- 857 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SIR DEDİĞİN
SIR DEDİĞİN
Artvin’den başlayan keyifli yolculuk, Trabzon’dan sonra şoför için sıkıntı olmaya başlamıştı. Durumu müdüre arz etmek için dikiz aynasından arkaya baktığında, müdür uykuya dalmış olduğunu gördü.
“Ya bu adam uyumuş. Ha ben şimdi ne yapacağum? Uyandırmaya kalksam: ‘ne ula, çocuk gibi bir şeyine sahip olamayusun, der, azarı basar,” dedi.
Bir gözü dikiz aynasında, bir gözü yolda, kasıklarını sıkarak gidiyordu, fakat sabredecek gibi değildi. İyice sıkışmıştı Sıkıntıdan yüzünün görüntüsü şekilden şekle dönüşüyordu. Belki kendiliğinden uyanır umuduyla birkaç kez hafiften fren yaptı, arkasından öksürdü, hapşırdı, aksırdı ama görüntüde hiçbir değişiklik göremedi.
“Bu kadar sarsıntıya, gürültüye rağmen uyanmadığına göre demek ki derin uykuda. Bu vaziyette yola devam etmem imkânsız. Uyuyorken şuraya bir ihtiyaç gidereyum,” dedi. Müsait bulduğu bir yerde, arabayı yol kenarına çekti. Müdürü uyandırmamak için kapıyı yavaşça açtı, arabadan indi, aynı sessizlikle kapıyı yavaşça kapadı. O kadar sessiz hareket etmesine rağmen müdür bey, kapının açılıp kapanma esnasında uyanmıştı. Şoför uzaklaştıktan sonra;
“Hazır araba durmuşken ben de bir rahatlayım.” dedi. Araçtan inip arka tarafa doğru gitti. Hava bulutlu, gece karanlık, hafiften bir çisenti vardı. Onun için çok da uzağa gitmemişti.
Şoför, işini bitirmiş, rahatlamış bir vaziyette gelip arabaya bindi, kemerini bağladı, kontağı çevirip yola koyuldu. Rahatlamanın vermiş olduğu ruh haliyle arkaya bakmayı bile akıl edemedi. Müdür, su dökmeye daha yeni başlamıştı ki, arabanın çalışıp hareket ettiğini görür görmez; “ Ulan dur, geliyorum .” diye seslendi ama araç gidiyordu. Arkadan ıslık çalıp, bağırıp çağırdıysa da nafile, araba gitmişti. İşin kötüsü, ceketi, cüzdanı ve telefonu arabada kalmıştı. Belki fark eder, geri döner diye umutlanarak epey bir süre bekledi, lakin görünürde kimseler yoktu.
– Ulan ben sana ne diyeyim, ulan bi dön de arkana bak, geri zekâlı! diye bağırdı karanlık gecede, Karadeniz’e karşı.
Öfkesinden yolun kenarındaki çakıl taşlarını tekmeledi.
– Kahretsin, telefon yok, cüzdan yok, para yok. Üstelik kimlik de yok. Gece yarısı, dağ başında kurda kuşa yem olmasak iyidir,” diye sızlandı.
Hava iyice serinlemiş, çisenti şiddetini artırmaya başlamıştı. Arabada uyuduğu için nerede olduğunu da tam olarak kestiremiyordu. Hangi kasabaya yakın, hangisine uzak bilebilse, oraya kadar yürüyecekti ama bilmiyordu. Yakınlarda şehir görüntüsü veren bir ışık kümesi de görünmüyordu. “Belki bir görüntü elde edebilirim” ümidiyle hızla ileriye geriye yürüdü, fakat karanlık gecede hiçbir alamet göremedi. Şoförün geri döner, bulamaz korkusuyla yerini de kaybetmek istemiyordu. Gidip gelmeler arasında epey bir zaman bekledi. Sırtında ceketi olmadığı için üşümeye başlamıştı.
–Bu geri zekâlının geleceği yok. En iyisi otostop çekmek, dedi.
