11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2051
Okunma


Nal düştü düşecek, hayvanın yürüyüşü değişti, sekiyor ve her üç adımda bir durup dinleniyor. Bu yollardan ne yüklerle fişek gibi geçer bir saate yakın zamanda tepeye, Karos kayasına ulaşır, orada yükü indirir, soğuk pınarın suyuna attığımız karpuz çatlayınca ekmekler belinden kırılır, taze peynir ile afiyetle yenirken o da kabuklarını iştahla yer, keyif yapardı.
Kuyruğu bile daha sert ve hızlıydı. Üzerine konan sinekleri bir darbe ile indirirdi. Artık eskisi gibi olmadığı her halinden belli oluyor. Başı daima aşağıda, her zaman yorgun, bitkin görünüyordu. Ne kadar iyi beslenirse beslensin onu gören biri aç bırakıldığını zannedip sahibi hakkında hiç de iyi düşünmezdi doğrusu.
Postu da eskisi gibi parlak, renkli değildi. Renkleri git gide solmuş, kulakları düşmüş, oldukça sıkıntılı görünüyordu.
Başı bulutlarla çevrili Kaçkar dağlarını sarıp sarmalayan keçiyollarında yük taşımak için en elverişli vasıta idi katırlar. Bir de her gün sırtlarına yük almak için yaratıldığını zannettiğim kadınları Karadeniz’in.
Ben ilkokul sıralarında iken yaz tatillerimi köyde geçirmeye bayılırdım. Beni en mutlu eden olay ise yayla yolculuğu idi. Karanlıkta başlayan yürüyüş, hava aydınlanınca ulaştığımız yol üzerindeki bir köyün fırınından alınan sıcak ekmek ve köy bakkalından aldığımız üzüm ve yayladaki çocuklara verilmek üzere torbalarımıza doldurduğumuz şekerleme ve sakızların yüke konulmasıyla yeni bir safhaya daha ulaşıyordu. İlk etap köyümüzden nahiye merkezine ulaşana kadar geçen sürede gecenin zifiri karanlığının usulca aydınlanması ve nihayet vardığımız nahiyede güneşten mahrum uykulu bir ışığın birden ortaya çıkmasıyla bitmiş, dolayısıyla yeni bir safha başlamış oluyordu.
İkinci bölüm güneşin tepelerden aşıp kanyonlarda kurulu yerleşim merkezlerini ısıtması ve yol üzerindeki önceki günlerde yağan yağmurlardan kalan su birikintilerinden çıkan buhar bulutlarının dansını seyredip, berrak, güneşli havanın hayvanların mutluluğunu ifade eden cıvıltıları dinleyerek akşama kadar sürecekti.
Güneş vurdukça parlayan naylon ayakkabılarımı aldığım köy bakkalı bana “ Bu cızlavetler hep birbirine benzer, bir yerde çıkartır isen karışır başkasınınkiyle, onun için nişan koy” demiş sonra da nasıl nişan koyacağımı tarif etmişti. Ben de köy bakkalının ikazlarına uyup cızlavetimin topuk kısmını delip kırmızı naylon ip bağlamıştım. Yaylaya gittiğimde köydeki tek bakkalın bütün çocuklara aynı nasihati verdiğini anladım. Bütün çocuklar o kara lastik ayakkabıların ya arkasına ya ön kısmına bakkalın kasalarından alındığını tahmin ettiğim kırmızı naylon iplerle işaret koymuşlardı.
Ve büyük bir beceri ile ben hariç ayakkabılarını hemencecik bulabiliyorlardı. Ben ise teker teker kara lastikleri elden geçirip attığım çift düğümü bulmaya çalışıyordum.
Sonradan anlattıklarına göre yayla evinde toplanan çocuklar ayrılırken ayakkabıları gelişigüzel giyiyor, içeri girerken çıkarılan ayakkabı sayısı ile çıkarken mevcut olan sayı eşit olduğundan ve herkesin bir sağ bir de sol tek ayakkabısı olduğundan nihayetinde cızlavetsiz kimse kalmadığından şikâyetçi olan da olmuyordu.
“Mesela ben, bazen bir tek dar olur, bazen bol, ama ayağımda kara lastiğim daima olur, onun için üzülmem, aramam da” demişti yayladaki çocuklardan biri.
Yayla yolunda iskarpinle yürümek çetin olduğundan şehirden gelen herkes eskiyen tahtalarında çakılarla isimlerin baş harfleri kazınan köy bakkalından bir çift kara lastik alır yola öyle çıkardı.
