27
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2453
Okunma


Güneş tepede.
Amen’in dağa çekilişinin ikinci günü. Heru-Ra-Ha artık biliyor hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. Dağa çıkan patikayı adımlarken, aklında acı bir murad dolanıyor. “Hiç değilse” diyor, “İntikam!”
Nihayet zirveye vardığında, genç Amen’i meşakkatli bir iş üzere buluyor. Sevgilisinin önünde uzun hurma ağaçları, elinde keskin bir bıçak. Ki, bıçağın şavkı karşı tepelere değmiş. Bir ağaca, bir eline çekiyor bıçağı Amen. Biraz kan, biraz yonga dökülüyor yere. Sonra ayağıyla kan ve yonga parçalarını karıyor genç adam.
Amen’in güneşten yanıp, ağaç kabuğuna dönmüş sırtına bakıp, bir zamanlar, yani iki gece önce, her şeyin nasıl da farklı olduğunu düşünüyor Heru-Ra-Ha. “İki kalp koşulsuz ve nedensiz severse vahada pirinç yetişir” demişti Geb. Öyle de olmamış mıydı?. Heru-Ra-Ha, Amen’in aşkıyla, bütün şifacıların nefesinin tükendiği o gün, çirkin bir oğlaktan, su kadar güzel bir kadına dönüşmüştü. O ki, sarp bir kaya kovuğunda anasından ilk sütünü emerken, karşı tepede güneşe bakan Amen’e vuruldu. Heru-Ra- Ha’nın anası cahil yavrusunun gözündeki ışığı görünce dedi ki:
“Ra-Ha, bilmeni isterim ki, insanlar bize yasaktır.”
“İki gözü ben anne! Aşk zaten yasak olduğu için vardır.”
Sonra ince bir naylondan daha emniyetsiz toynaklarını keskin kayalara vurup Amen’e vardı. Güneşin asumandaki parçacıkları kırılıp yere yağdı, bir kırkikindi yağmuru gibi…Amen kara saçlı başını kaldırdığında, yanında, belki birkaç adım ötesinde, ak elbiseler içinde Heru-Ra-Ha’yı gördü. Sustular.
Heru-Ra-Ha, aslında bir okla sevdiğine av olmayı bekliyordu. Ya da bir tekme, bağrına. Kimse ona, hayatın uzun sürebilen bir sergüzeşt olduğunu anlatmamıştı. Ve kimse ona, ölümü de anlatmamıştı. O kütlesinin bir boşluğu katlettiğini bilenlerden de değildi.
“Sen kimsin?”
“Ben Amen’im. Saklı kalan ve saklı kalmasında hayır bulunan bir sır. Ya sen kimsin?
Anne keçi, saklandığı kovuktan başını uzatıp,
“İşte şimdi en sona bıraktığım dileğimi diliyorum” diye bağırdı. Onu duymadılar. Ve güneş öyle haindi ki, keçiyi boğazındaki dileğiyle birlikte kavurdu.
Amen, Heru-Ra-Ha’yı kulübesine götürdü. Köyün pis çocukları iki gümüşlük bir muştu için Geb’in sarayına seğirtirken, güneş batmak üzereydi.
Oğlunun kulübesine yalnız dönmediğini duyan Geb, develer yükü şarap ve buğdayla yollara düştü. Çocuklar ellerindeki parlak gümüşlere bakarken bir tanesi “Ne iyi ettik de, Amen delisinin bir oğlağa meftun olduğunu gizledik” diye söylendi.
Amen, hasır bir kilimin üzerinde, sanatkarının, son tozlarını az önce üflediği bir heykel gibi muhteşem görünen Heru-Ra-Ha’ya bakarak,
“Bu kırık zemin ve yukarıdaki bulanık tavan şahit ki, senden güzelini hiç görmedim. Yemin ederim ki, ben aşk illetiyle meşgul olacak bir adam değildim. Düşümde gördüğüm, önüm sıra nizami bir şekilde dizilmiş kütükler ve yanlarındaki bıçak beynimin içinde dolanıp duruyorken, bir kadını kendime bakar bulmayı yeğlemedim.”dedi.
“Bir kadın” dedi, Heru-Ra-Ha, “Bir kadın ancak birbirine aşık düğümleri çözer.”
