11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1251
Okunma

-1-
Şerif halam, çocukluğumun en eğitici, en renkli simalarındandı. İnce narin bedeni, hafif kambur yürüyüşü, yanından hiç ayırmadığı av tüfeği, kuşağı, kuşağın üzerinden bağladığı ve içinde daima biz küçük çobanları emirlerine itaate ikna ettirecek cinsten bir şeylerin bulunduğu peşkiri ile çocukluk albümünün en otantik dağ köyü kadınıydı O.
“Sen börek açabilir misin hala?” Diye sorduğumda; “o nereden çıktı be uşak!” Diye tatlı sert azarlamıştı beni. Şeklen kadın, edasıyla erkek olan büyük halamın yufka açamayacağından, çamaşır yıkayamayacağından, dahası doğuramayacağından o kadar emindim ki Hayrettin Dayı’yla Emine Abla’yı leyleklerin getirdiğine sahiden inanırdım.
Babaannemle annemin, “bu kızın yürüyüşü bizim Şerif’e benziyor,” diye gülüşmelerinden sonra içime ne tür korku tohumları düştüyse, evde her börek açılışında oklavayı kafama yemeden uzaklaşmazdım diplerinden.
Sözü babaanneme getirdiğimde halamı kendi yanıma çekeceğimden emindim. Onlar gelin ve görümceydiler çünkü. “Babaannem börek açamayan kızları evermezler diyor" diyerek açmıştım kara kutuyu. “Kendisi çok mu biliyormuş! Ali Beyin Konağına geldiğinde yüzünü yıkayamazdı nursuz. Şimdi karı olmuş da beni mi beğenmiyor kenef!” “Sen kaçmışsın Hüseyin Enişteme?” “O gavuç deden verseydi kaçmazdım. Evelinde de böyle aksiydi O.” Derken gülüyordu halam.
O güldükçe daha da iştaha gelip, annemin “çok debeştirme, o kısmına aklın ermez ,” diye geçiştirdiği bütün konuları peşpeşe sıraladım o gün. “Kızlar halaya çeker, diyor babaannem.” “Allahıma şükür ki öyle,” derken hiç de gülmemişti halam. “Hiçbir uşağımız Koca Memet soyuna çekmedi!” Nabza göre şerbet ayarlama yeteneğimi Koca Mehmet Soyundan almış olmalıydım. Ne de olsa annem babaannemin yeğeniydi aynı zamanda. Çift dikişli Koca Memetlerdendim ben. Kel Ali Beyler kavgacılığı, Koca Memetler uzlaştırmacılığı ile anılırlardı bizim oralarda.
“Ama… Kel Şerif diyor sana dedem.” Babaannem diyor desem, halanın öfkesi artacak. Hassas ayar çekmiştim söze. Dedeme kızmazdı halam. Kel derdi, kör derdi, hızını alamazsa gavuç derdi, ama kızmazdı, biliyordum. “O dölü herif kendi keline baksın!” Dedi. Kararlıydım. Kel Şerif halamın bürgüsünün ve nezgebinin altında sakladığı kelini o gün görecektim. “Ama benim saçlarım var hala, Koca Memetlerden miyim şimdi ben?” Öfkeli öfkeli baktı yüzüme. Sonra etrafına bakındı. İnekler ağaçların gölgesine sinmiş geviş getiriyorlardı. Koyun ve keçiler uyuşuk uyuşuk otluyor, çoban çocuklar az ötemizde kendi aralarında hareretli harerteli konuşuyorlardı. "Iramazan!” Diye bağırdı Halam. “Kaşa var da bak bakıyın, gelen giden var mı? “Benim iki dakika oturmam sana batıyor mu hala!” Diye terslendi genç irisi Ramazan. “Kaşın öte yanı köy! Kurt dağdan gelir, köyden gelse gelse adam gelcek! O da seni mi yiycek!”Diye de ekledi ardından. “Homur homur etme buban gibi de var bak da gel!” Diye Hastoğluların keçileri kadar aksi olan çobanını azarladı hala.
Ramazan, köy tarafındaki kaşa doğru yönelince, başındaki bürgüyü sıyırdı açtı. Bürgünün altında, saçlarını derli toplu tutsun diye giydiği nezgepin bağını hızlaca çözdü.
O güne kadar, öyle gür, öyle güzel saç görmemiştim. Kel Şerif Halamın saçları, a ltın sarısından bir şalele gibi omuzlarından beline, aşıp gidiyordu. Ne sorduğumu çoktan unutmuş, hayran hayran bakıyordum. “Senin kel dedenin karısında var mıymış bu saç, git sor,” dedi. Şaşırdığım doğruydu. Halamın saçlarını gördüğüm an içimi kaplayan sevincin nedenini bilmesem de saçına başına söz söyletmeyecek kadar çok seviyordum babaannemi. “Var tabi!” diye tersledim Halayı. “Var, ama onunkiler kara.” “Kendi de süt beyaz sayılmaz zati” dedi, halam. “Hiç de bile! Bembeyaz benim babaannem,” deyip, olayı tekrar gelin görümce itişmesine çekmenin anlamı yoktu. Akça pakça bir kadındı benim babaannem ve halam da bunu pekâlâ biliyordu.
Ramazan, gidişine bakıldığında kendisinden beklenmedik bir hızla geri döndüğünde Şerif Halam, nezgebini çoktan başına geçirmiş, bürgüsünü örtünüyordu. “Senin bu goca halan kel mel değil guzum!” derken, azarlıyor mu, yoksa kendinden olanı sarıp sarmalıyor muydu, karasız kalmıştım.
“Halam seni börek diye açarmış de, o dili saçından uzun babaannene, e mi! İkimizde gocadık gittik; benimle uğraşmaktan vazgeçsin zilli," diye bir de selam saldı. Söylesem de birşey fark etmezdi, bu iki kadın, hem böyle itişir hem de garip bir şekilde kollarlardı birbirlerini. İşime hiç yaramayan o selamı yerine iletmedim tabii.
Attığını vururdu halam. Tüfeği laf olsun diye taşımazdı. Kurt ya da tilki vurduğunu görmedim ancak fişeği esirgemediği günlerde, kuzguna, kargaya acımazdı. Vurmaya kıyamadığına da söverdi. O’nun sövmeleri erkeklerden duyduğum analı avratlı cümlelere pek benzemezdi. “Hacı kızı ya,” derdi annem. “Söverken Yaradan’ını incitmez Kel Şerif abum.” Uyaklı nizamlı sövgüleri, hedefini şaşırmayan övgüleri, taşı gediğine oturturken söylediği o beyit beyit incileriyle sadece benim değil, bütün akranlarımın hafızasında hak ettiği makamı almıştır halam. Benim onlardan fazlam, o vecizelerinden birinin şu an sol omzumda kazılı olmasıdır.
Not: İkinci defa okumak durumunda kalan arkadaşlarımdan özür dilerim, ama devamı için öncesini buraya almak gerekiyor, diye düşündüm.