24
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1479
Okunma


Bu güzel tablo, babam, kardeşlerim ve tüm akrabalarımın katılması ile iyice renklendi, zenginleşti. Sarmaş dolaş, öpüşme koklaşmaların hemen ardından sorgu sual başladı.
-Amcan nerede? Sağ değil mi? Diye sordu telaşla babam.
-Sağ!..Hastaneye bir bebek getirdi, içeride şimdi. Sapa sağlam her zamanki gibi, merak etmeyin.
-Neredeydiniz? Meraktan öldürdünüz bizi...Diye söze karıştı, ağlamaktan bitap düşen yengem.
-Köy yolunda yağmura yakalandık dün. Köprüler yıkılınca da, mahsur kaldık, gelemedik. Sabahtan beri yollardayız. Yayan geldik tüm yolu.
Annem, babam, kardeşlerim, amcamın eşi, çocukları, diğer tüm akrabalar... Neredeyse yirmi dört saati bulan bu azap verici zaman diliminin nihayetinde, kaderin gizemli ufuklarından kopup gelen bir mutluluk rüzgarının kucağında, inanılmaz bir sevinç atmosferini solumaktaydılar. Annemin, yengemin ve duygusallığımı aldığım sevgili babacığımın, bu kez sevinçten dökülüyordu göz yaşları.
Bir müddet sonra, hastanenin kapısından yorgun argın, sallana silkelene çıkan amcamı gördüklerinde, sevinçleri bir kat daha arttı. Koştular, sevinçle boynuna sarıldılar hepsi teker teker.
-Sizi öldü zannettik. Dedi babam amcama.
-Dur bakalım!...Daha çok gencim, Allah’ın izni ile, daha çok yaşanacak senelerim var...Diye karşılık verdi amcam. Bizde bir kayıp, hasar var mı? Diye sordu ardından merakla.
-Herhangi bir ölü, yaralı, ya da zarar ziyan yok bizde. Ama, tanıdıklarımızdan ölenler var maalesef.
Babam, selde hayatını kaybedenleri, yaralananları, kayıp olanları tek tek anlattı amcama, ilçenin durumu hakkında bilgi verdi. O gece, tanıdığımız bir çok insan öldü ilçemizde, bir çoğu da evsiz kaldı. Bizim ve amcamların evi, kartal yuvasını andıran bir kayanın üzerine kuruludur.Anacığım, hep içinde bir korkuyla büyütmüştür bizleri bu dik arazide. Düşerek, bir yerlerimizi kıracağımızdan, sakat kalacağımızdan korkmuştur daima. Ama, ne hikmettir bilinmez, hiç birimiz düşmedik, yuvarlanmadık, bir yerimizi kırmadık. Tam aksine, son derece sağlıklı insanlar olarak yetiştik. Evlerimizin, böyle yüksekçe bir yerde kurulu olması, bu felaketten, zarar görmeden kurtulmamızı sağlamıştı.
Bebeği hastaneye yatırdılar. Bir müddet kontrol altında tutulması gerektiğini, bu zamanın bir iki haftayı bulabileceğini, durumunun oldukça ciddi olduğunu söyledi doktorlar. Annesi, mecburen bebeği ile kaldı orada. İlçede tanıdıkları olmadığı için de, dedeyi biz misafir ettik evimizde. Annem, onları yalnız bırakmadı. İstisnasız her gün uğradı hastaneye, ihtiyaçlarını karşıladı. Bebeğin, günden güne iyileştiği haberini getirdi bizlere. Hepimiz çok sevindik.
O kara gecede, bölge itibari ile 46 kişi hayatını kaybetti. Bu ölümlerin yarısına yakın bölümü, hikayemizin geçtiği söğütlü deresinin yatağına ve denize döküldüğü deltası civarına yapılan evlerin yıkılması sonucu gerçekleşti. Oldukça fazla sayıda köy, bu felaketten etkilendi. Yedi köprü tamamen, dört köprü kısmen yıkıldı. Kara yoları tahrip oldu, telefon ve elektrik sistemleri hasar gördü. Tarlaları sel aldı götürdü, iş yerlerine, evlere çamurlar doldu. Denizin yüzeyi, tamamen selin getirdiği ağaçlarla kaplandı. Ulaşım, denizden balıkçı motorları ile sağlandı.
Doktorların söyledikleri gibi, on gün kadar sonra bebek, evine gönderilecek kadar iyileşti ve taburcu edildi. Bebeğe, annesine ve iyice alıştığımız dedesine veda ettik, köylerine uğurladık.
Aradan tam yirmi üç yıl geçti...
Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesi yakınlarında, oldukça keskin virajlı D100 devlet kara yolundayım. Taze yapraklarının, usuldan usula esmekte olan seher yelinin kucağında,nazlı nazlı kendince oynaştığı kavak ağaçlarının, yeni doğan güneşin ışıklarını hapseden uzunca gölgeleri, ilginç görüntüler sergilemekte uykusuz gözlerime. Sağımda solumda gözlemlediğim köy evlerine ve bir yerleşim bölgesinden geçtiğime aldırmadan, küçük ama oldukça güçlü arabamla, olması gerekenin çok üzerinde bir hızla yol alıyorum.
