5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1006
Okunma

Amber’in gözleri bal rengiydi: Farklı ama yabancı değil. Konuşurken size, sizin gözlerinizin içine bakıyor, bazen ne söylediğini size dinletmiyor, hatta hayal bile kurdurtmayıp sizi kaskatı bırakıyordu.
Soru sorduğunu bile anlamamıştım:
“Koridor mu, cam kenarı mı?”
Bir kadının göz makyajını inceliyorsanız, yüzüne gereğinden fazla bakmışsınızdır.
“Kemal Bey?”
“Efendim?”
“Yeriniz... Koridor mu olsun, cam kenarı mı?”
Okyanus üzerinde, yedi saatin üzerinde bir uçuş olacaktı. Kalkış sonrası şarap verirlerdi. Yemekle birlikte bir şarap daha. Tatlı sonrası kahve. İnsanlar sızmaya başladıklarında da kitabıma eşlik için bir şarap daha...
“Koridor olsun. Yanımdakini rahatsız etmek istemem.”
Kiminle uçacaktım acaba? Gözümün önüne tayyörü üzerinde, Amerika’daki iş gezisinden dönen, Flaman bir kadın geldi. Belki Amber gibi belli belirsiz bir küpe takar ama parfümü mutlaka hissedilirdi. Adı ise... Adı o kadar önemli değildi. İş gezisi olduğu için cimrilik etmeyecek ve kendine brendi söyleyecekti. Eve dönüş yolunda olduğu için dizüstü bilgisayarı önündeki tepsi yerine tepemizdeki kompartmana konacaktı. Elinde içkisi, içkisinin içinde buzlar, gözleri ufka çevrili dışarıyı seyreder miydi? Acaba koridor seçip, onu pencere yanına oturtmakla hata mı etmiştim?
“Yanıma kimin oturacağı belli mi?”
Bu sorumu Amber biraz garipsedi ama üzerinde fazla durmayıp ekranına baktı.
“Belli değil Kemal Bey ama uçak tamamen dolu. Emin olun, yalnız uçmayacaksınız.”
Sanki Amber bana söz veriyordu. Eğer uçağa binmek değil de, tiyatroya gidiyor olsaydık, bu sözlerden Amber’in gelip, yanıma oturacağını düşünebilirdim. Ama o bir yer hostesiydi ve ben Amsterdam’a vardığımda bile Amber hala New York’ta olacaktı.
Amber bana pasaportumu ve uçuş kartımı uzattı, teşekkürümü gülümsemeyle karşıladı ve bir daha hiç görüşmedik.
...
Üçüncü sınıf yolcular yerlerini bilirler ve sabırla beklerler. Önce birinci sınıflar uçağa alınır. Bunlardan çok yoktur: Kim 1,500 dolarlık uçuşa 7,000 dolar öder ki? Birincileri takiben ikinci sınıflar vardır. Ama onlar kendilerini asla bu isimle çağırmazlar. İkinci sınıf yolculuğun resmi adı ‘Business Class’tır ve 7,000 yerine sadece 4,000 dolar ödenir. Bunu seçenlerin haklarını da yememek lazım: Koltukları biz, üçüncü sınıflardan, çok daha geniştir, hatta tamamen yatıp, yatak haline gelebilir. Orada brendiler bedavadır, öğünler doyurucudur.
Üçüncü sınıflar için anons yapıldığını ‘Economy Class’ kelimelerinden anlarsınız: Parası yetmediği için dar koltuğa sıkışacaklar uçağa davet edilmektedir. Önce engelliler, sonra küçük çocuklu kadınlar, sonra da kendini engelli hisseden sizler...
...
Yerim güzeldi. Yanıma gelecek olan hanım kanattan dolayı aşağıyı görememe gibi bir durumla karşılaşmayacaktı. İlk binen üçüncülerden olduğum için kabin çantamı koyacağım kompartman boştu. Tuvalete de görece yakındım. Koltuğuma yayılıp, onu beklemeye başladım.
Binenleri süzüyor, yanıma kimin gelmesini isteyeceğime karar vermeye çalışıyordum. Şu kıvırcık saçlı, uzun boylu kadın fena değildi ama üzerinde fazlasıyla rahat bir kıyafet vardı. Yanımdaki koltuğa iş seyahatinden dönen biri gelmeliydi, Amsterdam’a ot çekmeye giden değil. O da zaten yanımdan geçip gitti; ben de dönüp nereye oturduğuna bakmadım.
1968! Evet, 1968 yılı olmalıydı, isminin Theresa olduğunu düşündüğüm şu rahibenin bağlı olduğu kiliseye katılışı. Artık beli bükülmüş, şaşkınlıkla tedirginlik arasında gidip gelen bir ifadeyle etrafına bakınıyor, elindeki karttan oturacağı yeri kestirmeye çalışıyordu. İşin fenası bana doğru ilerliyordu. Teker teker başlarımızın üzerindeki yer numaralarını okudu. Sonra benim hizamda durdu. O olamazdı. Amber onu yanıma oturtmuş olamazdı! Rahibe benim inancımı sezip de umudunu kesmişcesine arkasını döndü ve koridorun öbür tarafındaki koltuğa oturdu. Nasıl rahatladığımı anlatamam. Derin bir nefes verdim ve ... Bu nefes verişimi rahibe duydu. Onun tepkisini görmemek için, başımı bile kaldıramıyordum. Bir süre kımıldamadan önüme baktım. Yeteri kadar vaktin geçtiğini düşününce, rahibeye göz attım: Kulaklıklarını takmış, ilahi dinliyordu. Dinlediğinin ilahi olduğundan emin değildim, Death Metal de olabilirdi ama şu vardı ki, benimle ilgilenmiyordu.
İsmini hiç bir zaman bilemedim. Bana kendi uçuş kartını gösterdiğinde bile adına değil, koltuk numarasına baktım. Benimkiyle aynı idi. İkimize de 36K nolu koltuk verilmişti. Başımda duruyor, çağırma düğmesine bastığı hostesi bekliyordu. Hostes bizi fazla bekletmeden geldi. Durumu o açıkladı, ben ise sesimi çıkarmadım. Başa gelmedik durum değildi. Hostes izin isteyip yanımızdan ayrıldı, çok geçmeden de geri döndü. Her ne kadar daha önce başımda dikilen, takım elbiseli, seyrek saçlı ve yorgun suratlı bey konuşmuşsa da, onu pas geçip bana hitaben:
“Siz önce geldiğiniz için sizin hakkınız.” dedi, “Business’de bir boş yerimiz var, sizi oraya alalım.”
Dilim benden önce davrandı:
“Kimin yanında?”
Yaka kartından adının Anke olduğunu öğrendiğim hostes şaşaladı:
“Bir beyin yanında galiba. Niye sordunuz ki?”
Niye mi sordum? İkinci sınıfta da olsa, buradan, hala beklediğimin yanından kalkıp gidemem ki. Her şeyin başlamadan bitmesi olur bu.
Hostese başımda duran seyrek saçlı beyi işaret ettim:
“Beyefendinin itirazı yoksa onu Business’e götürün. Ben buraya yerleştim artık.”
Zaten şaşırmış olan Anke iyice afalladı.
“Nasıl? Business’e gitmek istemiyor musunuz?”
Olumsuz anlamda başımı salladım. Hostes ses çıkarmadan durumu kabullendi ve adama kendisini takip etmesini söyledi. Takım elbiseli, seyrek saçlı adam giderken gülümsüyordu; ben de öyle. Ben hem gülümsüyor, hem de bekliyordum. Gelecekti.