2
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1290
Okunma

31
Çocuk henüz 6 yaşına bile girmeden ,misafir öğrenci diye gittiği ilk okulun birinci sınıfında , evinde anasının öğrettiği okuma ile heceleyerek bir öykü kitabını, öğretmenler odasında kusursuz okuyunca ,ona hem gülmüşler hem de “Suya Düşen Yakut Yüzük “ isimli kitabı hediye etmişlerdi. Aile dostu olan bayan öğretmenin ısrarı ile de çocuğun kaydını birinci sınıfa yapıvermişlerdi.
Göğsüne ilk kırmızı kurdeleyi takan, iftara geçen ve en çok sevilen de, bu küçük adam olmuştu. Onun diğerlerinden ufak ve zayıf olması , öğretmenlerin onu daha çok koruması ve gözetmesine sebep oluyordu.
Bu uslu ve terbiyeli çocuk, ortaokulun ikinci sınıfını Cebeci Orta Okulu’nda okuyacaktı. Okul yeni açılmış, bir birine yabancı genç öğrenciler sınıfları doldurmuştu. Kibirli bir sima ,diğerlerinin dikkatini çekmekteydi. İsmi önemli değildi ama ona bu okula İstanbul’dan geldiği için, “İstanbul’ lu “ diyorlardı. İstanbul’ lu , diğerlerine nazaran çok uyanık ve bilgiç bir gençti. Yapı ve yaş olarak da ,ortalamanın üzerindeydi.
Ankara , sonbaharda biraz soğur ama yine de güneş pek eksik olmazdı gök yüzünden . O sonbahar günü ise epey sıcak ve yeni başlayan dersler de sıkıcı ve çekilmezdi. Hele öğlenci olanlar için, dersler pek zor geçerdi.
İstanbul’ lu , bilgiç tavırlarla Ankara okullarını eleştiriyor, diğer öğrenciler onu ilgi ile dinliyorlardı.
“Bu ne biçim öğrencilersiniz be, kuzu gibi gelip gidiyorsunuz. Müdür Muavini, sizi eşek sudan gelene kadar dövüyor da, sesiniz bile çıkmıyor. Sabahçı olan kızlarla karşılaşmamanız için ,sizi yarım saat ön bahçede bekletip, onları arka kapıdan evlerine yolluyorlar da , kimsenin itirazı bile olmuyor. Çocuk ablası ile konuştuğu için ,cetvelle dayak yemiş, insaf be. Var mı böyle öğrencilik, rahibe okulu mu lan burası?”
Çocuklar bu iki senelik , kendilerinden farklı , kabadayı tavırlı İstanbul’ luya hayran oluyor, onu “ Helal be abi, senin gibi on kişi olsa , bu okulu , idarenin kafasına geçirirdik. Ne lan bu , kasketle gel , kasketle git, yok tırnak muayenesi, yok kravat denetlemesi, dayak, disiplin, veli çağırma, geçer mi abi bu öğrencilik? “ sözleriyle destekliyorlardı.
İşte böyle sıcak bir gün İstanbul’ lu , Çocuk’ a , “Gel oğlum bu gün asalım” deyiverdi. Çocuk şaşırmıştı. “ Ne asacağız abi? ”
“Okulu lan okulu. Sen , hiç okulu asmadın mı hayatında? Ulan ne süt kuzususun be. Hanım evladı mısın nesin ? “
Çocuk, babasının okula çağırılıp , Muavin tarafından azarlanabileceğini, ellerinin üzerine cetvel ile vurulabileceğini , velisinden teskere istenilebileceğini ve evdeki o rezil günlerinin korkunç hayali ile ona cevap veremiyordu.
Birinci dersin sonunda teneffüse çıktıklarında, bahçe duvarının alçak bir bölümünden atlayarak, çarşı kalabalığına karıştılar . Kasketlerini ve kravatlarını, gömleklerinin içine saklamışlardı. Heyecan Çocuk için doruktaydı. Kenar mahalle yollarından Cebeci – Dikimevi taraflarına doğru hızla kaymaya başlamışlardı. Birden arkalarından yükselen “ Hişttt, nereye lan ufaklıklar? “ ikazı ile oldukları yerde çakılıp kaldılar. Önünden geçtikleri bakkalın okumamış genç oğlu, onlarla dalga geçiyordu. “ Gelin lan buraya , utanmıyor musunuz okulu kırmaya ? “
Çocuk İstanbul’ luya uyduğuna o anda pişman olmuştu bile . Ama İstanbul’ lu pişkin ve umursamaz bir tavırla “Ne olmuş kırmışsak? Sen iki gazoz ver ve çeneni kapalı tut yeter “ deyiverdi.
Gazozun parasını öderken, bir de Bafra sigarası isteyince , bakkal kimseye göstermeden paketi unun ceketinin yan cebine sokmuştu. Yola devam ettiler. Altıdan tren yolu geçen ana yoldan , dikenli tellerin altından süzülerek, yolun tam altındaki geçitte oturdular. Üzerlerinden arabalar, önlerinden seyrek de olsa uzun yük trenleri geçiyordu.
