22
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1295
Okunma


Biraz korku, biraz da heyecanın etkisi ile, sıkıca yumduğum gözlerimi açtığımda, azgın dereyi geçmiş, karşı kıyıya varmış olduğumu gördüm. Çokça sevinmiştim. Benim, salimen karşıya geçtiğimi gören amcam, vakit geçirmeden sepeti geri çekmeye başladı.
Geçme sırasının kendine de olduğunu anlayan anne, genellikle bahçe işlerinde çalışırken yaptığı gibi, belindeki Rize işi peştamalı çözdü, bebeğini itina ile içine yerleştirerek, emniyetli bir şekilde arkasına sıkıca bağladı. Bu yeni pozisyonunu beğenmeyerek ağlamaya başlayan bebeğine aldırmayarak, dikkatlice sepetin içine oturdu. Hareketlerinden, bu işin hiç de yabancısı olmadığı belli oluyordu doğrusu. Çok sıkıntı çekmeden karşı kıyıya geçti. Onun ve bebeğinin, problem çıkmadan karşı kıyıya ulaşması, herkese derin bir nefes aldırdı. Sonuçta bu zahmetli ve tehlikeli yolculuğa kalkışmamızın ana nedeni, onları, salimen ve en kısa zamanda ilçeye, doktora ulaştırmak değil miydi?
İşin inceliklerini iyice kavrayan amcamın becerisi sayesinde, önce ihtiyarın, sonra da kendisinin karşıya geçişinde sorun yaşanmadı. Yolculuğun en tehlikeli bölümünü geçmiştik ama, şimdi de önümüzde, akşama kadar süreceğini tahmin ettiğimiz ve belki de tamamını yayan olarak gerçekleştireceğimiz bir zor bölüm uzanıyordu.
Sağda solda, öbek öbek su birikintileri...Bu birikintilerin oluşturduğu, hatırı sayılır çukurlar... Bazen düz, bazen yokuş, ama genellikle inişi olan, iki aracın yan yana geçemeyeceği kadar daracık bir köy yolu... Zaman geçirmeden, becerebildiğimiz kadar hızlı adımlarla, ilçe istikametine yürümeye başladık.
Sabah saatlerinde, genellikle köylerden ilçe istikametine doğru araç hareketi olduğunu bilen amcam, zayıf bir ihtimal olsa da, bir araca rastlama şansımız olduğundan bahsediyor. Hatta, ters yönden, ilçeden köylere doğru yolculuk yapan insanları dahi, gerisin geriye döndürmeye, bizi ilçeye götürmeye ikna edebileceğimizi anlatıyor.
Bir saat kadar, hiç durmadan, tempolu bir şekilde yürüdük. Yol aldığımız derin vadinin her iki yanında, alçak fındık ağaçları ile tamamen kaplanmış oldukça dik yamaçlar yükseliyor. Bu yamaçların yukarı kesimlerinde, koparılmış tespih taneleri gibi sağa sola gelişigüzel dağılmış, alçak, basit şekilli, teneke çatılı evlerin etrafında, telaşlı telaşlı koşuşturan sakinleri dışında hiç kimseye rastlamayışımız, amcamın iyimser tahminlerini boşa çıkarıyor. Moralimiz iyice bozuluyor.
Karadeniz bölgesini tanıyanlar bilirler. Bu yörede, adım başı kendiliğinden akıp giden kaynak sularına, ya da bu suları bir araya toparlayan, insanların yararlanmasına sunulmak için, hayırseverler tarafından imal edilen yol kenarı çeşmelerine çok sık rastlarsınız. Hemen hemen hepsi, içilebilir nitelikte, lezzetli, serin göze sularıdır.
Yolunuz bu yöreye düşerse, büyük şehirlerdeki alışkanlıklarınızla, susuz kalabileceğinizi düşünerek, sakın marketlerden su satın almayınız. Hem boşuna para harcamış olur, hem de bu güzel suların tadına bakmamış, dolayısı ile çok şey kaybetmiş olursunuz. İç Anadolu bölgesinde yapmış olduğum bir seyahatte, kilometrelerce böyle bir çeşme aramıştım da, bulmayı başaramamış, hayretler içinde kalmıştım.
