kadının hayatına bir parantez açmaya, hiç yaşanmayanı yaşatmaya, belki de ölüm pahasına da olsa, sevgili eşinin kendisine olan sevgisini sınamaya karar vermişti. İhtiyar kadın, alın yazısının çizgisinde yürürken, eteği birdenbire küçük bir defne dalına takıldı. Dengesi bozuldu ve tutunmaya fırsat bulamadan böğürtlen dikenleri ile kaplı dik ve yüksek yamaçtan, aşağılara, dereye doğru yuvarlandı.(Devamı var.)
Bir tutam hayat-10.05.2014-Azerbaycan