23
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1670
Okunma


Sizin hiç,
çoluğunuz çocuğunuz, eşiniz dostunuz, bakmakla yükümlü olduğunuz , sizden ekmek bekleyen insanlar karşısında mahcup duruma düşüp, çaresizliğin acı şerbetini tattınız mı?
Ben tattım.
Siz hiç,
yaşadığınız şehri, sokak sokak, cadde cadde, köşe bucak,bir uçtan bir uca, ayaklarınız şişene, dizleriniz ağrıyıncaya kadar arşınlayıp, küçük bebeniz için ucuz çocuk bezi aradınız mı?
Ben aradım.
Siz hiç,
iftar saati arifesinde, sıcacık, bol susamlı, yumurtalı, mis gibi kokan Ramazan pidesine sulanıp da, paranız çıkışmadığı için somun ekmeğe talim etmek zorunda kaldınız mı?
Ben kaldım.
Otuz kırk santimetre karda, kışlık ayakkabısı olmadığı için okuluna yazlıkları ile gitmek, ayaklarına kar dolmaması için, başka insanların ayak izlerini izlemek zorunda kalan, ıslanan çorapları nedeni ile de, akşama kadar tir tir titreyerek ders dinleyen çocuğunuz oldu mu sizin?
Benim oldu.
Ülkeyi yönetmeyi beceremeyen, yetersiz, bilgisiz, beceriksiz Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, saçma sapan siyasetçiler yüzünden, devletin ekonomik krize yuvarlanması sonucu, işsiz, dolayısı ile aç kaldınız mı siz hiç?
Ben kaldım.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük ekonomik felaketi olan 2001 krizi, ülkeyi çöküş noktasına taşımıştı, biliyorsunuz. Bu gün burada, bu güzel defterin müstesna sayfasında arz-ı endam eden, şiirlerinde, yazılarında çarşaf çarşaf siyaset yapan, hükümet yıkıp, hükümet kuran, adalet, özgürlük, dürüstlük nutukları çeken şair ve yazarlarımızın büyük bir bölümü, o kara günleri, devlet babanın şefkatli kolları arasında, ekmek elden su gölden misali, zevk-ü sefa içinde geçirdiler. Bunların başında, askerler ile devlette görev alan memur ve işçiler gelmektedir. Bu gurupların dışında kalan halk, bilhassa özel sektörde hayatını kazanan emekçilerin binlercesi ekmeğini kaybetmiş, yüzlerce iş yeri kapanmış, onlarca iş adamı intihar etmiş, inanılmaz bir kaos dört bir yanı sarıp sarmalamıştı.
Keleme almaya çalışacağımız bu hikayemiz, işte o sevimsiz kriz günlerinde, Sakarya ovasının hazana merhaba dediği bir Eylül sabahı başlıyor; Gürcistan’dan Azerbaycan’a, S.S.C.B.den İsviçre’ye, dünyanın dört bir tarafını dolaşıyor, güzel İstanbul’umuzda finale erişiyor. Uzun soluklu bu hikayeyi, sizleri sıkmadan, ilginizi dağıtmadan sunabilirsek, kendimizi mutlu eddedeceğiz. Sözü uzatmayalım, usuldan usuldan hikayemize başlayalım, kahramanlarımızdan bir olan Şamil Bey ile hayatımızın kesiştiği coğrafyaya doğru yola çıkalım aheste aheste.
O sonbahar, Sakarya Ovasında oldukça bereketliydi yağışlar. Sakarya Nehri, her zamankinden daha debili, daha coşkulu, daha heybetli akmaktaydı kara sevdası Karadeniz’e doğru. Sapanca Gölünde doğan ve Sakarya Nehrine ulaşmak için Adapazarı’nı batı, güney yönünde kat eden, 1999 depremi sonucunda, havzasında yer alan evlerin tümünün yıkılması nedeni ile, şimdilerde az buçuk yalnızlığın burukluğunu yaşamakta olan Çark Deresi, yağışların yoğunluğu nedeni ile yükselmiş, aheste aheste akışının bakışlarımıza sergilediği güzel tablo, yağmurun romantizmini ikiye katlamıştı.