Tam köy çıkışında, karşı yoldan gelmekte olan bir trafik polisi aracı, ani bir fren yaparak duruyor. İçinden fırlayan bir polis, sağdan soldan gelen araçlara çok aldırmadan, benim aracıma yöneliyor, el kol işaretleri ile durmam gerektiğini anlatıyor. Yavaşlıyorum, müsait bir yerde duruyorum.
Nisan ayının ilk günleri. Çiçekler açmış, doğa kış uykusundan çoktan uyanmış. Havalar nispeten ısınmış ama, hala sabah serinliği kendini hissettiriyor Anadolu’nun bu güzel bölgesinde. Sol ayağımda, depremden kalma bir hatıra var. Arada bir kendini gösteriyor, rahat yürümemi, ayakkabı giymemi engelliyor. Bu nedenle ayağımda sandalet var, soğuktan üşümelerdeyim. Debriyaj pedalına da basarken zorlanıyorum ama, her ne hal olursa olsun, bu yolculuğu bitirmek zorundayım.
-Günaydın!... Diyor polis memuru nezaketle. Meskun mahalde, hız sınırını aşmışsınız. Ehliyet ve ruhsatınızı verir misiniz?
-Farkındayım...Diyorum,suçunu bilen ve kabullenmeye hazır olan olgun bir insan tavrıyla...
Ehliyetimi uzatıyorum. Bakınıyorum, aracın ruhsatı her zamanki yerinde yok. Hem küfürler ediyorum kendi kendime, hem de torpido gözünü tekrar tekrar kontrol ediyorum... Yok!...Yok!... Bizim ruhsat, yer yarılmış, içine girmiş sanki.
-Kusura bakma memur bey. Bir cenazem var. Acele ve telaşla yola çıktım geceni ilerleyen saatlerinde. Sanırım ruhsatı evde unutmuşum. Neyse cezam razıyım artık.
Üzüntüden perişan halimi gören polis memuru;
-Tamam, ruhsat kalsın ama, radara girdiniz, hız cezasını ödemelisiniz.Diyor... Başınız sağ olsun diyerek de taziyelerini bildiriyor.
Ceza makbuzunu alıyorum, nasılsa karşılığını ödedim diye düşünerek, Samsun istikametine doğru, süratle ilerlemeye devam ediyorum. Amasya kavşağında beni beklemekte olan kardeşimi de alıyor, onun usta şoförlüğü sayesinde, saat 14.30 sularında memleketimize varıyoruz.
Cenaze, öğlen namazını müteakiben kaldırılmış. Sevgili amcamıza yapacağımız son göreve yetişememenin üzüntüsü ile, mahallenin dik yokuşunu tırmanmaya başlıyoruz. Amcamın evine vardığımızda, babam, diğer amcam ve akrabaları, onun, hasta iken yattığı odada otururken buluyoruz. Kucaklaşıyoruz... Gözlerimiz doluyor... Çok sevdiğim amcamın cenazesine yetişememenin üzüntüsü ile doluyum...
-Neden erken haber vermediniz?
-Gece son nefesini verdi. Sizi hemen aradık... Diye karşılık veriyor amcamın büyük oğlu.
Bir müddet öylece, üzgün üzgün sohbet ediyoruz, sevgili amcamı anıyoruz, onunla yaşadığımız güzel hatıraları dile getiriyoruz her birimiz.
Bir ara dikkatimi, odada bulunan ve benim tanımadığım bir çift çekiyor. Yirmi yirmi beş yaşlarında, genç bir adam...Yanında genç bir bayan. Muhtemelen eşi... Kucaklarında, bir yaşlarında bir bebek...İlk geldiğimizde, baş sağlığı dilediklerini hatırlıyorum. Daha sonra hiç söze karışmadılar, sukut içinde bizim konuşmalarımıza kulak verdiler. İşin enteresan tarafı, geldiğim andan beri, adamın bakışlarını hiç üzerimden almayışı. Devamlı beni süzmekte...Zaten moralim yerlerde sürünmekte, cenazeye yetişememişim, üzülüyorum... Bozuluyorum adama ....Dilimin de kemiği yoktur ya, yapıştırıyorum sözü;
-Af edersiniz!...Sizleri tanıyamadım ben, kimlerdensiniz? Diye soruyorum, biraz sitemkar bir sesle.
Bu sözüm üzerine adam, bir cenaze evinde olduğunun bilinci ile, dudaklarına yerleştirdiği belli belirsiz bir mahcup tebessüm eşliğinde, oturduğu yerden yavaşça kalktı, yanıma yaklaştı, ellerimi tutarak, gözlerimin içine baktı.
Bakışlarını tanımıştım...
Yirmi üç yıl önce, bir felaket gecesinin arifesinde, doğanın öfkesini yenmeye çalıştığımız bir köy yolunda, tam öldü diye korkulara düştüğüm bir anda, sevimli bakışlarını yüreğimin derinlerine kazıyan küçük ve hasta bebekti o.
-Ben, senin küçük kardeşinim...Dedi...
O da, minicik bir bebek iken, belki de kendisini ölümden kurtaran insana, son vazifesini yapmaya gelmişti...(Bitti.)
(Sevgili amcamın anısına...)
Not: Fotoğrafta görülen park alanı, o sel felaketinde oluşan molozların, denize doldurulması ile elde edinilmiştir.
Bir tutam hayat-10.10.2013-Sumqayıt-Azerbaycan