5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1549
Okunma

KAHRAMANIN İSYANI
Otuz sekiz yıl geçmiş, yürüme özürlü Konya’lı İsmail’in bana isyanının üzerinden. Sevgili İsmail, beni o gün ağlatmıştın yazarken. Yine göz yaşlarımı tutamıyorum. Allah senin gibi yiğitlere, onların mangal gibi yüreklerine bağışlasın Türkiye’mi.
20 Temmuz 1974 sabahı, aylardır süren hazırlıklar, askere alınan ihtiyat erleri subayları, bir türlü yetişemeyen elbise, bot açığı, yaşlılar, gençler ve karmaşa, karmaşa, karmaşa. Yani curcunanın curcunası.
Trakya’da, aylardır arazide yatıp kalkan, gelen emirlerle taarruz hazırlıklarına aralıksız devam eden Kore Kunuri Kahramanı 241. piyade alayı nın rütbesi teğmen olan tek ve en genç bölük komutanıyım. Edirne Karaağaç Ovası’ ndayız. Önümüzde tüm haşmetiyle Meriç nehri uzanıyor. Bu nehri geçip Yunanistan’a taarruz etme görevi alan tümenin en öndeki alayının, en önündeki taburundayım.
Kıbrıs’a çıkartma beş saat sonra başlayacak . Biz de Yunanistan’ın müdahalesini önlemek için kuzeyden Karaağaç bölgesinden gireceğiz.
Bütün gece beni ihtiyatta tutmak isteyen tabur komutanıyla onu ikna etmek üzere epey zor bir savaş veriyorum. Rütbem teğmen ya, biraz da hergele ve motorcuyum üstelik, ona güven vermiyorum sanki. Oysa o kadar eğitimli ve zıpkın gibi bir bölüğüm var ki, bir anlasa.
Neyse ki ilk raunt benim. Diğer kıdemli yüzbaşıların da desteğiyle birinci hatta benim bölüğüm de yer alacak. Çok sevdiğim, Kelle Bekir Yüzbaşı’nın yanında.
İnsan ölüme nasıl koşarak gidebilir? Nasıl unutur yaşadığı her anı, her sevgiyi konu vatan olursa? Ya iki yüz genç insanı, ’’ Haydi hep beraber ölmeye ‘’diyerek, nasıl atarsınız Meriç’e mermilerin önüne, uçakların bombalarına, mayınların üzerine? Onların da sizin gibi kimseleri yok mudur acep ? Hani sevgilileri, kardeşleri, arkadaşları falan...
Askerliğini teğmen olarak yapan beş yedek subayı ihtiyat olarak üsteğmen rütbesiyle almışlar. Ben teğmenim ama öteki beş takımın komutanı da üsteğmen. Neyse ki, onların da bu işe itirazı yok. Zaten bir ay sonra ben de üsteğmen olacağım.
Sabaha karşı önce motorlu, sonra yaya olarak intikalle taarruz çıkış hattına yaklaşıyoruz. Kırk dakikalık yürüyüşle düşman mevzilerine ‘’ Allah Allah ‘’ nidalarıyla saldıracağız. Bundan sonra yürüyüşümüz saf düzenine geçebileceğimiz gibi açılmış ve vuruşmaya her an hazır şekilde olacak.
Son molayı da verip, erlerimi diğer bölüklerle koordineli olarak dinlendiriyorum. Mehmetler bir birlerine küçük hatıralar, mektuplar, vesikalık arkası yazılı resimler vererek helalleşiyor usulca, henüz aydınlanmamış 20 Temmuz 1974 sabahında. Bölüğümle bir veda konuşması yapıyorum. İlk hücuma kalkan birliğin zayiatı çok yüksek olacak, biliyorum. İçimde, sanki onları bir daha göremeyecekmişim gibi bir his var.
Bu çocukların boyları mı uzamış, bunlar nasıl eller böyle?..Tüfeği sıkan bir aslanın pençesi mi yoksa? Ya bu gergin sinirleri boynundan damar damar fırlamış suratlar da ne? O bakışlarınızda ki ‘’ Bana güven komutanım, ölürüm ama verdiğin emirden asla dönmem ‘’diyen ifadeniz. Buna 24 yaşında, henüz sizler kadar genç olan ben nasıl dayanacağım?
Sırt çantalarını çıkartıp istif ettiriyor ve başına oraya kadar bile gelmekte çok zorlanan, sol bacağı diğerinden kısa bir eri nöbetçi olarak dikmek istiyorum. O zamanlar, özürlü erlerin altı ay gibi kısa süre askerlik yapmalarına müsaade ediliyordu.
Veda konuşmam bitmiş, takım komutanlarına ilerleyecekleri istikametleri göstermiş, saat ve telsiz çevrim kontrolleri yapmaktayım. Havada, tam üzerimden vızıldayarak bir şey uçuyor. Bu, bir G3 piyade tüfeği. Arkamı döndüğümde, biraz önce nöbetçi olarak kalmasını emrettiğim er Konyalı İsmail Tüzün’ün, hıçkırıklar içinde ağladığını görüyorum, yerlerde debelenerek.
‘’Ben, buraya kadar yürümedim mi, komutanım? Bacağımın ağrısına dayanamıyorum. Ama koş dersen koşarım, öl dersen ölürüm. Beni koyma burada, öldür daha iyi komutanım. Düşmana bugün saldırmayacaksam, ne güne yarattı Mevlâm beni, anam ne güne doğurdu? Bacağım sakat diye koşamam mı sanırsın? Beni koma burada, koma komutanım.’’