Çoktan yitirmişim dudaklarımdan asla eksik olmayan tebessümlerimi aslında. Bakışlarım, geleceğin belirsizliği kucağında naçar kalmış, ovanın uzak noktalarında, alçak tepelerle sevişmekte olan yağmur bulutları ile yarenlik etmekte.Bir çıkış yolu bulamamanın ezikliği, çaresizliği, düşüncelerime paslı çivilerle çakılmakta kanatarak.
İnanılmaz bir tedirginlik var havada. Korku, almış başını gitmiş dört bir yanda. Toplu işten çıkarmalar, sıra sıra iflaslar, halk şaşkın vaziyette. Evliyim, çocuklarım var okuyan, bir tanesi de henüz altı aylık. Emeğimiz ve diplomamızdan başka bir şeyimiz yok satacağımız, satıp da yaşamaya çalışacağımız.
Bir sevimsiz Eylül sabahı, hesabımızı kestiler, işsizler ordusuna dahil ettiler bizi de. Hava soğuk, kış uzaktan sesini duyurmaya başlamış usuldan, ekonomik kriz kılıcını sallamakta acımasızca. İş, aslanın ağzında değil, midesine inmiş çoktan, diploma, tecrübe para etmemekte. Hayat pahalılığı almış yürümüş, enflasyon tarif edilemez boyutlarda, iş yok, güç yok. Yabancı bir şehirdeyiz, okullar yeni başlamış, ev kira. Bebem mama, eşim oğlana bez diye ağlamakta. Kızlarımın doğru dürüst üstlerinde kışlık elbiseleri, ayaklarında ayakkabıları yok. Durumun farkındalar, isteyemiyorlar, boynu bükük garibanların. Sözün özü, resmen perişan haldeyiz.
Üç dört ay şaşkın bir vaziyette, ne yapacağımı, nereye baş vuracağımı, çocukların nafakasını nasıl çıkaracağımı bilmeden, Adapazarı İstanbul trenin kirli vagonlarıyla dolanıp durdum.Her sabah, ümitle, dualarla yolcu etti eşim, her akşam moralim çökük, boynum bükük durumda döndüm evime. Hazıra dağ dayanmıyor, aldığımız tazminatın dibi görünmeye başlamış çoktan. Kime gitsem, kimden para bulsam bilemiyorum? Küçük oğlum, hiç bir şeyden habersiz, hüzünlü bakışlarımızın gölgesinde, ağır ağır büyümekte.
Allah, sıkışan kulunun yardımına koşar derler ya, bize de resmen öyle oldu. Türkiye’de iş bulmak imkansız hale gelince, bazı dostlarımızın yardımları sayesinde Gürcistan’ın Poti şehrinde bir iş buldum kendime. 2002 yılının soğuk bir Ocak sabahı, çoluk çocuğumu Adapazarı’nda, kaderleri ile baş başa bırakarak, hurda bir otobüsün en arka koltuğunda, başımı dayadığım bir kirli camdan akseden kederli yüz hatlarımın yarenliği ile akıp gittim gün doğumuna doğru.
İlginç bir yolculuk. Sigara dumanından göz gözü görmüyor. Araçta, her çeşit milletten insanlar mevut. Türk, Rus, Gürcü, Azeri, Ermeni... Aklınıza gelecek tüm Kafkas halklarından örnekler bulabilirsiniz. Otobüsün ısıtma sistemleri yetersiz.İnsanlar paltolarına sarılmışlar; uyumak, bu sevimsiz yolculuğun bizlere sunduğu çilenin en azından bir kısmını bu yolla bertaraf etme çabasındalar. Yolcuların azımsanmayacak bir grubunu oluşturan hayat kadınlarının pek umurunda değil bu durumun sevimsizliği. Onlar hallerinden memnun olmalılar ki, kıkır kıkır gülmelerine devam etmekteler. Şüphesiz Türkiye’de geçirdikleri günleri, ağlarına düşürdükleri para babalarını, söğüşledikleri şehvet düşkünü avanakları anlatmaktadırlar birbirlerine.
