17
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
2114
Okunma

İri yağmur damlaları trampet çubukları gibi cama vuruyor, rüzgarın uğultusuna karışarak, radyodan yükselen müziğin sesini bastırıyordu. Çamaşır makinesini çalıştırmadığına içten içe sevindi Hülya. En nefret ettiği şeydi çünkü makineden neredeyse kuru halde çıkan çamaşırların, teker teker mandallandıktan sonra aniden bastıran yağmurla ıslanması. Bir yandan elindeki tencereyi ovalıyor, bir yandan akşama ne pişireceğini düşünüyor, diğer yandan da yağmurun gürültüsüne direnen radyodaki sese eşlik ediyordu:
‘’Al sazını sen sevdiceğim şen hevesinle, çal söyle benim şarkımı sevdalı sesinle.’’
Ne zaman bu şarkıyı dinlese aklına Nedime teyzesi gelirdi. Ne hoş kadındı, ne hoş bakardı insanın gözlerinin içine. Olgunlaşmaya yüz tutmuş, yeşil ama üzerinde yer yer rengi bordodan mora dönen beneklerle bezeli, iri üzüm tanelerine benzerdi gözleri. Derin bir hüzün saklıydı o gözlerde. Vakitsiz kaybettiklerinin hüznü… Önce elim bir kazada tek oğlunu, sonra yıllarca süren bir kanser mücadelesinden sonra eşini kaybetmişti.
‘’Ölümü severim.’’ derdi, ‘’Tek gerçeğim o. Lakin kendim için severim ölümü, sevdiklerime nedense bir türlü kondurup, yakıştıramıyorum. Bencilce bir düşünce belki ama arkada kalan olmak istemedim hiç. Korkuturdu bu beni. Hepsinden önce öleyim, acılarını tatmasın yüreğim derdim. Olmadı, Allah sevdiklerimin ölümüyle sınanmamı istemiş.’’
Bunları anlatırken göz çukurlarındaki üzüm taneleri iyice irileşir, kirpiklerinin her hareketinde bir damla gözyaşı eşliğinde düşerdi yanaklarına. Sık sık onu kıskacına alan migren ağrıları bile gözlerinin güzelliğine gölge düşürmemişti. Çok ilaç kullanırdı Nedime Hanım ve günün büyük bir bölümünü aldığı ilaçların etkisiyle olsa gerek uyumakla geçirirdi. Evinin pencereleri ve perdeleri güzel havalarda bile çoğu zaman kapalı olurdu. Baş ağrısının onu unuttuğu nadir günlerde perdelerini aralar, pencerelerini açar, Hülya ve annesine seslenirdi:
-Çaydanlığı ocağa koydum, Refik Bey de sizi pek özlemiş haydi gelin, hasret giderelim.
Babasının adıydı Refik, ondan kalan tek hatıra olan uda bu adı vermişti Nedime Hanım. Onun o küçücük evi ve kocaman dünyası, genç kızlığa ilk adım attığı o yıllarda sığındığı tek limandı Hülya’nın. Böylesi ikindi çaylarında Nedime Hanım udu eline alır, hiç es vermeden çalar, söylerdi. Çay servisini her seferinde Hülya üstlenir, ud ziyafetinin büyüsü eşliğinde mutfakla salon arasında mekik dokurdu. Kısa bir ud taksiminden sonra açılışı her zaman aynı şarkıyla yapardı Nedime Hanım:
’’ Al sazını sen sevdiceğim şen hevesinle, çal söyle benim şarkımı sevdalı sesinle.’’
&
Tezgahın öbür ucundaki telefonun sesiyle irkildi Hülya. Ellerini köpüklü sudan çıkarıp aceleyle kuruladı ve açtı telefonu. Kim olduğuna bile bakmamıştı.
-Efendim?
-Ya Hülya oğlanı neden uyandırmadın? Ahmet Bey aradı, hala ofise gitmemiş.
Damarlarının patladığını ve kanının tamamen boşaldığını hissetti Hülya. Bu patlamadan en çok iskeleti zarar görmüştü sanki… Elyafı boşaltılmış bir yastık kılıfı gibi bulunduğu yere çöküverdi.
-Ne diyorsun sen Salih? Ellerimle uğurladım sabah oğlanı, hatta senin ceketini giymişti, çok yakıştığını söyledim, o da öptü yanaklarımdan ve çıktı. Nasıl ofiste değilmiş?
-Değilmiş işte! Telefonunu arıyorum, o da kapalı. Birkaç yeri daha arayacağım.
Telefonu kapadıktan sonra rehberden oğlunun adını bulup arama tuşuna bastı Hülya. Parmakları titriyor, kalbi durmakla atmak arasında bir türlü karar veremiyor, büyüdükçe büyüyor, suçsuz bir mahkumun parmaklıklara sarılıp, olanca gücüyle sarsmasına benzer bir çaresizlikle, göğüs kafesini zorluyordu. Böyle anlarda zaman akışkanlığını kaybediyor, bir önceki akşamdan kalan balık tavasındaki yağ gibi donuyordu adeta.
