22
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
1773
Okunma


Günleri ağır aksak geçirmeye, yeni iş yerimize, yeni şehrimize, yeni ülkemize alışmaya başlamıştık. Zamanını tam hatırlayamıyorum ama, zannediyorum Şubat ayının ikinci yarısı, ya da Mart başları idi. Zira, kış soğukları hala olanca şiddeti ile kendini hissettiriyor, Poti ovasının meşhur ayazı, en basit tarifi ile insanın iliklerini donduruyordu. Bir Karadeniz insanı olarak, yaşadığım coğrafyanın hemen yanı başında yer alan bu bölgede, iklimin bu kadar değişiklik göstermesi, havanın bu kadar sertleşmesi, soğuğun bu kadar şiddetlenmesi gerçekten çok garibime gitmiş, çok şaşırmıştım.
Yorgun bir iş günü nihayetinde, ellerimiz, kulaklarımız, burnumuz soğuktan morarmış vaziyette, servis şoförümüz Mahlaz’ın kaloriferleri yanmayan hurda minibüsüne doluşmuş, evimize doğru yola çıkmıştık. Hepimizin tek düşüncesi ve arzusu, Babuşka’nın kuzinemizi yakmış, oturma odası niyetine kullandığımız mutfağımızı ısıtmış olmasıydı. Banyodaki odunla ısınan su kazanını da devreye aldığı ümit etmekteydik ki; petrol tankları ile boğuşmamız nedeni ile, hepimiz oldukça kirlenmiş, toza, pasa, boyaya bulanmış vaziyetteydik.
Eve vardığımızda gördük ki; sevgili Babuşkamız yapılması gereken her şeyi yapmış, kuzinemizi yakmış, odamızı ısıtmış, banyoyu da hazır hale getirmişti.Her birimiz, her zaman yaptığımız gibi, hayatın acımasız tahribatının derin izlerini taşıyan yumuşacık yanaklarına, sevinç ve sevgi ile birer teşekkür öpücüğü kondurduk. Bizler onu böyle şapur şupur öperken, o da şaşkınlıklar içerisinde Rusça bir şeyler söyleniyor, yaşının verdiği tüm sevimlilikle etrafına tebessümler dağıtıyordu.
Duşlar alındı, yemekler yendi, çıtır çıtır yanmakta olan meşe odunlarının yaydığı ısının ve hoş melodinin rehavetine kapılarak kuzinenin başına iyice yerleşildi; çaydanlık su dolduruldu ve kaynamaya bırakıldı; günün yorgunluğunu atma pozisyonuna geçildi. Televizyon kumandası elimde, kanaldan kanala gezinip durmakta, aklı başında bir program yakalayıp, en azından uykuya dalmadan önce bir bukle keyif yapma peşindeyim. Derken, Şamil Bey’in telefonu çaldı. O kadar beyefendi, o kadar saygılı bir insan ki, asla görüşmelerini yanımızda yapmaz, soğuğa aldırmadan ya kendi odasına geçer, ya da balkona çıkar, konuşması bitinceye kadar orada kalır. Alışmışız bu duruma, fazla aldırmadık Şamil Bey’in kaybolmasına ve bir süre sonra tekrar geri dönerek, kuzinenin başındaki sandalyesine usulca ilişmesine.Herkes kendi dünyasına, kendi düşüncelerine, kendi hayal alemine dalmış vaziyette.
Bir süre ses seda çıkmadı odada, herkes kendi meşgalesine dalıp gitti. Alışmışım ya Şamil Bey ile şakalaşmaya, hazırladım cümleyi, tam yapıştıracağım; döndüm baktım, Şamil Bey’in yüzünden düşen bin parça. Başı öne eğilmiş, düşüncelerin en derinlerinde boğuşmakta.
-Hayrola dostum, bir problem mi var?
-Sorma balam. Atam çoh hastaymış. Çapa’ya yatırmış gardaşlarım.
Onun bu cevabı karşısında, gerçekten çok şaşırdım. Onun, Azerbaycan’da bir kız kardeşi olduğunu biliyordum sadece.
-Ne diyorsun Şamil Abi yahu sen? Sen Azeri değil misin? Azerbaycan’da bir annen, bir de kız kardeşin yok mu senin? Baban da mı var? Erkek kardeşlerinde mi? Bir de İstanbul’da... Kafamı karıştırdın yahu!...
-Beli, men Azeriyem. Anam, bacım ve ailem Azerbaycan’da. Amma, atam da sağ ve İstanbul’da yaşamahta. Orada üç dane de gardaşım var
-Yahu Şamil abi! Şu olayı doğru dürüst bir anlatsan da, bizleri de meraktan kurtarsan diyorum. Ne dersin?