Düşüncesini hemen uygulamaya soktu. Geçen araçlara otostop çekmeye başladı. Daha önceleri böyle bir işi yapmadığı için biraz tedirgindi. Gelip geçenler, bırakın durmayı ondan tarafa dönüp bakmıyorlardı bile. ”Belki göremiyorlardır,” diyerek yolun kenarına iyice yaklaştı. Bu sefer de ezilme tehlikesiyle baş başaydı. Araçlar önünden vınlayıp geçiyordu. Tekrar geri çekildi. Zaman ilerledikçe soğu iliklerinde hisseder oldu. Ara sıra hoplayıp zıplayarak ısınmaya çalışıyordu.
* * *
Şoför, Giresun’a geldiğinde vakit gece yarısını çoktan geçmiş, sabaha yaklaşıyordu. Şehrin ışıklarıyla birlikte gözü dikiz aynasına gitti. Aynadan arka koltuğa baktığında müdürün kafasını göremedi. “Ha bizimkü kendinden geçmiş, kafayu da düşürmüş,” dedi. Bir müddet gittikten sonra meraklanmaya başladı.“ Ha bu adam kafayu nereye koymiştur?” diye dikiz aynasını sola kaydırıp yeniden baktı arka koltuğa. O da ne? Koltukta ne kafa vardı, ne de beden. Birden bire yüreğine ok saplanır gibi bir acı hissetti. Arabayı hemen kenara çekip durdu. Uyurken belki koltukların arasına kaymıştır diye alel acele arka kapıyı açıp, baktı içeriye;
–Aman Allah’um müdür bey yok! diye bağırdı, Giresun sahillerine karşı.
Ceket, yan kapıda asılı, telefon koltuğun üzerindeydi.
– Ula ben bu adami nereye düşürdum ?
Şok olmuştu. Dizleri üzerine kapının yanına çöktü. Ne yapacağını, bu olayı kime nasıl anlatacağını düşünüp, dövünürken birden ihtiyaç molası geldi aklına.
– Tabi ya, mutlaka orada kalmiştur bu moruk, dedi. Bu hatırlamayla birlikte, yüreğindeki sıkıntı kısmen de olsa dağılmış, yerini belirsizliğe bırakmıştı. Ceketi, telefoni de buradadur. Kısmen de olsa olayı çözmenin verdiği rahatlıkla karşı taarruza geçti. Ula şu yaptuğuni beğendün mi, müdür? Ha ben şimdu seni nasıl bulacağum? Neden telefonun yanında değildur? Ha bu makam sahibi adamlaru da hiç anlamayrum. Telefon dediğun ya pantolonun cebinde, ya da kemerinde olir. Koltuğun üzerinde telefonun ne işi vardur? Yolçuluğun kazası var, belası var? Al, aha, gör şimdi ananin …. dedi
Birden bire düşüncelerinden sıyrılıp, telaşla araca bindi. Asfaltı yırtarcasına bir manevra ile geri döndü. Hız sınırlarını hiçe sayarak son sürat gidiyordu. Mola verdikleri yere gelmişti ama görünürlerde kimseler yoktu. Arabadan indi, etrafa bakındı. “Müdür beeeyyyyyy, müdür beeeeyy” diye defalarca bağırdı, fakat sesine ses veren yoktu. Hava aydınlanmış, Güneş, güne merhaba demek üzereydi. Geceki karabulutlardan ve yağmurlu havadan eser kalmamıştı. Yağmurdan sonraki Güneş’in ışıklarıyla birlikte, tabiatta bulunan her şey birbirine bakıp gülümsüyordu. Çevredeki bütün bu ahenk ve güzellikle içerisinde, şoförün kalbi geceki karanlığın içinde kalmış, fırtınalar koparıyordu. Morali bozuk bir vaziyette araca binip tekrardan Samsun’un yolunu tuttu. Düşünceli bir halde gidiyordu. Yol boyu bir sürü senaryolar yazdı kendi kendine.
* * *
Müdür Bey, her geçen araca el kaldırdığı halde kimse durmuyordu. Çisenti irileşmiş, ahmakıslatan cinsten yağmura dönüşmüştü. Sırtındaki gömlek iyice ıslanmış, vücuduna yapışmıştı. Donmamak için durmadan ısınma hareketleri yapıyordu. Gecenin kaçı olduğundan bile haberdar değildi. Saatini de ceketin cebine koymuştu. Kaç saattir buradaydı, onu da bilmiyordu. Gücü kuvveti kalmamıştı. Bir an canı vücudundan çekilir gibi oldu. Umudunu yitirmek üzereyken bir tanker gelip duruverdi yanı başında. Bu kadar geçen araçtan sonra tankerin kendisi için durduğuna inanamamıştı. Titreyerek, umutsuzca duran araca bakıyordu. Tanker şoförünün gel işaretini görünce dünyalar onun olmuştu. Sonsuz bir sevinç içinde gelip, kapıyı açtı, atladı arabaya. Dişlerinin çatırdamasına engel olmaya çalışarak selam verdi. Tanker şoförü;
–Aleyküm Selam. Bu ne hal baba, nerdeyse donacakmışsın?
