18
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1661
Okunma

-Çayı dəmli artıq oğlum, ağzım qurudu.
Dalıp gittiğim hayallerimden, Şamil beyin şefkat kokulu sesiyle uyandım. Bakışlarımı, yanmakta olan meşe odunlarından yansıyan o emsalsiz renk cümbüşünden zorlukla kurtardım ve alel acele kilere yöneldim. Böylece sevgili dostumun,kirpiklerimin arasından kendine yol bulup dışarı süzülen yaramaz bir göz yaşı damlacığını görmesine de engel oldum. Utandım galiba biraz sulu gözlülüğümden, yufka yürekli oluşumdan.
Dışarıda yağmur iyice şiddetini arttırmış, gecenin karanlığı siyahın ağır tonlarına dönüşmüştü. Çay paketini, her zaman çay içmekten büyük bir zevk aldığım ince belli bardakları, tabakları ve kıtlamada kullandığımız sıkı küp şekeri toparlama gayretinde iken; bakışlarım, mutfağın kiler gibi kullandığımız bu küçük bölümünün pervazları çürümeye yüz tutmuş penceresinden Poti gecelerine kaydı gitti.Pencerenin önünde uzanan geniş yoldan, eski model, kaba görünüşlü bir otomobil, çukurlara düşe çıka, ağır aksak geçti, öksüre tıksıra ana caddeye doğru uzaklaştı. Farların şavkının aydınlattığı bu bozuk, karanlık, tenha yol, İsmail Bey’in dönüşü olmayan kader yolunu getirdi aklıma. Karışık düşünceler arasında, ıslak gözlerimi elimin tersi ile kuruladım, demliğe önce yeterince çay, sonra da sıcak su koyup, kuzinenin üzerinde kaynamaya bıraktım.
Şamil Bey, bir ara hiç konuşmadı. Ya yaşadıklarını, ya da anlatacaklarını nasıl kurgulayacağını düşündü sanırım. Bakışlarını çaydanlığın ucundan çıkan buhara sabitledi, uzun süre sessizce öylece baktı durdu. Daha sonra kapağını açtı ve demlenmekte olan çayı kokladı, derin bir nefes aldı, yerine kapatırken de kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
1941 yılı, Ekim ayı başları.Karadeniz’in kuzeyinde, Azak Denizi içindeki Mariupol yakınlarında küçük bir limana demirlemiş bir askeri yakıt tankeri, gecenin karanlığın doğal kamuflajına sığınmış, yükünü boşaltmakla meşgul. Bütün ışıklar söndürülmüş, karartmanın en ileri derecesinin uygulamakta. Çevreye, fırtına öncesini hatırlatan ve insanı huzursuz eden bir sessizlik hakim. Keskin bir benzin kokusu genizleri yakıyor. Derme çatma barakaların çevrelediği, uzun zamandır bakım yapılmadığı belli olan, paslı, boyasız, yer yer sızıntıların gözlendiği eski bir dolum istasyonu. Deniz suyunun etkisi ile de çürümüş, işlevini tam manası ile yerine getiremeyen vanalar, flanşlar ve daha bir çok çirkin aksesuar. Yorgun, bezgin, günlerdir tıraş olmadıkları yüzlerindeki sevimsiz ve kirli sakallarından belli olan Sovyet askerleri, cephedeki araçlara yakıt taşıyan küçüklü büyüklü tankerleri benzin doldurma gayretindeler.
Bu küçük liman kasabasında yaşayan insanlar, adım adım yaklaşan savaşın getirdiği korku, telaş ve çaresizlikle evlerine kapanmışlar; karanlığın sessizliğini sadece uzaktan gelen köpek havlamaları bozmakta. Sıkı sıkı perdeleri kapatılmış, teneke çatılı, genelde mütevazi bir dış görünüşe sahip bu küçük evlerin bazılarının tek kanatlı pencerelerinden, gecenin geç saatleri olmasına rağmen, solgun ve yorgun bir ışık süzülmekte ayaza çalan havaya. Alçak bacalardan hafif hafif dumanlar yükselmekte, tebessümlerini yitirmiş yıldızların solgun bakışlarıyla kucaklaşmakta öylesine mahzunca.
