6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1390
Okunma

Kasiyer kızın, “müşteri kartınız var mı,” sorusundan önce çantasını karıştırmaya başlamıştı bile. O lanet karttan vardı, evet. Hem de bir sürü. Çantasındaki karmaşayı aşıp, cüzdanı bulabilse…
Buldu. Cüzdanda market kartlarını tıkıştırdığı bölümünden bir deste kart çıkardı. Kararlılıkla seçtiği mavi renkli olanı kasiyer kıza uzatırken doğru kartı seçtiğinden emindi. Sırf şirinlik olsun diye sordu:
-Bu muydu?
“İstersen veren ol, ister alan. İster müşteri, ister satan. Emri veren ya da o emre uyan, aldatan yahut aldatılan… Ortada bir masa varken böyle, şirin görünmesi gerekenin benden taraftakinin olması gerektiği safsatasını da kim işledi bilmem ki, tükürdüğüm beynime!” Bir muhakemenin eşiğinde, kendini kendinden uzaklaştırırken gülümsediğinin farkında değildi.
—Hayır, şu, dedi kasiyer kız.
Destedeki kartlardan işaret ettiğini uzanıp alırken, kız da gülümsüyordu. “Sevgilisini başka kadının bacaklarına bakarken yakalayan kadın gülümsemesi bu,” diye düşündü. Öylesi bir anda ancak bu kadar sevimli gülebilirdi insan. Hoş, kendisinin yaptığı da sevgilisiyle el ele yürüyen bir adama alıcı gözle bakmaktan çok farklı değildi. Şehirde bulunan bütün marketlerin kartlarını çıkarıp, göstermek ne büyük terbiyesizlikti Yarabbi. “Marketinize özel bir ilgim yok. Yolum düşerse uğruyorum işte,” demekten ne farkı vardı bunun?
Çocukluğunda başka bakkaldan aldığı ekmekle başka bakkala giremezdi oysa. “Ben bir paket de margarin alacaktım. Mademki o sizde yok, ekmek kalsın amca. Ben ikisini de diğer bakkaldan alırım,,” diyemezdi. Ya bir koşu ekmek eve bırakılıp margarin öyle alınacak ya da “ekmek dursun, az sonra dönüp alacağım,” denilecekti. Margarin satmadığına göre, başka bakkaldan alması ayıp kaçmazdı. Sahi, bekletse de parası ödenecekti ekmeğin ki bakkal yalan söylediğini sanmasın.
Alış veriş sepetindekileri kasanın yanında yürüyen banda boşaltırken markete yaptığı talanın farkına varır gibi oldu. Başkasının suçunu üstlenip, verilecek cezadan korkmasa da cezayı verenden ürktüğü çok belli olan çocukların zoraki kahraman edasıyla sordu:
—Bunalımda olduğum çok mu belli?
Sayıları bir düzineden fazla olan kavanozları dikkatle fiyat okuyucudan geçirip, kırmadan ödendi tarafına istiflemeye çalışan kasiyer kız, bu defa da sevgilisinin baktığı o kadına gülümsüyormuş gibi yanıtladı:
--Hayır, neden?
Önce “hayır,” sonra “neden…” Bu cümlede “neden” “hayır”dan önce gelmeliydi. Demek ki bu sakin görünümlü kız için kendisinin vereceği cevabın önemi yoktu. Aldığı destekli sutyenle diz altı bir düzine çorap yumağını, çikolata ve hazır çorbalardan oluşan yığının üzerinden kayıp düşmesinler diye tutarken, “Anlaşılan o neden’e yanıtın zaten hazır senin. Aksine ikna için kendimi yoramam güzelim. Sen öyle san. Ben şu gördüğün ıvır zıvır yığınından daha kalabalığım,” demek geçti içinden. Demedi.
Kırılabilir malzemeler bitince, kasiyerin el hareketleri hızlanmış, yığının büyük kısmı kasanın öbür tarafana taşınmıştı. El arabasında bir şey kalmayınca kendisi de diğer tarafa geçti.