Düşünceler, hayaller, kendinle hesaplaşmalar, dünü, bu günü yargılamalar, yarına dair ümitler beslemelerle çok çabuk tükendi Türkiye sınırları içindeki yolculuğumuz. Otobüsümüz, memleketimden geçtiği halde,duramadım, anamın, babamın elini öpmek, hayır duasını almak kısmet olmadı.Gecenin ilerleyen soğuk saatlerinde, Türk polisleri ve gümrük memurları ile selamlaşıp,memleket topraklarını terk ettik, Gürcistan’a ayak bastık. Türk tarafındaki tertip düzenden sonra, karşıki taraftaki gariplikler insanın moralini bozuyor. Ülkenin geri kalmışlığı konusunu duymuştum ama, ilk adımda yüz yüze gelmek de, gerçekten hiç hoş olmuyordu. Yarım saatte geçtiğimiz Türk gümrüğünden sonra, Gürcistan gümrüğündeki işlerimiz tam iki saatte tamamlanabildi. Ardından Acerya sınırı. İyi ki buradan sadece para vererek geçebiliyorsunuz, öyle pasaport, vize kontrolü flan olmuyor.(Sonraki senelerde Türk vatandaşları, Gürcistan’a sadece kimlik kartları ile girebildiler)
Karanlık yollardan ağır aksak ilerliyor otobüsümüz. Gümrükteki tantanadan sonra, hiç kimsede uyuma zevki kalmadı, sigara dumanı ve muhabbet kirliliği tavan yaptı yine. Hopa-Sarp arasındaki duble yoldan sonra, çocuk mezarı büyüklüğündeki çukurların kol gezdiği bu bakımsız yol, pek rahatsız edici geldi bizlere. Şartlar, zaten isteseniz de uyku uyumaya pek müsait değil. Karanlığı süzüyorum öyle gayesiz bakışlarla. Tek tük rastladığımız evlerin girişlerinde, soğuktan üşümüş, yalnızlıkların sevimsizliğini yaşayan, mahzun ve soluk lambalar gözlemlemekteyim.
Erzurum sınırları içindeki Hasan Dağından doğan ve Gürcistan içerlerinden Karadeniz’e dökülen Çoruh’u geçiyoruz ilkin.Gürcülerin Çorohi diye isimlendirdikleri bu nehir, dünyanın en hızlı akan nehirlerinden biridir ve en derin olanıdır. Çok geçmeden,uzaktan Batum ışıkları gözüküyor. Sınıra yirmi kilometre mesafede zaten.Sessiz, sakin, mazlum bir şehir. Tenha ve yorgun sokaklarından usul usul geçiyor; eski, bakımsız evlerin kasvetli siluetlerini arkamızda bırakarak, doğu yönündeki dar yoldan, yüksek tepelere doğru tırmanmaya başlıyoruz.Kanuni Sultan Süleyman zamanında ilk kez Osmanlı topraklarına katılan bu kent, uzun seneler Türklerin egemenliğinde yaşadı. Türk izlerini hala görmeniz mümkün bu şehirde.(Batum, daha sonraki yıllarda Karadeniz’in Beyrut’u olmuştur)
Yüksek dağlardan, dumanlı tepelerden, derin derin çukurlardan, bilmem kaç tane gümrük ve polis kontrolünden geçtikten, bilmem kaç Lari rüşvet dağıttıktan sonra, güneşin ilk ışıkları ile, Anadolu’nun bir ilçesini andıran bir şehrin, ilginç bir köşesinde duruverdi döküntü otobüsümüz. İnsanın vatanı, doğduğu değil, doyduğu yerdir derler hani. Yeni vatanımıza gelmiştik. Hayat hikayesin asla unutamadığım Şamil Bey ile yollarımız burada, bu küçük şehirde kesişecekti.(Devam edecek)
Bir tutam hayat-27.12.2013-Azerbaycan