Kızıl Ordu, 4.Romen ordusunun, Almanların 11. Ordusunun bir bölümünün desteğini alarak kuşattığı Odessa’daki birliklerini, 16 Ekim 1441 tarihinde deniz yolu ile tahliye etmiş ve Kırım Yarımadasına çıkarmıştır. Yarımadada iyice güçlenen Sovyet birliklerinin lojistik bağlantılarını kesmek için Alman Panzer birlikleri, bir arkadan çevirme harekatı uygulamış ve Tokmak-Mariupol-Brdansk sahasında kapsamlı bir temizlik hareketine girişmiş, kısa zamanda sonuç alarak, yaklaşık 65.000 esir ele geçmiştir. Bu zafer, Almanlara hem Kırım’a giriş, hem de Rostov’a yürüyüş yolunu açmıştır. Rostov, Azak Denizi’in kuzey doğu ucunda, Don nehrine biraz girinti yapan stratejik bir üstü. Rostov’u ele geçirmek, hemen kuzey doğusunda yer alan Don havzasına da hakim olmak anlamına geliyordu. Bu havzayı kontrolüne alan bir ordu, hem Kafkasları, hem de Saratov, Stalingrad gibi endüstri merkezlerinin bulunduğu Volga Havzasının aşağı kesimlerini tehdit edebilirdi. Rostov, güney Kafkaslara ve petrolün ana kaynağı Bakü’ye açılan önemli bir kapıydı.
Nöbetini devretmiş, yorgun argın yatağına uzanmış İsmail Bey’in uykusu, iki saat kadar sonra omzuna sertçe vurulan bir dipçik darbesi ile bölündü. Yatağından kaldırılması, yüzükoyun yere yatırılması, ellerinin arkadan sıkıca bağlanması çok uzun bir zaman almadı.
-Almanlar!... Diye fısıldadı arkadaşı...
-Burada ne işleri var?
-Bilmiyorum? Burası emniyetliydi güya!...
-Kötü oldu! ... Bunlar öldürmez isə, Stalin bizi öldürər şübhəsiz.
-Haklısın!...Kesin emir vardı hiçbir Sovyet askeri teslim olmayacak diye.
Sırtlarına sertçe değen tüfek namlusunun acısı ile susmak zorunda kaldılar. Yanaklarını dayadıkları çelik zeminin soğuğu, korku ve heyecanları ile kıyaslandığında, sevgiliden alınan hoş bir buse gibi geldi onlara.Çaresizce kaderlerinin kendilerine çizdiği yeni yolun getireceklerini beklemeye başladılar.
Öğretmen İsmail Bey’in askerlik hayatı burada sona ermiş, esaret hayatı başlamıştır, boynundaki kader zincirinin öteki ucunu kavrayan soğuk el değişmiştir artık. Komünist Sovyet rejiminin prangaladığı hayatı, artık Faşist Hitler rejiminin insaf anlayışına teslim olmuştur.
Almanlar, tüm dolum istasyonundakileri toparlayıp, çok kısa bir zaman zarfında, domuz naklinde kullanılan, pis kokulu vagonlara tıka basa doldurarak, Polonya’da bir esir kampına gönderdiler. Uzun ve yorucu, bir o kadar da kirli bir yolculuktan sonra, soğuk ve açlık nedeni ile ölmeyip, sağ kalanlar, hayatlarını nihayetlendirecekleri, ya da savaşın sonuna kadar ikametgah olarak kullanacakları kampa vardılar. Burası, tren raylarının bittiği yer, Polonya’nın Krakow şehri yakınlarındaki ünlü Auschwitz 1 toplama kampıdır. Ana girişindeki "Arbeit Macht Frei (çalışmak özgür kılar) " yazısı ve gaz odaları ile meşhur olan esir kampı hani. Bir milyonun üzerinde insanın asılarak, kurşuna dizilerek, ya da gaz odalarında öldürüldüğü kamptır burası.
Her şeyleri kontrol edildi. Bedenleri, dinleri, ırkları, dilleri... Kollarına bir seri rakam ve harften oluşan, her bir mahkumun kimlik numarası olan damgalar vuruldu. Bu damgalar, mahkum hakkındaki tüm bilgileri içeren özel bir kodlama sistemiydi ve zamanın bilişim devi, ABD’li IBM’in ünlü Hollerith kartotekst teknolojisiydi. Savaşın bu aşamasında, ABD şirketleri Alman saflarında yer almaktadır. İlerleyen yıllarda aynı ABD’ni, savaşın karşı cephesinde göreceğiz.