Dışarının soğuğundan içerideki sıcağa girince, titremesi daha da arttı. Vücudu, içerideki ısıya alışabilmek için büzüldükçe büzüldü. Dişlerinin çatırdaması ritmik bir tempoya dönüşmüştü. Bu hal üzereyken yine de sorulan soruya cevap vermeyi kendisine görev bildi.
–Sorma be kardeş, epey bir zamandır buradayım kimse durmadı. Allah senden razı olsun, beni donmaktan kurtardın, diyebildi kekeleyerek de olsa.
Şoför, adamın durumuna acımıştı.
–Gömleğini, atletini çıkart, arkanda kazak var, onu giy. Çıkarttıklarını arkadaki askıya as, orada tez elden kurur.
Müdür, hiç itiraz etmeden denileni yaptı. Sıcacık kazağı giyince vücudu huzura kavuşmuştu. Şoför, yanındaki çay setinden hemen bir neskafe hazırlayıp dumanı tepesinde tüter vaziyette konuğuna ikram etti. Bir süre konuşmadan gittiler. Şoför, gözaltından adamın durumunu izliyordu. Titremesinin geçip, kendine geldiğini görünce dağ başı hikâyesini öğrenmek amacıyla;
–Anlat bakalım baba, bu vaziyette, gecenin bi yarısında bu dağ başında, ne iş?
Müdür, mevzuyu anlatıp anlatmama arasında kararsızdı. Şoförün ikram ettiği, ikinci sıcak neskafeyi içme bahanesiyle soruyu geçiştirmeye çalıştı.
Yol arkadaşı olur diye aldığı adamın konuşmaması, şoförün canını sıkmıştı. Bu sefer daha sert bir ses tonuyla:
– Kimsin, nereden gelir nereye gidersin, anlatmayacak mısın?
Müdür, kendisini donmaktan kurtaran adama karşı minnet borçlu olduğunu düşündü.
– Ben Artvin Orman Bölge Müdürüyüm, dedi yavaşça.
Bölge müdürü sözü üzerine inanmaz bir gözle yanındakine bakan şoför,
– He baba, dedi.
–Şoförümle birlikte Samsun’a gidiyordum. Ben arkada biraz kestirirken şoför su dökmeye indi. O indikten sonra; “Hazır araba durmuşken ben de bir ihtiyaç gidereyim ,” dedim. Onun arkasından ben de indim. Şoför, karanlıkta benim indiğimi görmemişti. Arabanın içine de bakmamış olacak ki, basıp gitti.
Şoför, bu hikâyeye de pek inanmamıştı.
– He baba.
– Arkadan bağırıp, ıslık çaldıysam da duyuramadım.
– He baba.
– Bari otostop yapayım dedim. Gecenin karanlığında, bu dağ başında kim durur. Gelen, geçip gitti. Allah senden razı olsun, Hızır gibi yetiştin. Yoksa donacaktım. Ceketim, telefonum da arabada kaldı. Şu anda nerde olduğumu bile bilmiyorum.
Anlatılanları hikâye olarak dinleyen şoför,
– He baba, devam et sen.
Müdür, şoförün her söylediği söze “He baba” demesine içerlemiş, iyiden iyiye canı sıkılmıştı. Gece gündüz, gün güneşli olsa, arabadan inip yürürdü, ama şu anda eli mahkûmdu.
* * *
İdris, Samsun Orman Bölge Müdürlüğüne geldi. Aracı park yerine park etti. “Belki geçen bir araca binmiş gelmiştir,” umuduyla müdür Murat Bey’in odasını tıklattı. İçeriden gel sesiyle kapıyı araladı. Heyecandan kalbi küt küt atıyordu. Müdür İdris’i karşısında görünce:
–Geldiniz mi? Hami Bey nerede? dedi meraklı bakışlarla.