—İnsanlar kolay açamasın diye bu poşetleri özel işleme mi tabi tutuyorlar?
Cevaben, “ benim gözlerim seninkilerden daha güzel” der gibi gülümsedi kız.
“Lens taktığın belli oluyor ama ne haber!” dercesine, burnu havada bir gülümsemeyle yanıtladı O da…
- Az kalsın unutuyordum. Sigara için gelmiştim güya! İki paket de Marlboro Light verir misin güzelim?
Bu “güzelimin” çok suni kaçtığının farkındaydı. Ayrılırken, çok da umurunuzda olmayan birine “görüşürüz,” demek gibi tıpkı. Cep telefonunuzu verecek kadar yakın hissetseniz de öpmeyi hiç düşünmediğiniz birine söylenen o, “öptüm” gibi. Öylesine söyleneniveren, söyleyeni de söylenen kadar sıradanlaştıran sözlerdendi.
“Kusura bakmasın artık. Elimizde bu kaldı,” dedi, içinden. Bu, kendisini azarlamaktan çok pazarlama yöntemiydi, O’nun. “O modelin 36’sı kalmadı, hanımefendi. Sipariş verdik, haftaya yeni ürünlerimiz gelecek. Yani, siz cüzdanınızı taşıyan o minik ayaklarınızı mağazamızdan kesmeyiniz. Gerekirse biz 37’yi ucundan azıcık keseriz, sizin için.” Karşısındaki kıza neyini satıyordu ki? Anlarsa anlasın-dı işte. Sevmemişti kızı. Anlamsızdı evet, ama sevmemişti. Anlamsız sevdikleri kadar doğaldı bu. Görülmek için görmeyi daraltan lenslerini, buz gibi gülüşünü ısıtamayan narçiçeği rengine boyalı o kalın dudaklarını… Dahası anladığını kısan, anlamazdan geldiğini bas bas bağıran edasını…
-Soğan tartılmamış. Bekler misiniz, kalsın mı, diye sordu, iri gözlü kasiyer kız.
Açılmamak için direnen poşetle didiştiğinden kendi kendine konuşuyormuş gibi önüne bakarak yanıtladı soruyu:
-Beklerim. Onlar bu sıra çok lazım bana. Gözüme kaçmaları gerekiyor.
Ekledi sonra:
-Sigaraları unutmayın lütfen.
Kendi yanında sigara camekânı olmadığından, arkasındaki kasiyere seslendi kız:
—Oradan iki paket Malboro Lihgt uzatsana bana!
İri poposunu kaldırsa, kendisi de uzanabilirdi hâlbuki. “Aferin” dedi. “Tamam, bunu hak ettim ben. İntikamını aldın. Aferin sana!” İki kasanın da önünde bekleyenlerin odak noktasındaydı şimdi. Güzellik ve doğallık konulu konferansta, konuşma metnini kaybetmiş konuşmacılar gibiydi. “Aslında buna görücüye çıkmış kız kuruları gibi demek daha doğru olurdu ” dedi gaipten birisi. Sigara istediği için öteki sıradakilerin, soğanı tarttırmadığı için kendi arkasındakilerin canını sıkmıştı. Her iki taraftaki kadınlı erkekli insanlara hızlıca göz gezdirirken bu haliyle karikatürü çizilse, konuşma balonuna yazılacak cümle, ancak ve ancak “ilk konuşanınızı çekinmeden vururum!” Olurdu. O’nun kendisini savunma yöntemi böyleydi. Niyetini, içindeki deli sürüsüne sesi kazınmış kelimelerle anlatır, dışarıdaki akıllılara cilalı bakışlarla resmederdi.
Diğer kasadaki kasiyerin uzattığı sigaraları bu taraftakine uzatan genç bir adam:
-Size yardım edeyim, diyerek, açılmamakta direnen poşete uzandığında, markete girerken park yerindeki görevliye söylediğini tekrarladı.
-Ben hallederim!
