4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1042
Okunma
Enrico Fermi 1942’de Şikago Üniversitesi’nin spor sahasında kurmuş olduğu küçük bir reaktörde, zincirleme çekirdek reaksiyonlarının denetimini başarması, çıkarları için yaşayan ve onları korumak için her şeyi yapmaktan çekinmeyen insanoğlunu yeni ancak dönülmez bir yolun başlangıcına sürüklüyordu. Gerçi Fermi elektrik enerjisi üreten reaktörleri gündeme getirmişti ama bu sürüklenme, ilk adımda 6 Ağustos 1945’de Hiroşima’ya atılan atom bombasına dönüşmüştü. O gün orada ve daha sonra yaşananları hepimiz biliyoruz. Fermi, Hiroşima facianın etkisini nasıl atlattı bilmiyorum ama ne yazık ki trajedinin faturası bilim ve teknolojiye kesilmişti.
Bilim temel anlamda doğayı anlama gayretidir. Muhtemelen, bitkiler ne zaman gelişir, yağmur ne zaman yağar gibi ilk insanların günlük hayatlarında gözlemledikleri bir takım olayları pratikte uygulanabilir halde bir araya getirdikleri zaman gelişmeye başlamıştır. Günümüzde insan merkezli medeniyetimizde, insanoğlunun bütün gereksinimlerine hizmet edecek bir formata sahip olmuş gibi gözükmektedir. Bilimin getirilerini doyasıya yaşayan bizler için bilim, daha iyi koşullarda yaşamanın sağlayıcısı ve başlangıç noktasını oluşturmaktadır.
Oysa bilimin gelişmesine bir bakarsak; ulaşılan bu günkü pırıltılı yola çıkan diğer yolların kan, üzüntü, sabır, metanet, cefa yüklü olduğunu görebiliriz. Anadolu insanının bilimle tanışması ve bu baz da adımlar atması, gerçek anlamda Cumhuriyet ile başlamıştır. Türk insanının bilimle tanışması çağdaş ve donanımlı büyük öngörülü önderimizin büyük çabalarının bir sonucu olarak gerçekleştiğinden, geçişler daha kolay ve anlamlı olmuştur. Tabiî ki bu hızlı geçişte sıkıntılar yaşanmıştır. Ama yaşanılan komik olaylar da yıllardır tebessüm içerisinde anlatılmaktadır. Bunlardan birinde Akşehir’e ilk tren seferi sonunda köylülerin tren acıkmıştır diye ot, saman ve su getirdiklerini anlatırdı büyüklerimiz. Oysa eski Yunan uygarlığında çok büyük bir sıçrama yapmış bilimsel ve kültürel gelişmeler, ortaçağın bağnaz karanlığında durgunluk safhasına, neredeyse geriye yöneltilmişti. Galile’yi ve yaşadıklarını çoğumuz biliyoruz. Oysa bilimsel bakışından geri adım atmayan ve bunu yaşamıyla ödeyen birçok biliminsanının aziz hatıraları tarihteki anlamlı yerini almıştır.
Bunlardan biri de Antoine Laurent Lavoisier (1743-1794)’dir. Bu gün bile öğretileri ders kitaplarında okutulan, kimya biliminin dehası Lavoisier’in asıl eğitimi hukuktu ve Paris Barosu’na kayıtlı avukattı. Ancak bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları ile ünü bütün dünyaya yayılmıştı. Kimya bilimini reddeden bilim dışı insanların kafasını gösterip "Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz" dediği için tutuklandı. Aynı gün yargılanıp ölüme mahkum edildi. Bastille’de ölümü beklerken arkadaşı matematikçi Lagrange’i hücresine çağırdı. "Ben ölüyorum, ancak ölümle ilgili merak ettiğim bir konu var, lütfen bana yardımcı ol. Kafam kesilip giyotinden sepete düştüğünde gözlerime bak; eğer gözlerimi iki kere kırpıyorsam bil ki, insanın kafası kesildikten sonra bile bir süre daha beyninin düşünmekte olduğunu anlarız."
Ertesi gün giyotine giden Lavoisier’nin kafası kesildikten sonra sepete düştü ve Legrange hayretler içinde Lavoisier’nin gülerek iki kere göz kırptığına şahit oldu. Daha sonra anılarında Lagrange diyordu ki;
"Lavoisier’nin son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meselesidir.
Ama o bilim dışı kesimler kokuşmuşluklarıyla asırlarca karanlıkta sürünecekler...