Anlamıştı ki müdürü gelmemişti. Belki bir şaka yapıyorlar umuduyla:
–Müdür Bey gelmedu mi? dedi ümitsiz, soğuk bir sesle.
Bu kez telaşlanma sırası Murat Bey’deydi.
– Gelmedi mi demek, ne demek? Siz beraber gelmiyor muydunuz?
İdris’in yüreğindeki korku tüm bedenini sarmıştı.
– Beraber geliyduk, fakat şey oldi.
– Ne oldu?
İdris, müdürünün belki bir yerlerden çıkar ümidiyle etrafa bakınıp duruyordu.
– Müdür bey gerçekten burada yok mi dur?
Bu soru üzerine Murat Bey’in suratı asıldı, gözleri bulutlandı.
–İdris, sen benimle eğleniyor musun? Siz arabayla beraber gelmiyor muydunuz? Diyerek Soruya soruyla karşılık verdi.
Bu tepkiden sonra iyice anlamıştı ki, müdürü gelmemişti. Şoför, olayı başından sonuna kadar Murat Bey’e anlattı. Murat Bey, dinlediği hikâyeye gülmek istedi ama gülemedi de. İdris nerdeyse ağlamak üzereydi.
–Ben bittim, mahvoldum, Murat Bey. Ha böyle eşek kafali bir adami kim affeder? Müdür bey, kesin kes beni kovar. En iyisi o beni kovmadan ben kendum cideyum, dedi. Arabanın anahtarını cebinden çıkarıp masanın üzerine koydu. Siz ha bu anahtaru müdür beye verursunuz, ben bir otobüse biner, memlekete ciderum, Allaha ismarladuk müdür bey dedi. Ağlamaklı oldu. Dönüp giderken, Murat Bey arkasından seslendi.
– Dur hele, yelkenleri hemen suya indirme. Biraz daha bekleyelim. Bıraktığın yerde olamadığına göre, mutlaka bir araca binmiştir. Nasıl olsa gelir, hele sağ salim bir gelsin. Sonrası kolay. Sen git çay ocağında çay iç, gitme fikrini de aklından sil, at, dedi
İdris, Murat Bey’in sözü üzerine üzüntülü bir vaziyette kapıdan çıkıp çay ocağının yolunu tuttu. Çay mı içiyordu, yoksa zehir mi? O da bilmiyordu.
* * *
Hami Bey, şoförden bir saat kadar sonra müdürlüğe geldi. Arabasını park yerinde görünce yatışmış olan sinirleri birden bire ayağa kalktı. Bir hışımla gelip, müdür Murat Bey’in odasına daldı. Selam sabah dahi vermeden;
– Nerede o hayvan? diye bağırdı.
Murat, Hami’nin durumunu hiç beğenmemişti. Havayı yumuşatmak için yerinden kalktı, gülümseyerek:
– Kardeşim, bu ne hiddet, bu ne celal? Önce bi selam ver, seni kucaklamama izin ver, dedi. Hoş gelmişsin, safalar getirmişsin, diyerek kucakladı.
Hami, bu karşılamaya kayıtsız kalamadı. Yarım yamalak da olsa mukabelede bulundu. Murat, dostunun kolundan tutarak;
– Geç şöyle bi otur, kendine gel. Sonra esip gürlersin.
Hami, gösterilen yere oturdu, fakat sinirleri yatışacak gibi değildi.
– Nerede o hayvan? Çağır, çabuk gelsin buraya.
–Gelir, acele etme. Hele bir sakinleş. Senin karnın açtır, çorbacıya, istersen kebapçıya gidelim. Karnımızı bir güzel doyurup, üstüne birer de kahve içelim. Meseleyi bilahare konuşur, hallederiz.
– Çorba falan istemiyorum. Çayla bir simit getirsinler yeter.
– İstediğin çay simit olsun da, çay simitle olmaz. Bizim bu yakında çok nefis işkembe yapan bir yer var. Eminim ki, şimdiye kadar böyle bir işkembe çorbası içmemişsindir. Hadi kalk gidelim, şöyle birer kâse çorba içelim. Eminim, sen iki kâse içersin.
Hami, bir an önce şoförün işini bitirmek istediği için acele ediyordu.