Ana keçi, gözlerine konan sinekleri görüyordu o sıra.
Geb, develeri Amen’in kulübesinin önüne yıktı. Ve kulübenin eşiğini kılıcıyla ikiye bölüp içeri girdi.
“Evlat, duydum ki bir kadınla dönmüşsün. Babacığına bir muştuyu da çok görmüşsün.”
Amen elini Heru-Ra-Ha’ya uzatmak istedi, ama küçük oğlak, dizlerinin üzerine çöküp kalmıştı. Amen, yine de ışıltıyla gülümsedi.
“İşte orada Baba. İşte benim kütüklerle dolu beynimi süpüren beyaz kadın.”
Geb, oğlunun işaret ettiği yere; Heru-Ra-Ha’ya bakarken, yüzündeki kudretli gülümseme usul usul çözüldü.
Tanrı ona bir krallık bir de illet bahşetmişti. Asla öldürmeyen, ömrünü düşünde yan gördüğü yana dizili kütüklerin sırrını çözmeye vakfeden ve kadınları sevmeyen bir oğul. Bir gün, bu lanetin kırılacağını biliyordu Geb. Fakat bir oğlak!
“Tanrım! Şimdi sen bana, çenesinden kıllar sarkan bir oğlağa vurulduğunu mu söylüyorsun Amen?
Amen, Heru-Ra-Ha’ya baktı. Onun pembe yanaklarından dökülen köşeli cam kırıklarına dokundu. Sonra topuğuna inip, tekrar omuzlarına dolanan sarı saçlarına.
“Şüphesiz sen, sevincinden hasta ya da mecnun oldun Baba. Bir bak ona!”
Belki de oğlu doğru söylüyordu. Acı onu kendine getirebilirdi. Geb, kılıcıyla elini yardı. Sonra yüzünü tekrar Heru-Ra-Ha’dan yana döndü. Bir oğlak! Dizlerinin üzerine çökmüş, fakat kederli gözlerle onlara bakıyor.
“Konuş, sen ne taifesindensin böyle? Oğluma ne yaptın?”
Ana Keçi kovuğun serin koynunda bir kulağını oynattı.
Heru-Ra-Ha, korkuyla ayağa kalktı ve dedi ki:
“Ben sizin gördüğünüzden başka hiçbir şey değilim efendimiz!”
Amen öfkeyle Geb’in elindeki kılıcı alıp toprağa sapladı. Babasının haline anlam veremiyordu. Geb, bir daha hiddetle sordu:
“Kimin gördüğü gibisin?”
Heru-Ra-Ha Geb’in yüzüne baktı. Ve çok ağladı.
Geb, ağlayanları severdi. Boydan boya kılıç kesiği yüzüne rağmen severdi. O gece sarayın bütün muteberleri toplandı. Amen’e gördüğünün aslında bir oğlak olduğunu anlatmaya çalıştılar. Fakat Amen, onlara inanmadı. Geb, bu sefer şifacıları ve büyücüleri topladı. Onlara dedi ki:
“And olsun ki, bu oğlak güneş Mısır’ın en unutulmuş yerinden görününceye kadar saçları topuklarına değen bir kıza dönüştürülmezse, taş üstünde taş koymayacağım!”
İhtiyarlar toplanıp söyleşti. Biri Çin’den getirdiği küflü kitabı açtı. Öteki kuşağına sardığı düğümlere okumaya başladı. Bir başkası Zümrüdü Anka’nın kuyruğundan kopardığı telle, hurma yaprakları üzerine kelamlar yazarken, bir kısmı da taş havanlarda acı otlar eziyordu. Heru-Ra-Ha, sarayın rotasındaki dev sütuna bağlanmıştı. Aden ise, yanından ayırdıkları sevdiğinin ardından fazlaca figan edince, başına bir fenalık gelmesinden korkan Geb tarafından efsunlanıp bir zindana kapatıldı.
Ana keçi, ağladı ve başını az da olsa kaldırıp dedi ki:
“Ey Rab, sürüler o ölümlü yollara dökülürken ağlaştılar. “Biz biliyoruz ki, içimizden çok azımız Nil’i geçecektir” dediklerinde sen gök kanatlı meleğine “Hepsine bir murad hakkı ver” demiştin. O zaman herkes Nil’i geçmeyi dilemişti de ben bir yabanda leş olan eşime yas tutmuş, dileğimi oğlağıma gizlemiştim. Ey Rab, şimdi senden dileğim: Ra-Ha’yı saçları topuğuna değen, oradan tekrar omuzuna sarılan bir kıza çevir.”