Önce, şöyle omuzu üzerinden bir bakış fırlattı gözlerime; sonra önüne döndü, dirseklerini masaya dayadı, ellerini önce birbirine sürttü, sonra kenetledi. Çenesini getirip usulca kenetlenmiş ellerine dayadı. Az biraz düşündü, sonra doğruldu, yaslandı arkasına, dedi ki o güzel lehçesiyle;
-Uzunca ve hazin bir hikayedir bu. Merak edirsense ve sıkılmayacaksan izah edeyim.
-Ne sıkılması? Tam aksine zevkle dinlerim seni. Anlat hadi.
Çokça ilgilendiğimi görünce, bir buruk tebessüm belirdi dudaklarında Şamil Bey’in. Eğildi, oldukça sakin hareketlerle kuzinenin kapağını açtı, meşe odunlarının çıtırdayarak yanmakta olduğu ateşe iri bir parça daha yerleştirdi. Doğruldu, derin bir nefes alarak, soluk ışıklı odamızda yankılanan davudi sesiyle yavaş yavaş anlatmaya başladı. Dışarıda inceden bir yağmur başlamıştı ve çinko çatılarda oynaşan damlaların o doyumsuz mırıltıları kulaklarımıza aksediyordu. Kuzinenin yanı başına biraz daha sokuldum ve şamil Bey’in hazin hikâyesine dikkatle, merakla kulak verdim.
2.Dünya savaşının başlangıç yıllarındayız. Avrupa’da Hitler kasırgası esmekte, tüm dünya henüz birinci dünya savaşının açtığı yaraları iyileştiremeden, yüreklerdeki acısını dindiremeden, yavaş yavaş yeni bir felakete doğru sürüklenmektedir. Hitler, 1.dünya savaşından sonraki ekonomik çöküntüden Yahudileri sorumlu tutuyor, onların önce Almanya’dan, sonra da dünyadan temizlenmesi gerektiği fikrini dillendiriyordu. Hatta ve hatta, ülke içinde kurduğu kamplarda, çeşitli sebeplerle tutuklattığı Yahudileri toplamaya başlamıştı bile. Bununla da kalmayıp, komşu ülkeleri usuldan usuldan istilaya başlamıştır. Başta İngiltere, Fransa ve Sovyetler olmak üzere tüm ülkeler tedirgindir, savaş hazırlıkları çoktan start almıştır.
Alman orduları önce Polonya’yı, daha sonra da sırası ile Danimarka, Norveç, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa, Yugoslavya ve Yunanistan istila etti. İngiltere’yi de Avrupa’dan söküp atan Hitler, bir yıllığına saldırmazlık anlaşması imzaladığı SSCB üzerine yürümeye karar verdi. Zira, SSCB hiç savaş yapmadan, Avrupa’daki Alman fırtınasından yararlanarak, Estonya, Letonya ve Litvanya, Finlandiya ile Polonya’nın bir kısmını istila etmişti. Bu durum Hitler’in hiç hoşuna gitmemişti. Bu durumu bahane ederek, asıl hedefi olan Bakü petrollerini eline geçirebilmek için doğuya yürümeye karar verdi.Çünkü Almanya, kendisine gerekli olan petrolün 1/3 ini SSCB’inden, yani Bakü’den ithal etmekteydi. Hatta Fransa, sırf bu nedenle Bakü’yü bombalamayı düşünmüş, Türkiye’nin hava sahasını kullanmasına izin vermediği için bu planını gerçekleştirememiştir.
Bu durumu önceden kestiremeyen Stalin,İngiliz casusların uyarılarını da kale almamış, bu nedenle savunma konusunda biraz geç kalmıştır. Buna rağmen kızıl orduyu harekete geçirmek, kendisine bağlı tüm Sovyet Cumhuriyetlerinden asker temin etmek için, bir takım savaş stratejileri uygulamıştır.Bu cumhuriyetlerden biri ve en önemlisi de Azerbaycan SSC’dir. Almanlara karşı yapılacak savaşa, ’Büyük Yurt Savaşı’ adı verilmiş, bu konuda çeşitli propaganda çalışmaları yapılmıştır.
Bu tarihlerde, Azerbaycan’ın sakin bir yöresinde, İsmail Memmedov ve ailesi, sessiz, sakin ve huzurlu bir hayat sürmektedirler. Kafkas dağlarının güney eteklerinde kurulu olan İsmayilli kasabasının onlara sunduğu mütevazi hayat standartları, gelecekten çok yüksek beklentileri olmayan bu Türk ailesinin, günlerini mutlu geçirmesine yetiyordur.Baba edebiyat öğretmenidir ve çevresinde sevilen, sayılan bir insandır. Eşi ve kızı ve yakında doğacak bebeğidir tek düşüncesi, başka da bir derdi, tasası yoktur. Son günlerde, ailede tatlı bir heyecan yaşanmakta, büyük bir merakla yeni aile ferdi beklenmekte, hazırlıklar yapılmaktadır. Çok varlıklı bir aile değiller ama, çevrelerine göre iyi durumdalar.