–Şu an işkembe içecek havada değilim. Çay, simit yeter bana.
--Sen bilirsin dostum. Benden vebal kalktı. Teklif var, ısrar yok.
Bu sözün arkasından Murat Bey, odacısını çağırıp, siparişleri verdi. Çıkarken de ona bir göz etti. Bu işaret şoför İdris için “ İşler yolunda” işaretiydi. Çaylar ve simitler anında geldi. Hami Bey, sıcak çayından bir yudum aldıktan sonra; “ Oh be!” diyerek simidinden ısırdı. Acıkmış olduğunu yeni anlamıştı. Simit bitmeden;
–Sen bir çayla bir simit daha söyle.
–Hamiciğim, simitle karın doyurulmaz, inatlaşma da çorbacıya gidelim, karnını bir güzel doyur. Senin bahanene ben de bir çorba içmiş olurum.
–Simit iyi geldi, boş ver çorbayı.
Murat Bey zile bastı. Odacı içeri damladı.
– Oğlum iki çayla bir simit daha getir.
Simit ve çay ziyafetinden sonra, sanki aynı düğmeye basılıp çalışmaya başlayan makine gibi, Hami Bey kaldığı yerden devam etti.
– Nerede o hayvan? Çağır gelsin.
–Ya dostum, çocuk zaten yeterince korkmuş, ödü şeyine karışmış. Bırak şu çocuğu da, olay nasıl oldu, buraya nasıl geldin, yolculuğun nasıl geçti? Onu anlat.
–Nasıl bırakırım, böyle hata yapan aptal birisini. Hadi arabaya binerken görmedin, fark etmedin, onu anladık. O kadar yolu gelene kadar hiç mi dikiz aynasından arkaya bakmaz şoför olan birisi? Demek ki arkada kalp krizi geçirsem ölsem, adamın haberi olmayacak. Bu aptaldan da öte salak. Böyle bir salak birisiyle benim işim olmaz.
Murat Bey, gülmesine engel olmaya çalışarak:
– Bakmış, bakmış ama gece karanlık, yağmurlu olduğu için seni arkada görememiş. Mola verdiğiniz yerdeki gibi uyuyor diye düşünmüş. Giresun’a gelince şehrin ışıklarıyla birlikte arkaya bakınca fark etmiş, senin koltukta olmadığını. Arabadan inip koltukların arasına bile bakmış. Seni göremeyince şok olmuş. Çocuk, telaş içerisinde geri dönmüş, geceki olay yerine kadar gitmiş. Seni aramış, ama bulamamış.
Bu açıklamadan sonra Hami Bey’in tavrında ve ses tonunda belirgin bir değişiklik oldu.
–Öyle mi söylüyor, geri zekâlı.
–Yalan söyler gibi bir hali yoktu.
–Yahu ben orada iki, belki de üç saat bekledim. Neredeyse donacaktım, diyerek yaptığının affedilmez bir hata olduğunu belirtmek istedi.
–Demek ki, o, olay mahalline gelmeden sen birkaç dakika öncesinde olay mahallini terk etmişsin.
Hami, dostunu olayı hafife almasına içerlemişti.
–Ya bırak Allah’ını seversen savcı gibi tutanak tutmayı.
–Öyle deme, ortada bir mesele var, bu meseleyi bir sonuca bağlamamız şart.
–Tamam, anladık.
–O, olanları böyle anlattı, bir de sen anlat, hadise nasıl vukuu buldu? Meseleyi birlikte analiz edip, ondan sonra hüküm verelim. Yargısız infaz yapıp, tarihi bir hata yapmayalım.
Hami, Murat’ın meseleyi sulandırıp eğlenceye dönüştürmek istediğini anladığı için:
–Nesini anlatayım, anlatmış işte.
Murat, gülmemek için kendisini zor tutuyordu.
–Bir de sen anlat, bakalım ne farklılık var.
Hami, Murat’ın eline malzeme vermemek için;
–İkinci baskı yapmanın bir anlamı yok, üç aşağı beş yukarı öyle, deyip geçiştirdi.
Murat, dostunun inatçı tutumunu bildiği için daha fazla ısrar etmedi.
–Pekiyi öyle olsun. Yolculuğun nasıl geçti, buraya kadar neyle nasıl geldin? Bari onu anlat.