Şifacı başı çapaklı gözlerini birkaç kere silip önleri sıra uzanan genç kıza bakınca, elindeki düğümleri öpüp, “Son düğümde sır çözüldü” dedi. Hurma yaprağına kelamlar yazan “Tam noktayı koyduğum sıra!” diye gürledi. Çin’den getirdiği küflü kitabı kapatan; “Yemin olsun ki, bu yüz bana az evvel soruldu da, efendimiz Amen’e layıktır, dedim.” Eczacılar; acı otları havaya kaldırıp; “Biz bunların rahiyasının bile adamı dirilteceğini biliyorduk!” diye haykırdılar.
Ana keçi; “Ben” dedi ve kapattı gözlerini.
Amen, sevdiğinin bir oğlak olduğuna hiç inanmamıştı zaten. O yüzden büyülerin ya da ilaçların tuttuğuna değil, onu özgür bıraktıklarına sevindi. Çünkü biran evvel kendisini kulübede bekleyen güzeller güzelinin yanına varmak istiyordu.
Gece, hem de çok gece, bir fısıltı yayıldı kulübeye. Kimsenin bilmediği bir dilde. Hem ağlamaklı, hem umutlu. “Bunu gizle Heru-Ra-Ha.”
Ertesi sabah Geb ve hizmetkarları yanlarına birkaç kadın köle alarak kulübeye gittiler. Kadınlardan biri Geb’in işaretiyle kulübenin açık kapısından içeri girdi. Amen uyuyordu. Köle kadınlardan biri henüz aydınlanmamış odada üzerini giyinen Heru-Ra-Ha’ yı görünce çığlık çığlığa dışarı çıktı.
“Geb, efendimiz! Ant olsun ki o bir kız değildir. O bir erkek de değildir. İçeri vardığımda yalnızca elleri kolları ve yüzü bir insana benzeyen ak bir keçi gördüm.”
*
Güneş tepede.
Amen kütüklerden yongalar soyarken Heru-Ra-Ha onu izliyor. İki gündür kulübeye dönmeyen kocasına, kendisini ateşin ortasında bırakıp, beynindeki kütüklere kaçtığı için nefretle bakıyor. “Birazdan” dedi yüreğinden, “Birazdan, sen ömür boyu ağlayacaksın.” Amen yüzünü ondan yana döndü.
“Gel tabiatı dağ olan kadınım.”
Heru-Ra-Ha Amen’e yaklaşmıyor bile.
“O yonttuğun nedir Amen?”
“Düşümdür.”
“Adı nedir düşünün?”
“Bir kapı. Gizlinin önüne kendini atacak bir fedai. Görünmesini istemediğin şeyleri örtecek, seni saklayacak, sana izin verecek. Ve bu kapıdan yalnızca senin yeğlediklerin girecek Heru-Ra-Ha. Kimse bir huriye keçi diyemeyecek. O kulübenin girişinde bir fedai olaydı…”
“Sana gülerler. Deli derler Amen! Burada kimsenin örtülü bir şeyi yoktur.”
“ Kapı.”
“Sana onu taktırmazlar.”
“Taktıracaklar.”
Heru-Ra-Ha gözünü Amen’den alıp güneşe baktı. Sonra bir bulut gibi bıraktı kendini boşluğa. Rüzgar saçlarını çözdü. Toprak tam alnından öptü.
Amen köye sırtında kapısıyla döndüğünde Geb ve diğerleri onu kulübenin önünde bekliyordu. Geri çekilip Amen’e yol verdiler. Ve sonra üzerinde bir çift oğlak boynuzu asılan şeye hayretle baktılar. Amen hem ağladı, hem hem sevgili kapısını çaktı.
“İşte çocuklar. Kapı böyle icat edildi.”
Arka sıralarda oturan Suphi,
“Hocam bu anlattıklarınızın bilimsel bir kanıtı var mı” diye sorunca, Kamil Bey gülümsedi.
“Açık değil mi Suphi, boynuzlar ve kapılar…” dedi.
A.ENGİNDENİZ