Büyük yokuşa tırmanmaya başladığımızda katırların semerlerinden dumanlar çıkmaya başladı. Zikzaklar çizerek mola yerlerine kadar yük sırtında durmadan tırmanıyor, genellikle soğuk suların olduğu oyulmuş büyük bir ağacın gövdesiyle hayvanların su içmesi için yapılmış tahta yalakların bulunduğu “düşüm “ yerlerinde semerler indirilen katırlar dinleniyor ve bir saatlik molanın ardından yeniden semerler sırtlarına vurulup yük kuruluyor ve yola çıkılıyordu. Yük kurmak, semerin üzerinde yükü dengeli halde oturtmak demekti. Kolay zannedilen bu iş aslında ustalık ve incelik isteyen, tecrübe gerektiren ve asla ihmal edilmemesi gereken bir husustu. Katırları süren akrabam birkaç yıl önce yükü dengeli kuramayan bir katırcı arkadaşının biraz sonra geçeceğimiz sarp kayalıklarda yükün dönmesi neticesinde katırının uçuruma düştüğünü anlatınca “yük kurmanın “ ne denli mühim olduğunu anladım.
O “düşüm” yerinden sonraki her mola yerinde yükü katırların semerine vururken ben de yardım ederek işin inceliklerini öğrenmeye çabaladım.
Nal kayalıklardan geçerken artık kendini salmak üzereydi ki katırcı “Şurada, kayaların orda soğuk bir pınar var, molayı orada vereceğiz” deyince rahatladım.
Vardığımız yerde iki başlı yılan gibi tahtadan yapılan çift başlı oluktan akan soğuk suya gömülüp kana kana içtik.
Yükleri indirilen katırlar kayalarla yapılan küçük gölden sularını içtikten sonra katırcı nalı düşmek üzere olan hayvanı yularından tutup kayaların yanına getirdi.
Bana yuları sıkıca tutmamı, asla bırakmamamı tembih edip katırın arkasına geçip, bir ayağını kaldırdı ve tırnaklarını düzeltip eski nalı yerine çaktı.
Diğer ayağına da aynı işlemi yaptı ve yola koyulduk.
Yürüyüşü, çekişi değişmişti katırın.
Bu bizi de etkiledi ve hızımızı arttırıp bir buçuk saatte gideceğimiz eski yaylaya bir saatte ulaştık.
Katırcının bahsettiği kayalık geçide bir saatlik yolumuz kalmıştı.
Yükleri katırların semerine vurmadan bir sigara sardı, cebinden kibriti çıkarıp çaktı.
Her yanı sis sarmıştı.
O sigarasından üfledikçe sanki bütün o dumanlar onun ağzından çıkıyormuş gibi zannediyordum. Biraz durdu ve “Talebe misin?” diye sordu, sigarasının ateşini keçi kılından örülmüş çorabının uzun tüylerine dokundurarak.
“Evet” dedim.
Yanan kıl parçalarından çıkan küçücük dumanların sise karışıp kaybolmasını sükunetle seyrederken “Ben de okuyordum, aldılar okuldan evlendirdiler” dedi.
Sonra iki çocuğu olduğunu, birinin sapasağlam olduğunu büyük olanın ise kendi deyimiyle “deli gibi bir şey” olduğunu söyledi. Büyük oğlunun söyleneni anlamadığını, yürüyemediğini, sadece başını sallayıp ağladığını anlattı.
“Ben ölürsem ne olacak?”dedi usulca.
Bilemedim, ne cevap verebilirim ki bu dertli adama diye düşündüm içimden, hakikatten özürlü bir evladı bakmak zor, her zaman gözün üzerinde olacak, kollayacaksın, başkası zarar verebileceği gibi kendine de zarar verebilir, o yüzden zamanın büyük bir bölümünü onunla geçirmek zorunda kalır insan, kendi hayatı yokmuşçasına, babalar bu konuda pek fedakâr olmasa da, bütün ömrünü vakfeder anneler gördüğüm duyduğum kadarıyla.
“Karı da bizi terk edip gitti, dayanamadı çocuğun acısına, her baktığında büyümüş olduğunu hayal ederim derdi bana, ben de onun hayalini hayal eder, büyüyünce akranları askere giderken oğlumun evdeki perişan halini düşündüm, ya arkadaşları askerden gelenler evlenmeye başlayacak, düşün ki onunla aynı sene doğan çocuklar sevdalanacak, koşup oynayacak, bayram sabahı babalarının yanında namaza gidecek, benim oğlum”… Sustu.
Sigarasını suyun altına tutup söndürdü. Ağlamadı, gözleri doldu sadece.
Katırlar ardı sıra kayalıklara yaklaşınca koşarak en öndekinin yularını yakaladı.
Daha yavaş ve dikkatle geçide girdik. Yularını tuttuğu katırın yükü biraz yüksek vurulduğundan bazı yerlerde yükü taşlara çatıyor ve katır sendeleyip duruyordu.
Uçurumun ortasında ayağını sıkıştığı taşların arasından kurtarmak isteyen hayvan kendini hızla ileri atınca yükü kayaya çarptı ve katır bir anda boşluğa doğru gitmeye başladı. Bir eliyle yularını diğer eliyle hayvanın semerini sıkıca kavrayan katırcıyı uçuruma doğru çekip götürdü.
Son anında göz göze geldiğimizde katırcının acılı bakışlarından hala “benden sonra oğluma ne olacak?” sorusuna cevap aradığını hissettim.
İki yıl sonra özürlü çocuğu bakımsızlıktan öldü.
“Kurtuldu garibim” dedi köylüler.