Yolun biraz genişlediği bir bölümde, söğüt ağaçlarının gölgelediği, güzel bir çeşmenin önünde mola verdik. Su içmek için eğildiğinizde, alnına yerleştirilen küçük bir taşın üzerinde kazılı olan eski Türkçe yazıları seçebiliyordunuz. Belli ki, Osmanlı’ya kadar uzanan bir hayat hikayesi vardı. Kara taştan imal edilmiş ve her yanı yosun bağlamış, sağından solundan sular sızmakta olan çeşme, ifteri ve menekşe yaprakları ardına öyle ustalıkla gizlenmiş ki, yalak ve akan su olmasa, güzelliğini fark etmek imkansız hale gelecek neredeyse.
Anne, bebeği ile meşgul olurken, hızlı yürüyüşten oldukça etkilenen ihtiyar, kendini yıkılırcasına yalağın kenarına bıraktı. Akşamki yoğun yağışın tesiri ile olacak, çeşmeden yalağa dökülen su, aktığı borunun taşıma kapasitesini çoktan aşmış, bunu sonucu olarak da, ağzına kadar dolmuş, tepeye yakın bir yerdeki tahliye bölümünden, küçücük ve şirin bir şelale görümünde, çok hoş sesler çıkararak taşmaya başlamıştı.
Dede, bu küçük şelaleden soğuk ve berrak sudan bir kaç avuç aldı, yüzüne, ensesine, kollarına serinletti ve;
-Yer yarılmış, insanlar içine girmiş sanki. Nerede bu yolun yolcuları, neden kimseler yok? Diye söylendi kendi kendine.
-Biraz sabırlı olalım. Biraz daha yürüyelim bakalım. Rastlarız elbet birilerine...Diye karşılık verdi amcam.
Pek alışık olmadığım bir düşünceli ifade vardı yüzünde. Bir şeylerden kaygılanıyor da, bizlere belli etmemeye çalışıyor gibiydi. Molamız çok uzun sürmedi, toparlanıp, tekrar yola koyulduk.
Kuşluk vaktini çoktan geride bırakıp, öğlen saatlerine iyice yaklaşmıştık ki, yolun dereye iyice yaklaştığı bir bölgede oluşan heyelan nedeni ile, araç geçişinin imkansız hale geldiğini gördük. Böylece, yürüyüş güzergahımızda hiç bir araca rastlamayışımızın sebebini öğrenmiş olduk. Yolun büyük bir kısmı kullanılmaz haldeydi. İnsanlar ve hayvanlar geçebilirdi ancak, araçların geçmesi imkansızdı.
Sahile yaklaştıkça, suyun doğaya verdiği zararın büyüklüğü de artmaya başlamıştı.
-Bayağı bir sel olmuş. Umarım can kaybı olmamıştır...Diye söylendi amcam.
-İnşallah!...Diye cevap verdi ihtiyar. Canı iyice sıkılmıştı. Mendilini çıkarıp, alnında, ensesinde biriken terleri sildi.
-Bu yaşıma geldim, bu yollarda yıllardır direksiyon sallarım, hiç böyle bir olaya şahit olmadım.
-Ben yetmiş beşteyim evlat.Ben bile böyle yağmur görmedim bunca senelik ömrümde. Felaket bu, felaket!...
-Yavrumun şansına...Dedi sukutu seven anne üzüntüyle.
-Ona bir şey olmayacak...Diye ümit verdim genç anneye. Doktora zamanında yetişecek.
Anne, ümit arayan, çare dilenen bakışlarla süzdü beni, sonra da dudaklarına zoraki toplayabildiği bir buruk gülümseme eşliğinde başımı okşadı.
-Sen hiç yanımdan ayrılma. Benimle yürü...Arada saçlarını karıştırayım senin...Olur mu?
