17
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1457
Okunma

"Elin bir kucak odunu cayır cayır yanar da benim bir tek odunum yanmaz,” diye dövünen akıl fukarası ile "taş yerinde ağırdır," diye tepinen laf ebesini aynı kefeye koymak gerekir ki tartı mantığı şaşmasın.
Etekteki taşın, dilin altındaki bakladan ağır geleceğini varsaymak matematik biliminin işi. Sözün o boyutunda dili fazla yormamalı, yoksa dil yarasının bıçak yarasından ağırlığı hekimleri şaşırtmakla kalmaz, bıçağı bıçaklığından utandırır. Dil yılana bir boy fark atar mı, doğrusu o kısmı bilemiyorum.
Annemi bir gün bahçedeki domates fidelerini döverken görmüştüm. Vurmaya kıyamıyor, ama yine de elindeki çubuğu boyları boyum kadar olan domates fidelerinin dalına, yaprağına indirip duruyordu. Yardımdan ziyade oyunun hoşuma gitmesinden olsa gerek, elime bir çubuk alıp, gözüme kestirdiğim ilk bitkiye öyle bir vurdum ki kökünden yere devrildi. Annemin gülerek, “Öldürme, sadece korkut. ” Dediğini, bu gün gibi hatırlıyorum.
Vurmanın da ölçüsü vardı. Domates fidesine, suyu gübreyi çok verirseniz, bahçenin kıyısındaki kavaklarla boy ölçüşmeye kalkıp, esas görevi olan domatese durmayı unuttuğuna hükmetmişti güzel annem. O’nun bana hâlâ garip gelen bu tür hükümleri hep vardı. Bir hafta sonra domates fideleri çiçeğe durduğunda hiç de şaşırmamıştım.
Bir şiir denememde (şiirimde demek yüzümü domates gibi kızartıyor, nedense ) “gül dalından baston” benzetmesi yaptım diye, ustamın “gül dalından baston olmaz” uyarısını hatırlıyorum. Sevgili Ahmet Tahsin Çınar Hocamın, balkonumdaki gül ağacını görmesini isterdim. Yazın başında hatun bir dem açtı, açış o açış. Şimdi aldı başını gidiyor yukarılara. Bu haliyle değil baston, balkona direk bile olabilir. Onu tam tepesinden kesmeyi düşünüyorum. Kıyamıyorum ama kesmek zorundayım çünkü güllüğünü unutup, karşısında bulunan Celal Doğan Parkındaki ağaçlara özendiğini düşünüyorum. Niyeti kötü değil elbette. Aklınca beni hoşnut etmeye çalıyor. Öyle ya, en iyi saksı toprağını alıp, her akşam istisnasız sulamış, her hafta vitaminini vermişim. Güvercinler zarar veremesin diye, bedeni tahta kepçeden, saçları yanardönerli kâğıttan bir güzel korkuluk yapmışım ki mahallenin çocukları balkonuma imrenerek bakıyor. Gülümün atladığı tek ayrıntı, gül açması gerektiği. Bu cümle daha elimden kaleme ulaşmadan gülüyorum çünkü oğlumun danışmanının, "siz, anne-oğulsunuz; arkadaş değilsiniz," uyarısını hatırlıyorum. Oysa ben aksine inanıyordum ve "evinizde anne rolü boşta" teşhisine anlam veremiyordum.
Şimdi neye inanıyorum peki? Herkesin önce kendi repliklerini ezberlemesi gerektiğine inanıyorum galiba. Hayat denen oyunda ezberi zayıf oyuncularla sahneye çıkmanız kaçınılmaz. Fedakârlığın fazlası sizi o sahnede aranan oyuncu, hatta yıldız yapsa da iyi oyuncu yapmıyor, yapamıyor. Herkesin sizinle aynı sahneye çıkmaya can atmasında şaşılası bir şey yok. Bu sizin sizliğinizin değil, olsa olsa oyunlarda sessizliğinizin ölçüsüdür. Yani popülarite ve kalite ayrı kavramlardır. Ölçü oyunculuk ise yıldızlık işten bile değildir o sahnelerde. Bu bir akıl işi. Güneş olmak başka hikâye. O ayrımda akıl darasını değiştirmezse ışık ile nur tanımları birbirine giriyor. Biri dokundukça aklınızı yakıyor, diğeri içtikçe ışıtıyor. Kalıba çekilmiş bütün tanım ve tanımlamaların henüz bilinmeyeni burada gizli gibi geliyor bana. Ne yazık ki de değil, iyi ki...
Gerçek bazen sanıldığı kadar karmaşık değildir, diyen akıllı kimdi sahi… İsim hafızamı zorlamamaya karar verdim artık. Bir şeyleri ısrarla unutup duruyorsa, bir bildiği vardır aklımın. Ya isimleri unutmayıp, sözleri unutsaydı? Öylesi daha mı iyiydi?
Söz nasıl da kıvrılıp gidiyor aklın nehirlerinde. Bir şiirinde;
“…
Sonra git yeni bir aşkı bulmaya” diyen şairin, Sondeyiş’inde;
“Dolaştım yıllardır şurda burda,
ucuz otellerde kaldım.
İğne iplik taşıdım yanımda,
bir düzen tutturamadım.
Kadınlar da oldu elbet yaşamımda,
biri hariç hepsini bağışladım," demesine niye şaşırmalı bilmem. O kadını niye bağışlamadığı kimin umurunda? Benim. Şiirin konuşanının ömrünün gizi de aşk tarifi de orada kazılı. O kadının kim olduğundan çok bağışlanmayan suçun ne olabileceğine fena kafa yoruyorum.
Söz döndü dolaştı yine şiire bağlandı. Çünkü şiir denen kalıbın, söz merdivenlerinde, insanın varabileceği son basamak olduğuna inanıyorum. Şiirin, çocukluğundaki tekerlemeler gibi söz oyunu olduğunu sanan kalemi kavakların, “güne karşı sallanan koltuklarında, esas salladıklarının şiir değil, beyinlerinin olduğuna” kimi inandırabilirsin diye sorulursa, birisini bir şeye inandırmak gibi kaygıları bu yazının başında bıraktığımı söylemek isterim.
Gül ağacından oduna, salı pazarından şiire dağıldık. Hadi toparlanalım.
Pazaryerlerinde “İkizlere takke” diye bağıran adam da futbol maçlarında hakeme methiyeler dizen taraftar da, hayatın değil belki ama kendilerinin şiirini yazıyorlardır, o sıra. Duyduğunuz, okuduğunuz cümlelerde, kelimeleri hangi ağırlıkla tarttığınız, tartabildiğinizdir önemli olan. Siyasetçisinden, sanatçısına, ozanından yazanına, yapanından bozanına kadar, halka inenleri överken, hakkı yüceltmek ya da yok etmek incecik çizginin iki farklı tarafıdır ve bunu görebilmek için şairlikten fazlası gerekir.
Eğitim şart elbette, aksini iddia edecek kadar bahis düşkünü değilim, ancak eğitim dediğiniz sınanmış denklemler bütününden öte nedir ki. İlim başka, irfan başka bir marifet ve gül ağacından baston yapmak, söz kalıplarında şairane dursa da yaşamak sanatında çok da yaslanılası bir dayanak gibi durmuyor, değil mi?