–Ceketim, cüzdanım, telefonum, hatta kimliğim arabada idi. Nerede olduğumu, gecenin kaçı olduğunu dahi bilmiyorum. Belki fark eder döner diye bir süre bekledim, ama boşuna. Umudum kalmayınca otostop yapmaya karar verdim. Gelen araçlara el kaldırıyordum, fakat kimse durmuyordu. Ne yalan söyleyeyim, gecenin bi yarısı dağ başında, benim vaziyetimde bir adamı görsem, ben de durmazdım. Hırlı mı, hırsız mı, terörist mi, kaçakçı mı, tımarhane kaçkını mı? der, geçip giderdim. Gelip geçenler de benim gibi düşünmüş olsalar ki, bırak durmayı benden tarafa bile bakmadılar. Şimdi düşünüyorum da birisi polise, jandarmaya: “Falan yerde bu eşkâlde bir adam var.” diye ihbar etse. Polisler beni alıp terörist diye yakalayıp içeri atsa, ben kendimi anlatana kadar… Gerisini söylemek bile istemedi. Yağmur çiselemeye başladı. Yağmurla birlikte hava da soğudu. Sırtımda beyaz bir gömlek, boynumda kravat. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ümidim ve gücüm tükenme noktasına gelmişti. O vaziyette beklerken, bir tanker gelip tam hizamda duruverdi. O kadar gelip geçen araçtan sonra tankerin benim için durduğuna inanamamıştım. Titreyerek, umutsuzca arabaya bakıyordum. Şoför, eliyle gel işareti yapınca dünyalar benim oldu. Soğuk ve yağmur iliklerime kadar işlemişti. Allah ondan razı olsun, gömleğimi, atletimi çıkartırdı, arkada balıkçı kazağı varmış, onu verdi. İçerinin sıcaklığından sonra, kazağı da giyince biraz rahatladım.
–Kul bunalmayınca Hızır yetişmezmiş, derler.
–Aynen öyle oldu. Tankerin kabini sıcak ve konforluydu. Çay, kahve, süt ne arasan var. Bizim makam arabalarında öyle bir konfor yok. Üst üste iki neskafe içtikten sonra ısınıp kendime geldim. Adam yanına yol arkadaşı arıyormuş, onun için durmuş. Kendimi takdim ettim. Orman Bölge müdürü olduğumu söyleyince adam bana doğru dönüp uzun süre yüzüme baktıktan sonra; “He baba,” dedi. Eminim, içinden :“Sen bölge müdürüysen ben de genel müdürüm,” demiştir. Ondan sonra her ne sordu söylediysem, he baba ile geçiştirdi. Buraya kadar “he baba “ile geldik. Şehre girince; “Yanımda para yok, beni müdürlüğe bırak, oraya varınca borcumu öderim,” dedim. Adam beni müdürlüğe yakıştıramadığı için olsa gerek; “ Koca tankerle oralara giremem, al şu yirmiliği, bir taksiye atlar gidersin,” dedi. Parayı elime tutuşturdu. Borcumu ödemek için adamdan banka hesap numarası, adres istedim. Ona da; “He baba,” dedi. Korna çalıp, basıp gitti.
– Çok maceralı bir gece geçirmişsin. Yine de sağ salim gelebildiğin için yaratana şükretmelisin. Bu konuyla ilgili okuduğum yaşanmış bir hikâyede, bir iş adamının burs verdiği öğrenciye yazmış olduğu mektupta: “Biz insan olarak bazen istediklerimizi, çoğu zaman da mecbur kaldıklarımızı yaşarız,” diye yazmış. Bu cümle beni çok etkilemişti, hiç unutmuyorum. Sen Artvin’den emrine amade bir araba, bir şoförle birlikte yola çıkmıştın. Buraya kadar olanı tamamen senin isteğin dâhilindeydi. Bir sebep neticesi olarak Trabzon yakınlarında yolculuğun seyri senin kontrolünden çıktı. O andan itibaren mecbur kaldığın bir hayatı yaşamak zorunda kaldın. Doğru mu?
–Doğru, dedi Hami, gayri ihtiyari olarak.
–Allah göstermesin, aynı yerde daha başka bir olay, hatta büyük bir kaza da olabilir, şu an burada olmayabilirdin, değil mi?
