8
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1774
Okunma


“Ne idiysen onu yansıtan
amansız bir ayna şu beyaz kağıt.”
“Ah keşke bunu ben yazsaydım” dediğim şiirler. Güvercin kanatlarından, insanın içindeki kaosu ve savaşı unutmasını sağlayanlardan hani…
O dünya apayrı. Naif olmayanın eşiğinden dahi bakamayacağı bir yer. Mademki şahsa özel, kurallarını, ayrıntılarını, rengini kişinin kendinin koyduğu dünya… Belki de yaşamda sonsuz hürlüğün olabildiği tek alan büyük ve dokunulmaz bir dünya baş üzerinde taşınan. Ve bu dünya ödünç alınmış bir dünya değil, yan yana yarışan atlar gibi hiç durmayan bir dünya…
“Senin sesinle konuşur beyaz kağıt
senin gerçek sesinle
beğendiğinle değil;
senin eserindir, boşuna harcadığın
bu hayat
Yeniden ele geçirebilirsin belki
seni başladığın yere
fırlatan bu kayıtsız nesneye
tutunabilirsen eğer”
Yazmak, sağalmak arzusunda olanların yegâne çabası… Ama sahiden bir reçete mi iyi geliyor mu bu tartışmaya açık. Kiminde bu içini dökme hadisesinden ibaret. Şunu kabul etmek gerek kişinin kalem-kağıtla olan ilişkisi, bir psikologla olandan daha sancılı daha zavallıca daha kör. Bir kere yazmak için yalnız kalmanız gerekir gönüllü bir yalnız adayıdır yazıcı. Yalnız kalamadığınızda ise yanardağ ağzında taştan bir bekleyiş başlar. Her saniyesi tedirgin ne olacağını bilmediğiniz ama bir türlü hareket edip de kaçıp gidemediğiniz bir taşlaşma, görünmez bir bekleme. Öncesinde size sadece sırdaşlık yapan yazmak eylemi sonrasında tuhaf bir bağımlılık oluveriyor.
Kağıt ve kutular birbirine çok benziyor. İkisinin de içi sizden olan ve değerli şeylerle dolduruluyor. Ama hayat ve zaman tekrar ve hep kalabalıklaştırıyor, yeni dağınıklıklar, yeni kalabalıklar yaratıyor. Biz yeni kutular alıyoruz, yeni yazılar yazıyoruz. Kendimizce toparlanıyoruz. Kutuları ve yazıları tıka basa dolduruyoruz. Söyleyemediğimiz ya da atamadığımız her şey o yazılarda ve kutularda kalıp, çöreklenerek oturmaya var olmaya devam ediyor.
Alkol ve uyuşturucuyu güçsüz ve zayıf kişilikli insanlara atfederken, beyaz kağıt ile olan ilişkimizin o geçici ve yanıltıcı rahatının, huzurunun keyfinin onlarınkine yakınlığını hiç aklımızdan geçirmiyoruz. Ah olsun biz yine de hep bir kaçış yolu bulalım. Bu acımasız gerçeği olduğu gibi kabul etmek içimizdeki o yıpratıcı gerilimle yaşamak demektir ki kimselerin ne böyle bir gücü ne de cesareti var.
Ama sadece yazmak değil, yüksek tavanlı yazıları, yüksek debili şiirleri okumak da buna dahil. Kendine yaslanmaktan bıkınca biz etrafımıza bakar ve bir başkasının daha büyük karanlığını ya da aydınlığını bazen hayretle, bazen imrentiyle bazen de kendi halimize şükürle okuruz. Bizdeki o silinmez gölgelerin başka bir ruhtaki varlığı bize bir nebze teselli verir. Hatta ve hatta sırtlansı bir gülümseme ile tökezlediğimiz yerden kalkar silkinir, okuduklarımızın itekleyişiyle yolumuza kaldığımız yerden devam edebiliriz.
Yazmak sadece kendi gölgeni görmekken, okumak kendi gölgenin dışındakilerin de farkına varmaktı belki…
Okumadan yazmak evrende teklik hissi verirken, yazmadan okumak insanı bir sokak lambasına dönüştürüyor. Tüm gölgeleri sayan, kendinden habersiz yan denince yanan sön denince sönen. İkisi birleşince ise devamlı fokurdayan bir şeye dönüşüyor insan.
Ve bu hal öyle tuhaf ki insanın yolunu sevinçten uzaklaştırırken kederin hanesine çıkarıyor. Yüzünü tavana çeviriyor. Günler ve gecelerce rüyalarını balkonda asılı bırakıp, unutturuveriyor.
“Bunca yer gezdin; aylar, güneşler gördün.
ölülere dirilere dokundun
inlemesini bir kadının
kinini büyümemiş bir çocuğun-
ama bir hiç olarak bütün bu duydukların
sen bu boşluğa güvenmedikçe.
Yitirdiğini sandığın şeyleri bulacaksın
belki orada:
gençliğin filizlenişini, yaşlılığın çöküşünü.
Hayatın sen ne verdiysen odur
Bu boşluk sen ne verdiysen odur
Bu beyaz kağıt (Yorgos Seferis)
Sinem Ilgın Omay
Mart14