Azeri Türkü olması İsmail Beye küçücük de olsa bir avantaj sağladı, en azından hayatta kalmasına yardımcı oldu. İsmail Bey şanslı sayılabilirdi aslında. Zira, daha önce Almanlar tarafından esir alınan Türkler, esmer ve sünnetli oldukları için Yahudi zannedilmiş, etrafı dikenli tellerle çevrili buz tutmuş bir zemin üzerinde, barınmasız ve aç bırakılarak, inanılması zor bir yöntemle ölüme mahkum edilmişlerdir. Bu durum, o sıralar Almanya’da bulunan ve Enver Paşa’nın kardeşi olan Nuri Paşa ile,savaş sonunda Türkiye’nin Berlin Büyükelçiliği basın ataşeliğine gelecek olan Fuat Emircan tarafından dille getirilmiş, Alman ve Türk yetkililer uyarılmış ve harekete geçmeleri sağlanmıştır. Zamanın başbakanı Refik Saydam, ’denge politikası’ gereği, ne Almanları, ne İngilizleri, ne de Rusları rahatsız etmeden konu ile meşgul olmuş ve Türklerin biraz daha iyi koşullarda esaretlerini geçirmelerini sağlamıştır.
İsmail Bey,Türkiye’nin girişimleri sayesinde gaz odalarında can vermekten kurtuldu. Önce Auschwitz 1’in genişletilmesinde, sonra Auschwitz 2’ nin, daha sonra da Auschwitz 3’ün inşaatında çalıştı. Savaşın sonuna kadar da, Auschwitz3’ün yakınlarındaki, IG Farben şirketinin sahibi olduğu Buna Sentetik Kauçuk Fabrikasında günlerini esir işçi olarak geçirdi. IG Farben, Alman Kimya Sanayinde bir holding idi.Nazi toplama kamplarındaki toplu ölüm olaylarında kullanılan Zyklon B gazını üreten şirketti.
Fabrikada çalışıyor olmak, günlerin diğer esirlere oranla daha katlanılır bir şekilde geçiyor anlamına gelmiyordu. Zavallı esirler o kadar sahipsizdiler ki, iş yerindeki amirleri tarafından bile acımdan, sorgu sualsiz öldürülebiliyorlardı. Hele de kamptaki koğuşunuzdan biri kaçsın, hemen rastgele on kişi seçiliyor ve anında kurşuna diziliyordu.Fabrikalarda çalışan her esir işçi için, şirketler Nazi yöneticilerine ücret ödüyorlardı. Böylece SS’ler, esirler üzerinden para kazanıyorlardı.
O, Polonya’daki esir kampında, bin bir zahmetle esaret günlerini doldurma ve hayatta kalabilmek için elinden gelenin daha fazlasını sarf etme gayreti içinde iken, varlığından habersiz olduğu küçük oğlu da,Azerbaycan’ın o küçük, sakin ve mahzun kasabasında yavaş yavaş hayatından gün alıyordu. Eşi, yoldaşının bir gün geri döneceğine dair ümitlerini çoktan yitirmiş, kızına ve küçük oğluna hem anne, hem de baba olabilmenin hesaplarını yapmaya başlamıştı. Sovyetler Birliği topraklarında savaş olanca şiddeti ile devam ediyor, memleketinden, sevdiklerinden koparılıp götürülen genç, yaşlı, hiç kimseden en küçük bir haber alınamıyordu.