İnsan zihni ne kadar sınırsızdı. Derecesi ölçülemeyecek mikro saniyelerde ne kadar çok olasılığı doğurup üretebiliyordu, hayret! O geçen üç beş saniyede, olabilecek en kötü ihtimaller, ökse otuna konan kuşlar gibi üşüşmüştü aklına. İnsan evladını tanımaz mı? Oğlunu tanıyordu o, işe diye çıkmışsa evden, mutlaka işe gitmiş olması gerekirdi. Akşamları eve azıcık geç gelecek olsa, hemen annesini arar haber verirdi meraklanmasın diye. Kesin başına kötü bir şey gelmiş olmalı, kesin! Telefonu da kapalıymış, of Allah’ım bir kaza olabilir mi? Karşıdan karşıya geçerken mesela ya da çok duymuştu; ani bir kalp krizi sokak ortasında. Ölümün yaşı yoktu ki! Daha bir ay olmamıştı karşı komşunun torunu halı sahada maç yaparken aniden fenalaşmış, ambulansta can vermişti. Belki de üç beş kuruş para için serseriler yolunu kesmiş, o da direnince… Yok, yok!
Sinek kovalar gibi salladı elini, yüzünün önünde. Ama bir türlü mani olamıyordu düşüncelerine. Şu dakikalarda bir hastanenin acil servisinde olabilirdi oğlu ya da bir ambulansta. Ne haldeydi kim bilir? Canı çok yanıyor muydu, derin bir şok halinde miydi yoksa? Şuuru kapalı, başına gelenlerin farkında bile değil, baygın, yarı ölü gibiydi belki de?
Sonra yıllardır görüşmediği, sesini bile duymadığı annesine kaydı düşünceleri. Ne alaka, şimdi annesini hatırlamanın zamanı mıydı? Oydu işte kendi kızını kaderiyle baş başa bırakan. Hep susan. ‘’Ben senin kurtarıcın değilim baban ne derse o’’ diyen. Liseyi bitirince, babasından gizli sınava girmiş ve Ankara Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesini kazanmıştı. Babası öğrendiğinde kıyameti koparmıştı. ‘’Liseyi bitirdin işte daha ne istiyorsun? Kız başına elin memleketinde ne halt edeceksin? ‘’ Az yalvarmamıştı ailesine Nedime teyzesi, az dil dökmemişti: ‘’ Yazık edeceksiniz bu kıza, geleceğiyle oynuyorsunuz, bırakın gitsin. Burslu okur size yük de olmaz’’Ama babası Nuh diyor peygamber demiyor, annesi kocasına karşı çıkamıyor, susuyordu sadece. Belki ikna olurlar diye gözlerinin önünde bir kutu ilacı yutmuş, hastanede midesi yıkanıp bir gece gözetim altında tutulduktan sonra sabah babasıyla beraber eve gelmişti ve annesi şu sözlerle karşılamıştı onu: ‘’ Bu yaptığınla sen kime kafa tuttuğunu sanıyorsun?’’
Annesi değil ama hayat öğretmişti ona. İnsan kendi kendisinin kahramanı olmalıdır ve bir kurtarıcı beklememelidir zorluklarla baş edebilmek için. Evlenip oğlunu da kucağına aldıktan sonra eşinin de desteği ile dışarıdan okuyup bir üniversite diploması almıştı. Maddi açıdan bir sıkıntıları olmadığı için çalışmamış ama resim kurslarına gidip bu yeteneğini geliştirmiş hatta üç yıl önce ilk kişisel sergisini bile açmıştı. Annesi: ‘’Boş işlerle uğraşıyorsun Hülya, kadın dediğin evinde oturur, ne o öyle sergiler, kokteyller. Allah kocana peygamber sabrı vermiş vallahi. Baban olsa kıyameti koparırdı. Otur oğluna çeyiz işle. Kime çektin sen böyle anlamıyorum ki? ‘’ demiş bu yüzden aralarında, sonradan babasının da devreye girdiği büyük bir tartışma çıkmıştı. Hülya hayatında ilk defa o gün anne ve babasına itiraz etmiş, yıllardır içinde biriktirdiği öfkesini kusuvermişti. O gün bugündür görüşmüyorlardı.
Yolunu çizmiş yetişkin bir insanın kahramana ihtiyacı yoktu. Bunu anlamıştı Hülya ama onu her zaman destekleyen, yanında olduğunu hissettiren, ne durumda ve şartta olursa olsun elini üzerinden çekmeyen bir anneye hep ihtiyaç duyacaktı insanoğlu.
Annesinin onu bütün bunlardan hangi sebeple mahrum bıraktığını hala anlamış değildi. Hayatındaki en büyük eksikliğin bu olduğunu düşündü. Arkadaşları, eşi, dostu, pırlanta gibi bir evladı, güzel bir ailesi vardı ama insan illaki bir annenin kanatlarını hissetmek istiyordu omuzlarının üzerinde. Hangi yaşta olursa olsun.
Onun oğlunun kahramanı olmak gibi bir niyeti hiç olmadı. Üzerine düşen vazifeyi yaptı sadece. Hayata hazırladı, elinden tuttu, yanında yürüdü, arkasında durdu. Anneydi çünkü. Kahraman olan oğluydu o sadece anneydi.
Bütün bu düşünceler telefonun arama tuşuna basıp, aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor sesinin bitmesini beklemeyip aramayı sonlandırması, ivedi parmak hareketleriyle yeniden ara düğmesine basması ve üç çalan zil sesinden sonra oğlunun, ‘’efendim anne’’ demesi kadar geçen o kısacık sürede doluşmuşlardı zihnine. Oğlunun sesini duyunca dakikalardır boğazında tuttuğu hıçkırığı koyuverdi. Bıraktığı nefesiyle birlikte midesinde şişen binlerce vesvese baloncuğu kurtulup ipinden, havalanıverdi:
-Oğlum!
Hicran Aydın Akçakaya