Adam, park görevlisi gibi kendisiyle aynı fikirde olmamalı ki çabuk ve hiç de sinirli olmayan bir edayla birkaç poşeti açıp, içi dolduracak pozisyonda sıraya dizdi. Hızını alamayıp, önündeki malzemelerden gelişigüzel seçtiklerini poşete tıkıştırmaya başladı.
“Kadın peti ve bir kalıp sucuğu ancak bir erkek aynı poşete koyar,” diye geçirdi içinden. Bir paket meyhane pilavı harcıyla parlak yüzey temizleyicisini de aynı poşete sığdıran adam, ayva reçeli kavanozuna uzanırken daha fazla tutamadı kendini:
—Tatlılarla tuzları ayrı poşetler misiniz?
“Anlamadım,” der gibi bakan adama, “Anlamadığın işe kalkışma! Diyemedi.
-Kokuları birbirine karışıyor da.
Adam gülümsedi. O gülmedi. Paketleme işi bittiğinde, dudaklarından dökülen teşekkür sözcükleri pek minnet kokmasa da adamın “rica ederimi” yeterince samimiydi.
O, kasiyere kredi kartını, kasiyer O’na post cihazını uzattı.
“Şifre kabul edilmedi.”
—Bir dakika, dedi.
Bir dakika çantasında bir şeyi ararken doldu. “Pardon. Bir dakika daha,” esprisine kendisinden başka gülen olmadı.
Cep telefonunu bulduğunda iki dakika çoktan dolmuştu. Mesajlar bölümüne girip, bankadan aylar evvel gelen şifre bildiren mesajı açtı. Dört haneli rakamı tekrar tuşlarken, aslında doğru düşünüp, yanlış yazdığını anladı. O bunu hep yapıyordu. 54’ü düşünüyor, 45 yazıyordu. Rakamların yer değişikliği neyse det kelimelerdeki harfleri değiştirdiğinde hiç de komik olmayan durumlarda buluyordu kendini. “Tutankatır da ne Allah aşkına!” diye, bir defasında telefonun öteki ucunda bağırıp duran genel müdüre, kelimenin aslının “tutanaktır” olduğunu anlatana kadar canı çıkmıştı. O gün esas canını sıkan yediği fırça değil, genel müdürün harflerin yerinin neden ve nasıl yer değiştiğinden çok, bu kafayla birim şefliğine nasıl yükseldiğine şaşırdığını ifade eden imaları olmuştu.
Bu gibi durumlarda makul açıklamalarla zaman yitirmeden safa yatmak en iyisiydi. Aptallık, akıllıktan daha kolay kabul görürdü. Zayıfları korumak için birbirini ezen kalabalıklar, güçlüyü ezmek için bir an bile tereddüt etmezlerdi. Akılca fakir görünmeyi seçti yine.
-Pardon, kart yeni de…
Kasiyer kızın aceleci “İyi günleri”ndeki “artık çekilin de sıradakilerle ilgilenebileyim” havasına bozulmaya hakkı olmadığını biliyordu. Bakışları aksini iddia ediyor olsa da biliyordu.
Park görevlisi, girişinden şüphelendiği kadının, çıkışının bir afete sebep olacağından gayet emin gibiydi. Yardım teklifini,
-İyi olur, diye cevapladı.
Markete girerken, yağsam mı, yağmasam mı, diye kara kara düşünürken bıraktığı gökyüzü yağmaya karar vermiş, kararından sonra yüzü aydınlanıvermişti. Ona öyle demezler diye uyardı kendini. “Ahmakıslatan” der, bilenler. Saçmalama, diye azarladı birisi kendini. Neden aptal olayım! Gökyüzü gülümseyerek ağlıyorsa ıslanan akıllının suçu ne! Soğanlar! Tartılıp gelinsin diye kenara alınan soğan poşeti unutmuştu. “Salak,” dedi. Üstelik seslice dedi. Kırılmasınlar diye kavanozları özenle bagajın arka tarafına yerleştirmekte olan park görevlisi soran gözlerle yüzüne bakıyordu:
- O benim.
Adamın yüzündeki ifadenin değişmediğini görünce ekledi:
— Siz değil, dedi. Soğanları unuttum da.