Günler, aylar ardı ardına hızla geçip gidiyor. Sovyet ordusunun yapamadığını ağır kış koşulları yapmaya başlamış, yenilmez Alman ordusu Sovyet toprakları içinde soğukla mücadeleyi sürdüremez duruma gelmişlerdir. Stalingrad kuşatmasında alınan başarısızlık, Almanlar için ilk tehlike çanlarının çalmaya başladığı tarihtir. Amerika’nın Sovyetlere silah yardımı yapmaya başlaması ve daha sonra da savaşa dahil olması, Almanlar için sonun başlangıcı olmuştur. 3 Ocak 1943 tarihinde, Alman orduları Kafkasya’dan çekilmeye başlamış, bu çekilme, Almanya’nın yarısını Rus ordularına teslim edene kadar sürmüştür. Böylece Hitler’in Barbarossa adını verdiği doğu seferi fiyasko ile sona ermiş, savaşı kaybetmesine sebep olmuştur.Kanlı 2.Dünya savaşı, arkasında binlerce ölü, yaralı, göçmen bırakarak, tarih sayfalarında kara bir leke olarak yerini aldı. Savaşın bitişi sevinçle karşılandı. Avrupa’da bazı yeni devletler doğarken, bazı devletler de duvarlarla ortadan ikiye bölündü. Komünist Rusya Avrupa içlerine iyice yerleşti. Ardından da, Hitler’den asla geri kalmayan Stalin katliamları başladı.
Kızıl Ordunun yaklaştığını haber alan Nazi yetkilileri, 17 Ocak 1945 gününün erken saatlerinde, 60.000 esiri kamptan çıkardı, soğuğa, açlığa, hastalığa aldırmadan, batı istikametinde yürümeye zorladı. Yürüyecek durumda olmayan binlerce kişi kurşuna dizildi. İsmail Bey’in de içinde bulunduğu ve Wodzislaw tren istasyonuna yürütülen gruptan yaklaşık 2.500 kişi de yolda öldü. 63 km süren bu yürüyüşe ’’Ölüm Yürüyüşü’’ adı verilmiştir ve her yıl temsili olarak Auschwitz’de canlandırılmaktadır.
İsmail Bey, tüm güçlüklere göğüs germeyi başardığı gibi, bu yürüyüşe de katlandı, ölümün soğuk pençesine takılıp gitmedi. İstikbalinin neyi getireceğini bilmeden, tüm gücü, gayreti ve inancı ile hayatın sevimsizliklerine direndi, küçücük ümit ışıklarının peşinden sürüklenip gitti. Asker arkadaşları, esir kampı arkadaşları, fabrikadaki esir işçi arkadaşları, Ölüm Yolu arkadaşlarından çok kişi hayata gözlerini yumdu ama, sonuna kadar direndi, sonuna kadar savaştı tüm zorlukları ile hayatın.
Ölüm Yürüyüşü sonunda, hayatta kalmayı başaranları yük vagonları bekliyordu istasyonlarda. İtile kakıla bu vagonlara dolduruldular, bilmedikleri bir yöne doğru yeni yolculuklarına başladılar. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı ama, batı istikametine yol aldıkları kesindi. Yaklaşık 800 km kadar sonra, yeni bir esir kampı karşıladı onları. Burası, Almanların 1933 yılında ilk kurdukları kamp olan, München yakınlarındaki Dachau Toplama Kampıydı. Aralarında 23 Türk vatandaşının da bulunduğu 45.000 kişiye mezar olmuştur bu kamp. İsmail Bey, Nisan 1945 tarihine kadar bu kampta kaldı. Çalıştırılmadılar ama doğru dürüst de beslenmediler. Kurşuna dizilenler çok olmamakla beraber, buradaki ölümler genellikle açlıktan ve hastalıktan olmuştur.
Polonya’da ve Almanya’daki esir kampında, yıllardır memleketlerinden, sevdiklerinden, hatta insan gibi yaşamaktan uzak çile dolduran, günahsız, kadersiz, biçare insanlar, bir Nisan sabahı uyandıklarında tüm Alman askerlerinin gitmiş olduğunu gördüler. Bir anlık şaşkınlıktan sonra gerçeği anlamaları uzun sürmedi. Amerikan askerleri kampa girmek üzeredirler. O gün hepsini serbest bıraktılar, diledikleri yere gitmelerine izin verdiler.
Değişik din, ırk ve kültürlerden gelen binlerce insan, kendi inançlarında tanrılarına şükrettiler. Hiç ummadıkları, beklemedikleri bir anda hürriyetlerine kavuşmuşlardı.
İsmail Bey hürriyetine kavuşmuştu ama, onun için durum hiç de iç açıcı değildi. Kaderin ona çizdiği yol, hala belirsizlikler, güçlükler ve acılarla doluydu.(Devam edecek)
Bir tutam hayat-29.01.2014-Azerbaycan