-Olur...O iyileşecek ve bundan sonra benim kardeşim olacak.
-Evet...Olacak...
Bu küçük diyalog grubun gülüşmelerine sebep oldu. Yürüyüşümüze biraz daha neşeyle, biraz daha şevkle, biraz daha inançla, azimle devam ettik. Amcam, arada bir bebeği annesinden alıyor, kadıncağızın soluklanmasına, biraz dinlenmesine yardımcı oluyordu.
Öğle saatlerine doğru, yürüyüş güzergahımız üzerinde bulunan ilk yerleşim yerine vardık. Yolların neden tenha olduğunu, insanların neden ortalarda gözükmediğini anladık oraya vardığımızda. Suyun öfkesinin ne seviyede olduğunu, sekiz saat süren akşamki yağmurun oluşturdu selin ne gibi etkilerde bulunduğunu, bakışlarımızın önüne serilen inanılmaz bir manzaradan, çok acı bir şekilde öğrendik.
Bu kadar korkunç, bu kadar üzücü, bu kadar acı veren bir tablo ile, hayatımda bir daha karşılaşmadım diye yazmak istiyorum buraya ama, maalesef yazamıyorum. Zira, zalim kader, yıllar sonra, Sakarya ovasının karanlık ve lanetli bir gecesinin sabahında, kendimin de içinde bulunacağım bir acı senaryo ile, aynı manzarayı tekrara yaşatacak, aynı üzüntüleri bir kez daha tattıracaktı bana.
Yamaç eteklerine, sanki acemi bir usta eli ile yapıştırılmış hissi veren, eski, ahşap ve gösterişsiz küçük evler. Vadinin tabanına saklanmış gibi duran,oldukça az haneli bir dere köyü. En büyük ve gösterişli bina, çam ağacından, ilginç bir mimari ile inşa edilen köy camisi. Caminin, yine ahşaptan yapılan minaresinin, en küçük rüzgarda uçacak gibi eğrelti duran şerefesinden, hocanın çıplak sesi ile okuduğu öğlen ezanı eşliğinde girdik köye.
Dere yatağının az da olsa genişlediği ender alanları, biraz da çaresizlikten yerleşim alanı olarak seçer bu yöre insanları. Bunu cahillik, ya da tedbirsizlik olarak mı adlandırsak, bilemiyorum sözün doğrusu. Bu bölgede sıkça rastlanan sel ve heyelan tehlikesini dikkate almadan yaptıkları, şekilsiz, dayanıksız, yoksul evlerinin, o kara afet gecesinde, azgın sulara kapılıp gitmesini maalesef engelleyemediler.
Yamaçlara tutunamayan evlerin, hemen hemen tamamı sel suları ile yıkılmıştı. Bir kısmının enkazı olduğu yerde dururken, bir kısmı da azgın sulara kapılmış, tamamen sürüklenerek aşağılara doğru akıp gitmişti.
Zaman öğleyi bulduğu halde, hala insanların yüzlerindeki şaşkınlık, korku, telaş, çaresizlik ifadeleri kaybolmamıştı. Manzara, ne seyredilecek, ne anlatılacak, ne de unutulacak cinstendi. Köy erkekleri, çoluk çocuk, genç, yaşlı, gücü kuvveti yerinde olan kim var ise, yıkıntıların ve artık öfkesi dinmeye yüz tutmuş derenin bulanık suları arasında bir şeyler aramakta, bağıra çağıra herkes birbirinden bir şeyler istemekteydi.
Kadınlar, yana yakıla ağlamakta, bir taraftan baş örtülerinin uçları ile göz yaşlarını kurularken, diğer taraftan da erkeklere yardım edebilme çabasında, yalın ayak, üst baş çamur içinde sağa sola koşuşturuyor, bir şeylerin ucundan tutabilme gayreti ile çırpınıp duruyorlardı.
Tablo gerçekten çok acıydı...(Devam edecek)
Bir tutam hayat-03.10.2013-Azerbaycan