Hami Bey, böyle bir ihtimali hiç düşünmemişti.
–Evet, olabilirdi.
–Demek ki yaşanılan bu olayda ikinizin de bir kusuru, bir kabahati yok. Hiç kimse demesin ki, “Ben gittim, ben geldim, bunu ben yaptım.” Her şey kâinat sahibinin çizdiği kader çizgisi üzerinde O’nun izniyle zuhur ediyor. Kâinatın sahibi sizi basit bir imtihana tabi tutmuş. Her şey yolunda giderken halinden memnun olanlar, bir güçlük karşısında bakalım ne yapıyorlar? İsyandalar mı, yoksa Hz. Yusuf gibi sabredenlerden mi? İsyan edenler hep helak olmuşlar. Sabredenler, Allah’tan ümit kesmeyenler, O’na sığınanlar selamete ermişlerdir. Sen Allah’ın sevdiği bir kulmuşsun. Allah seni sevdiği için, senin yardımına iyi niyetli, tertemiz bir adam göndermiş, onun vesilesiyle sağ salim buraya gelmişsin. Bundan dolayı yaratana şükretmelisin. O tanker şoförünün yerine, katil ruhlu bir adam da gönderir başına olmadık işler gelebilirdi.
Hami, bu olasılıkları da hiç aklına getirmemişti. Kadere kısmete pek inanmaz, dinin vecibelerini öğrenmek, yerine getirmek için özel bir çaba sarf etmezdi. Ara sıra cumalara gider, ramazanda oruç tutardı o kadar.
“Demek ki, Allah beni gerçekten seviyormuş. Eğer sevmeseydi, Murat’ın dediği gibi eli kanlı bir katille karşılaştırırdı. Belki o tanker şoförü de durmaz, soğuktan ya donar, ya da zatürree olurdum,” dedi. Bunları düşünürken gözleri Murat’ın yüzünde asılı kalmıştı.
Murat, Hami’nin daldığını, çok uzaklara gittiğini fark etmişti.
–Hamiciğim, sen hala geceki kaldığın yerdesin herhalde?
Hami, dostunun uyarısıyla kendine geldi.
–Evet. Anlattıklarının ne kadar doğru olduğunu şimdi anladım. “Her şerde bir hayır vardır” sözünün ne kadar doğru olduğunu da anlamış oldum. Bundan sonra ki hayatım daha farklı olacak, dedi. Gözlerinin içi parladı.
–Bu tür olaylar, mümin insanlara yaptıkları basit hatalardan dolayı Allah (c.c ) tarafından atılan şefkat tokatlarıdır. Bize düşen görev, yaşadığımız olaylardan dersler çıkarıp, kalan ömrümüzü yaratanın isteği doğrultusunda yaşamaya çalışmak olmalı.
Hami, biraz düşündükten sonra:
–Haklısın, dedi.
Murat, arkadaşının konuşmasından, hal ve hareketlerinden iyice yumuşadığı kanaatine varmıştı.
–Ee öyleyse İdris’i affetmişsindir herhalde.
Hami’nin bu açıklamalardan sonra başka seçeneği de kalmamıştı. Biraz nazlanarak da olsa:
–Senin hatırına affediyorum, çağır da gelsin, dedi.
Murat, butona bastı, odacı içeri girdi.
–İdris’i çağır, gelsin müdürünün elini öpsün.
Bu habere odacı da sevinmişti. Kapıdan çıkarken;
–Yaşasın, oley! diye bir sevinç narası attı.
İdris, aldığı habere rağmen yine de boynu bükük bir vaziyette gelip içeri girdi. Doğruca gidip önce müdürünün, sonra da Murat Bey’in elini öptü. Hiçbir şey demeden kapının yanına varıp el pençe divan durdu.
Hami, bir süre sessizlikten sonra;
–İdris Efendi, seni bir şartla affederim. Yaşadığımız olayın hikâyesi burada kalacak, başka yerlere taşınmayacak, başkalarına anlatılmayacak, tamam mı?
Bu söz üzerine İdris’in gözlerinin içi gülmeye başladı.
–Tamamdir müdürüm. Anlatma diyorsan kimseye anlatmam.
–Tamam dersin, ama senin ağzın gevşektir, duramaz, sağda solda anlatırsın.