-Bekleyin, alıp geleyim dedi adam.
-Yok. Parasını ödememiştim zaten.
Adamın gözleri küçüleceğine daha da büyümüştü.
—Yani tarttırmayı unuttuğum için yan tarafa almıştı kasiyer hanım. İkimiz de unuttuk sonra… Neyse, önemli değil.
Anlasa da anlamasa da kelimelere toleransı bu kadardı bugün. Markette geçen iki saatte bu kadar çok yorulmamıştı.
El arabası boşanınca, bagaj kapağını özenle kapayan görevli, arabaların durduğu sıraların ortasındaki koridora çıkmış, eleriyle kendisine “gel gel” ediyordu. Çıkacağını anlayan iki araç sürücüsü onu beklemeye karar verince, giriş ve çıkıştaki trafik tıkanmış, adam bir eliyle onlara “dur”, kendisine “gel” diyordu.
“Lavabo açıcısı da alsaydım ya!”
Mutfak lavobosu yine nazlanarak akmaya başlamıştı. Yanındaki lüks arabaya zarar verip de sahibi adresi belirsiz küfürler savurmasın diye, titizlikle açtığı kapıyı tekrar zorlayarak, çıksa mıydı ki? Şu iki uyanığa da iyi bir ders olurdu. Daha kendisi çıkmadan, boşalacak yer için inatlaşıp, kafa kafaya duran iki arabanın giriş yönündekinin arkasında uzun bir kuyruk oluşmuştu bile.
-Gel, gel! Diyordu park görevlisi.
Gelmedi. Gitmedi de. Ters ters bakındı aynaya… Sonra, başını camdan uzatıp diğer iki arabadakilere seslendi:
—İkiniz de açılmazsanız, çıkmam beyler!”
Adamlar önce birbirlerine, sonra yine kendisine baktılar.
Yağmurda ıslanınca şapkasının altındaki saçları kalemle çizilmiş gibi siyah şeritler halinde alnında biriken park görevlisi, arka tarafı boş alan aracın sürücüsüne seslendi:
-Siz az geri alır mısınız, beyefendi! Hanımefendi çıksın.
“Hele şu kadından bir kurtulalım da sonra biz meseleyi erkek erkeğe hallederiz,” der gibiydi sanki. “Halledersiniz” diye düşündü kadın. Aralarındaki kadın çıkınca her şeyi kardeş kardeş hallederdi bu cins. Bir para, bir de kadın… Onların birbiriyle olan dertlerinin çözümsüzlüğünde iki neden yatardı. “Para yatmaz” dedi birisi, bir yerlerden… “Yatar!” dedi “Yatırılır.” “Hem de günaha! Ruhu duymadan batar bile!” derken kadınları mı haklıyordu, yoksa parayı mı aklamaktaydı; kendisi de bilmiyordu.
—Gelsenize! Bana güvenmiyor musunuz?
Çıkış yanında kalan aracın geri alınmasıyla, yeterince boşalmış olan koridorda duran park görevlisi şaka mı yapıyor, yoksa azarlıyor mu, karar vermek zordu doğrusu. Aynadaki yüze gülümseyerek geriye doğru geldi. Vukuatsız çıkıp, trafiğe karışırken, “erkekler bu park işini çok abartıyorlar, diye düşünüyordu. Tepside kahve taşımak gibi bir şey bu… En dar, en zor alana bile onlar kadar rahat park edip, çıkabilir her kadın!” Ürkersen, fincanları da ürkütürsün, derken bir de bakmışsın kahvenin köpüğü ilk hüp’ü beklemeden tepsiye akıvermiş. Su dolu bardağı dökmeden götürmekten acizlerin, trafikte kendilerini kadınlardan üstün görmeleri ne büyük saçmalıktı böyle. Mahmut’a, illa da köpüklü kahve getireceksin, diye diretmekle hata mı ediyorum acaba diye bir soruya takıldı aklı. “Sen de bu aralar yağmurlu havalarda trafiğe çıkan acemi şoförler gibisin ha! Diye azarladı aklını. Gaza basmaktan korkuyor, sol şeritten de vazgeçmiyorsun. Tıkıyorsun beni!