İsmail bey, öğrencileri ve ailesi ile mutlu günler geçirmekle meşgulken, kaderin felaket bulutlarını arkasına takmış, kapısını çalmak üzere olduğunu bilmiyordu. Sovyet lideri Stalin, 3,5 milyon nüfusa sahip olan bu ülkeden, 600 000 asker toplamayı planlamaktadır. Bir karışıklık, bir telaş, bir korkudur almış başını gitmiş, analar ağlamakta, gençler şaşkın, yavuklular, eşler perişan durumdalar. Bir yandan da yurt savunması söz konusudur, serde Türklük vardır, damarlarda savaşçı bir milletin kanı dolanmaktadır. Çare yoktur, eli silah tutan herkese cephe yolu gözükmektedir.
Çok geçmeden savaş patlak vermiştir, Alman askerleri Sovyet kapılarına dayanmıştır artık. Ülke ve savaşılan cephe oldukça büyük. Kimin, nereye, ne zaman gittiği belli değil. Mektup, telefon, kısacası haberleşme olayı hiç yok zaten. Kirli vagonlara doluşup giderken, arkalarından yaşlı gözlerle bakan yakınlarının hıçkırıklarını son anı olarak yüreklerine yerleştirmekte insanlar.
Önce normal yaştakiler alınırlar ardı ardına askere, sonra sıra diğerlerine gelir. İsmail Bey öğretmen ya, pek dokunmuyorlar ona ilk zamanlar ama o, bir gün sıranın kendine de geleceğini çok iyi bilmektedir. Beklenen o gün, çok uzak olmayan bir zaman diliminde çıkıp geliyor tüm sevimsizliği ile. Ayrılık vakti gelmiştir artık, kader onun da yapışmıştır yakasına. Bir bilinmezliğe doğru, belki de asla sonu gelmeyecek bir yolculuk başlamak üzeredir. Olayın en acı olan tarafı da, doğacak bebeğini, belki de asla göremeyecek olmasıdır.
İsmail Bey, serin bir Azerbaycan sabahında, yaşlı gözlerle vedalaşır öğrencileri ve ailesi ile. Bu gidişin dönüşünün çok zor olacağını hepsi iyi bilmektedirler aslında. Kızını ve ailesini yanaklarından öper. Bu hüzün atmosferi içinde trene binmek üzereyken döner ve eşine şu cümleyi fısıldar;
-Eğer!...
-Eğer oğlum olsa,adını Şamil goy!...
-Şamil kimi cesur,Şamil kimi igit olsun!...
Tren hareket etti, vagonun kirli penceresinden el salladı mahzunca İsmail bey sevdiklerine, gözlerinde biriken yaşları silme işini daha sonraya bıraktı. Tüm bu yaşanılan üzüntülerin yanında, bir de ağladığını görmelerini istemiyordu ailesinin. En azından cesur bir insan olarak, savaşa dahi tebessümlerle gidebilen bir insan olarak hatırlanmayı dilemişti.
Aradan günler, aylar geçti. Savaş olanca şiddeti ile devam etmekte, Alman askerleri ülkenin kalbine doğru ilerlemeyi sürdürmektedirler. Stalin, dört gözle ABD’lerinden gelecek silah yardımını beklemektedir. Kış, usuldan usula kendini göstermeye, askerlerin yaşama şartlarını zorlamaya başlamıştır. İşte bu günlerde, beklenen bebek, sağlıklı olarak dünyaya gözlerini açtı Kafkas dağlarının gölgelediği o küçük kasabada.
-Oğlan!...diye haykırdı küçük kız annesine...
-Oğlan bu ana!...
Genç kadın nemli bakışlarını önce bebeğinde gezdirdi, sonra küçük kızının sevinçle parlayan gözleriyle birleştirdi.’’ Ne çoh atasına benzeyir!’’ diye geçirdi içinden, saçlarını okşadı.
-Adı Şamil olsun!...dedi…
-Olur mu gızım?
-Şamil olsun ana. Atam onu adıyla bırahtı bize!...
-Beli,Şamil olsun!...
Genç kadın, bu konuşmadan sonra başını yanı başındaki küçük pencereden yana çevirdi. Ufukta gözüken gri alçak tepelere ve tepelerin eteğinden uzanıp giden tren yoluna saplandı kaldı bakışları. Sessiz sessiz ağladı. Küçük kızından sakladı göz yaşlarını.(Devam edecek)
Ata...Baba
Beli...Evet
Kimi...Gibi
İgit...Yiğit
Edirsense...Ediyorsan
Bir tutam hayat- 18.01.2014-Azerbaycan