İstanbul’ lu yaktığı sigarayı, Çocuk’ a uzatmış, onun öksürüklerle hayatının ilk sigarasını kusarcasına çekmesini izliyordu. Çocuk ağzına dolan nikotinden neredeyse boğulacaktı. Sürekli öksürüyor ve tükürüyordu. Biraz sonra gözleri yaşarmış bir halde oturdu çocuk. İstanbul’ lu , anasız ve babasız olduğunu , dayısı ile kaldığını, onun da tayininin Ankara’ ya çıkması nedeniyle geldiğini söylüyordu. Kendilerinden beş yıl önce ayrılan babasının ardından, geçen yıl annesinin de ölümüyle İstanbul’ lu , dayısının yanına yerleşmiş, dayının on beş yaşlarındaki kızına da aşık olmuştu. Kızın , yaşının ondan büyük olması nedeniyle , ona abla demek zorunda olduğunu , kızın güzelliğini ve çok temiz kalpli olduğunu anlatıyordu. Kızın da ona kayıtsız olmadığına , yeminler ediyordu üstelik.
Önlerinden geçen bir trenden fırlatılan, katlanmış gazete , neredeyse önlerine kadar gelmişti. Gazeteyi atan gencin, el hareketleri ve neşeli yüzü, gazetenin içindekiler hakkında fikir vermekteydi. Bu bir magazin gazetesiydi ve çıplak kadın resimleriyle doluydu. İstanbul’ lu , şöyle bir göz attıktan sonra, “Bu iki resim benim, sen de istediğini seç de keselim. “ diyerek cebinden küçük bir çakı çıkardı. Okula çakı ile gelmek büyük cesaret isterdi doğrusu . Resimler kesilip itina ile katlandıktan sonra İstanbul’ lu , “Bu gece ben bunlarla en az üç kere çekerim “ demişti.
Çocuk ne çekeceğini anlamaz halde , saf bakışlarla adeta İstanbul’ luyu zorluyordu. “ Oğlum , sen ne salak bir çocuksun? 31 Lan , 31 çekeceksin. Oğlum senin ki kalkmıyor mu yoksa? “
“Kalkıyor abi , nereden çıkarttın bunu? Kalkıyor da, 31 ne demek anlayamadım ? “
“Allah belanı versin lan . Kalkınca , hiç boşalmaz mısın yani? Rüya anmıyormuşsundur da sen. Hamamda lan , hani elinle, anlasana oğlum. 31 diyorum sana”
O gece Çocuk, yemeğini acele lokmalarla bitirip , banyo kazanına birkaç odun attı. Yıkanmaya çalıştığı banyo , eskilerin tipik kazanlı, kurnalı klasik hamamıydı. Annesinin görmemesine dikkat ederek , İstanbul’ lunun dikkatle kesip katladığı resimleri de yanına alarak girdi yıkanmaya. Resimler gerçekten çok güzeldi. Acaba böyle kendinden büyük kadınlara bakması normal miydi?
Çok zevk aldığı halinden belliydi. Sıra şimdi tarif üzerine saymaya gelmişti. Bir, iki, üç…. Yirmi dokuz, otuz, otuz bir.
Hay lanet olmadı, yeni baştan. Yirmi üç, yirmi dört, yirmi beş…. Otuz , otuz bir.
Ertesi gün okula erkenden gelip bahçe kapısının yanında İstanbul’ luyu bekledi. İşte geliyordu. Dün ağabey dediği , çok güvendiği , sıra ve en iyi arkadaşı. Abi kelimesi yoktu sözlerinin içinde.
“ Ulan yalancı , sen beni salak mı sandın? Niye beni işlettin? Utanmadın mı? Hani ben en iyi arkadaşındım?”
“Ne oldu oğlum , gelmedi mi?”
“ Böyle olur mu, bir de seni abi bilmiştim . On beş kere saydım , bir den otuz bire kadar. Senin yüzünden yara oldu be yalancı ! “
“Demek saydın ha ? Yanlış saymış olmalısın . Bir daha say “
İstanbul’ lunun böyle çoluk çocukla kaybedecek zamanı yoktu. Sınıftaki çocukların kümelendiği yere doğru kendinden emin adımlarla yürürken bir yandan da söylenip duruyordu;
“ Böyle salakları matematikten çaktırmak lazım… Çocuk hala saymasını öğrenememiş.”
“Ne süt kuzuları var. Seni leylekler mi getirdi ,aptal çocuk?”
“Bunlara, babaları da bir şey öğretemez mi?”
“Erkek olacak bir de. Sınıfın çalışkanı olmak yetmez oğlum, kadınların da çalışanı olmalısın.”
“Sen biraz büyü de gel”
E. Yaşar Ovalı 04.04.2013