Son zamanlarda pek bi köpüklü geliyordu kahvesi. O çocuğa hiç güvenmiyordu. İyisi mi yarın ilk iş, “nasıl kolayına gelirse öyle yap Mamudum. Köpük şart değil, senin kahven köpüksüz de şahane,” demekti. Aklına kurt düşmüştü bir defa... Midesi hafiften dalgalandı.
Bunlar, asırlardır yanyanalar ikamet ederler, ama ifrazatları ne kadar da farklı, diye mırıldanırken, kastettiği mide ile kalpti. Kalp bulandığında dile vuranlarla, mide çalkalandığında ağza dolanlar ne kadar farklıydılar. “Aslında sanıldığı kadar farklı değiller” dedi. Görenler farklı bakıyorlar, hepsi bu. Sonra bu ukala yargısına güldü. “Nasıl yani?” Şöyle ki cicim, dedi soran yanına hitaben. “Kalp kederle hallaç pamuğu gibi atıldığında…” Keder denilen şey kalbi hallaç pamuğu gibi atmaz, nemin duvara yaptığı gibi sinsice çürütür bikerem, diyerek bilmiş bilmiş sözünü kesen de kendisiydi. Kaç kişi vardı ki içinde. Birisi her duyduğuna inan şu aptal, diye saymaya başladı. Birisi gördüğüne bile inanmamakta direnen o salak. Sigara için girdiği markette iki saat oyalanan da oydu zaten. Diğeri en olmaz anlarda bile melankoliye yol bulup, bendini aşan leyla… Öteki, her derde, çileye doğuştan gönüllü mecnun. Mecnun ile leylayı büyük harfle düşünmelisin uyarısı hangisindendi acaba, kestiremedi. “Yok, ben onları isim değil, sıfat sayıyorum” diyen yanının uydurmacı yanının olduğunu biliyordu. “Kavşaklarda mekân kurmuş o yavşak,” dedi. Ne yana gideceğime karar veremediğimde hep o konuşuyor ve hep yanıltıyor beni. O olmasaydı görürdün günü! Nedenmiş? Bu duyduğu her cümleyi soruya devşiren meraklı değil, aksi olan yanıydı işte. Kaç oldu yahu! Beş mi altı mı? Dahası vardı. Boş ver dedi üşengeç yanı. O hep böyle derdi. Hayır, dedi üşengeç olmayan yanı. Nedenmiş söylesin hele… Kim söylesin? Kim sormuştu ki?
Ne soran kabul edecekti, ne de sormayan, ama kendisi bu parçalı kişiliklerin insanın öteden beri suçu başkasına atmaya meyilli oluşundan türediklerini biliyordu. Suçu, üzerine yıkacak kimseyi bulamadığında kendini binlere bölerek sıyrılırdı işin içinden… Yok, şu yanım, yok bu yanım. Çocuk yanım, ihtiyar tarafım… Tamamın vazgeçilemezliğinden miydi ki bu bölünüş… Yoksa bütün haliyle kabullenemeyişten mi? Fark eder mi, diye soran yanına laf anlatacak halinin kalmadığını hissetti. İşte bu dedi… Benim adamım bu. Her zaman yorgun, daima suskun, ezeli miskin yanım. Bu benim.
Hızlanan yağmur trafiği iyice yavaşlattığından, önünde biriken araç yığınını bir defalık yeşil ışığın eritmesi mümkün görünmüyordu. Radyoya uzandı. "Vur kadehi ustam." Diyordu bir kadın. Buğu camlarda mıydı, kadının sesinde mi? Önünde, vurulabilir bir yığın araba. Arkasında da. "Harika," dedi. "Zamanlaman harika bebeğim!" Müziğin tedavi edici gücünü yeni keşfetmiş batı. Öyle yazıyordu sabah göz gezdirdiği gazetelerden birinde. Bir doğulu olarak O, tahribat gücünü de biliyordu. Radyonun frekansını değiştirdi.