–Yok müdürüm, benden sir çikmaz.
–Bak Murat Bey’in yanında söylüyorum. Diline sahip olamazsan, bedelini çok ağır ödersin. Seni Murat Bey’in hatırına affediyorum. Murat Bey olmasa sen şu anda karşımda olamazdın. Ona göre aklını başına al, sağda solda zevzeklik yapıp, işinden olma.
–Söz müdürüm, yemin ederum, ha bu olaydan hiç kimseye söz etmeyeceğum.
Hami Bey, İdris’in ağzında bakla ıslanmadığını bildiği için, içinden; “İnşallah öyle olur,” dedi.
–Bak Murat Bey’in yanında yemin ettin, söz verdin. Yemin ve sözün üzerine seni affediyorum. Hadi bize iki çay al, getir.
* * *
Ertesi gün, sabah erkenden İdris idaresindeki makam arabasıyla iki müdür Antalya’daki seminere katılmak için yola çıktılar. Antalya’ya vardıklarında İdris, daha önceden tanıdığı ve hemşerisi olan müsteşarın şoförünü görünce ağzı kulaklarına varmıştı. Ertesi gün, müdürler için tanışma ve çevreyi tanıma günüydü. Herkes guruplar halinde gezerlerken idris de müsteşarın şoförüyle geziyor, eski günleri yâd ediyorlardı. İdris’in akşamdan beri karnı şişmişti. Müdüre söz vermiş, üstelik yemin de etmişti ti, ama duracak gibi değildi.
–Selçuk, dedi. Sana bir şey anlatacağum ama kimseye anlatmayacağuna dair bana söz ver.
–Aşk olsun be İdris, beni tanımıyormuşsun gibi konuşuyorsun. Anlatma dersen, anlatmam.
–Bak aramızda kalsun. Sana anlatacağum ha bu olay bi duyulursa benum sonum olur. Gözunu seveyum.
–Madem senin için bu kadar önemli, söz veriyorum, hem de erkek sözü. Kimselere anlatmayacağım, aramızda sır olarak kalacak.
İdris, “erkek sözü” vaadine güvenerek Artvin – Samsun arası olan olayı arkadaşına anlattı. Selçuk, hikâyeyi dinledikten sonra gülmekten kendini yerlere atıyordu. Selçuk’un bu kadar gülmesi İdris’in hiç hoşuna gitmemişti. Anlattığına bin pişman oldu.
–Bak söz verdun, kimseye anlatmayacaksun.
Selçuk, hala gülüyordu. Gülmekten yaşaran gözyaşlarını silerek:
–Merak etme, anlatmam, sır dedik ya, dedi.
İdris, bu söz üzerine biraz rahatlamıştı, ama arkadaşının olaya bu kadar gülmesinden dolayı da içine bir kurt düşmüştü.
“Keşke anlatmasaydum,” dedi içinden.
Seminerin daha ilk günü, istiklal marşı ve saygı duruşundan sonra, müsteşar kürsüye geldi. Herkesi selamlayıp, hoş geldin dedikten sonra;
Arkadaşlar, seminer çalışmasına başlamadan önce Artvin Bölge Müdürümüze öncelikle bir geçmiş olsun diyelim, dedi. Gülerek kürsüden indi. Bu açıklama üzerine salondaki bütün gözler Artvin Bölge Müdürünün üzerine dönmüştü.
S O N
YORUMLAR
Çok akıcı,gözlem gücü yüksek bir yazı olmuş.Muhtelemen yaşadığınız bir olay olmalı ki son derece etkileyici,içten bir dille yazmışsınız.Çok canlı bir anlatımınız var,sanki olayların içinde yaşıyormuş gibi hissediyor insan.Yurdum insanının içtenliğin de gözler önübe sermişsiniz.Ahmet Yesevi''Dostım diye inanıp sır söyleme sakın/Sırrınn sende bile durmazsa başkasında nasıl dursun ''demiş 13.yy'da.Dile hakim olmak ve sözünde durmanın önemini ustaca,mizahi bir yaklaşımla vurgulamışsınız.
Salim Demir
DENİZCANDAN
tebrikler efendim...bu kez kesin idris işten atılır artık......beni glümsettiniz...YÜCE ALLAH TA sizi güldürsün......yazılarınızı severek okuyorum....kutlarım......selam lar...