Kendimi zor tutuyorum. Başçavuşa dönüp, nöbetçi çıkartmasını söylüyorum. Önce gönüllü nöbete kalmak isteyen var mı, diye soruyor. Sanki onu duymuyor koca bölük. Sağır gibi, dilsiz gibi donuk bakıyor.
Kaleci Veli’ye takılıyor gözlerim .Maç yaparken kırılan sağ el bileği hala alçılı. Ben görmeyeyim diye montunun kolunu iyice çekmiş, yine de alçıyı fark ediyorum.
‘’Sen kal Veli, silahını bile taşıyamıyorsun ‘’
Veli‘den bir feryat:
‘’Komutanım, benim solak olduğumu bilmiyor musunuz? Ben silahımı kullanırım, ölümüne gelirim sizinle. Yalvarırım beni bırakmayın. Benim bir garip anamdan başka kimsem yok .Eğer beni bırakırsanız, kaçar arkanızdan gelirim. Sizin içeceğiniz şahadet şerbeti neden bana haram olsun? Beni yakmayın komutanım.’’
İşe bakın Türk Milleti, vatanseverler, şu işe bakın. Tabur komutanı, haklı mı ne? Bölüğüme, emir dinletemiyorum.
‘’Sen iyi koşamıyorsun aşçıbaşı, seni bırakalım ‘’ Epey kilolu ve düztaban, aşçımız da direkt olarak benden ayrılmayacağını söylüyor.
Vay canına, altı sene sonra ayak bileğimden yaralandığımda, sekiz gün ben de o Mehmet’leri dağda bırakamayacak ve az daha üç buçuk ay yattığım hastaneden tabutta çıkacaktım. Tabii. Kadın gibi ağlayan iki yüz erin karşısında onlar gibi sen de ağlarsan, nasıl emir verebilirsin ki?
Saate bakıyorum, otuz saniye geciktik. Zaten başçavuşum hem ağlıyor, hem de saatini gösteriyor bana.
‘’Yürüyün aslanlar, yürüyün yiğitler. Sizin çantanıza el sürecek olanın, zaten benden çekeceği var. Gazanız mübarek olsun . Allah hepinizi korusun, hepinizi anacıklarınıza bağışlasın. İleriiiiii!’’
Birkaç dakika sonra tabur komutanına bölüğümün ilerlemeye başladığını tekmil olarak veriyorum telsizle. Sonra da o bana dönüyor,
‘’Tümen komutanı nöbetçisiz sırt çantaları ve malzeme yığını görmüş. Senin nöbetçilerin nerede?’’
‘’Sonra anlatırım komutanım. Erlerim nöbete isyan ettiler de. Emir dinletemiyorum.’’
‘’Ne dedin, ne dedin? İsyan mı? Nasıl yani, ne demek bu ? Emrini dinlemiyorlar mı? Oraya geleyim mi?’’
Nasıl mutlu ve nasıl gururluydum. Bu bölükle Atina’ya girer, oradan da Baf’a bile geçebilirdim . Ne Meriç’in derin suları, ne de mayın tarlaları durdurabilirdi yiğitlerimi.
Milletime esaret yaşatmamış, ölüme gülen, şehit olmayı en büyük mertebe, gazi kalmayı şeref sayan kınalı kuzuların bu duygu seline sakın set çekmeyin.
Onların önünde elinde kılıçla naralar atarak Mehmet’çiği daha da yüreklendiren, Çanakkale’de, Dumlupınar‘da, Sakarya’da ve her cephede savaşan cesur ve şerefli, vatanını namus bilen genç subayları, astsubayları hep onore edelim.
Gazilerin, gazi kartlarını ellerinden almak,onlara belediye kartı vererek gaziliklerini unutturmak bu ruha hakarettir. Kolay oluşmaz. Yıllar ancak vatani duyguları ile sarmalarsa olur bu fedakarlık anıtları.
Konyalı İsmail, kaleci Veli, şişman aşçı ve nice isimsiz aslanlar... Biliyorum, sizin genlerinizden çocuklarınıza miras bıraktığınız vatan sevgisi ve ölümüne onu koruma aşkı hiç bitmeyecek. Bu vatanı böldürmeyecek, kanla çizilmiş ay yıldızlı kutsal bayrağımızı yere düşürmeyeceksiniz. Ah, bir de oyunlara gelmese aziz milletim, size kafa tutacak, sizin topraklarınıza göz dikecek kim çıkabilir ki?
Ölürken helallik isteyen, dua eden, atmış iki Mehmetçik’e son sularını sol kolumun üzerinde verdim. Kimini Rum, kimini PKK, kimini kazalar, kimini bireysel hatalar, öldürdü.
Yirmi yaşındaki genci kadına, kıza, içmeye,serseriliğe, kavgaya kolay götürürsünüz. Ama vatan için ölüme götürmek, ancak onun içine aşılanan Türklük ve vatan sevgisiyle olur. Bu ruhu ona ancak dimdik, mert, şerefli ve onlardan olan genç liderler verebilir.
İşte bu ruh doktorlarını, terapistleri, önderleri ve kendilerini de onlarla feda edecek idealist zabitleri yok etmeyin, Efendiler. Yoksa koca ordu Balkan Harbi’nde olduğu gibi başı kesilmiş, kendisini nereye atacağını bilmeyen çilli horozlara benzer.
Allah milletimizi, vatanımızı ve onun gururu kahraman Mehmetçik’imizi korusun. Onun çelik bileğini namert düşmanlarına büktürmesin.
E.Yaşar Ovalı 20 TEMMUZ 2012