8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1962
Okunma

Yakılmak ne güzel bir sondur! Şehir surlarının bittiği, evlerin önce seyrekleşip sonra görünmez olduğu bir alanda size odunlardan bir taht kurarlar. Bir kat da yetmez, ikinci bir odun sırası, onu da üçüncüsü takip eder. Hani uğraşsalar ölünüzü kendiliklerinden göğe çıkaracaklardır ama ne yazık ki ölüler ülkesi Hades yerin altındadır. Taht hazırlanıp, odunların üzerine yağ ve reçine dökülüp, cesediniz de üzerine yatırıldığında dört genç, ellerinde birer meşale, dört bir yandan yaklaşır, odun yığınını aynı anda ateşe verir.
Alevlere bakan insan dalar gider. Cenaze ateşine bakanlar ise ölüye eşlik edercesine ruhlarının bedenlerini terkettiğini görürler. Alevler yavaş yavaş odunları yer, kılıçların kesmediği, kargıların saplanmadığı, savaşçıların değişmez lideri Eruthros’u kemirmeye başlar. Eruthros’un bu dünyadan üzgün ayrıldığı söylenir. Savaş alanı yerine döşeğinde ölmesi bir savaşçıya yakışmazmış. Ee Eruthros, kılıçlar kesmezken iyiydi...
Mezarlık ise korlaşmaya başlayan odun yığınına uzak değilse de tören bittiğinde yürüyüş yaptıracak mesafedeydi. Soylu bir aileden gelen Mikenli’nin yeri atalarının mezar-evinde hazırlanmıştı. Ev taşlardan oluşan, dairesel, fazla süslemesi olmayan basit bir yapıydı. Ölülerin külleri bakır bir kaba konup, evin tabanında kazılan çukura gömülecekti. Bunun yanısıra ötekinden derin ve büyük ikinci bir çukur daha açılmıştı. Bu Eruthros’un kocasına eşlik etmek için intihar etmesi beklenen eşine aitti. Ama ölüm döşeğindeyken, savaşçı eşinin kendini feda etmesini istemediğini belirttiğinden kadın şimdi cenaze alayı ile birlikte yürüyordu. Çukuru kapatacaklar mıydı, yoksa eşinin ölümüne kadar açık mı kalacaktı, belli değildi. Kesin olan tören sonrası verilen ziyafetteki yemekler kadına daha bir tatlı gelecekti.
Alaydan biri yanıma yaklaşıp “Şölene davetlisin Aiguptios. Sen ve konuğunun masamızda yeri var.”
Aiguptios... Yabancı, hele de esmer tenli bir yabancı olmamın bana kazandırdığı isimdi. Onlara ters düşmemek için bu adla çağrılmayı kabullenmiş, böylece de kendi ismine sahip çıkamayan, hafiften hor görülen biri olmuştum. Fazla aldırmıyordum. Aralarında olmak, onların dünyasını paylaşmak her şeye değerdi. Şimdilik...
Eruthros gömüldü. Onunla birlikte eşi gitmedi ama çok değer verdiği iki demir kılıcı ve dört savaş atı da kendisine eşlik etti. Küllerine gömülmesi bir çok kişiyi rahatlattı: Ne de olsa Eruthros huzursuzca Hades’e giden bir savaşçıydı, külleri ortalıkta dolaştığı sürece hayaletinin gelip yaşayanları rahatsız etme olasılığı vardı.
“Hayalet güzel bir değişiklik olurdu.” diye aklımdan geçirdim, “Hamletvari bir atmosfer yaratırdı.”
Ben, eğer geri gelseydi, Eruthros’un ruhunun yaşayanlara ne söyleyeceğini hayal ederken tören bitti; cenaze alayı ilahiyi andıran şarkılar eşliğinde şehre geri döndü.
Şölen doğu tarafındaki surların dışında, denize giden yolun başında hazırlanmıştı. Benim yerim kenarda kalan bir masadaydı. Ortada, göz önünde olmamak hoşuma gitmişti. Birden fazla sefer bu dövüşmeye meraklı asilzadelerin sarhoşken neler yaptıklarına tanık olmuştum. Arkası, koruyucusu olmayan bir yabancının onların arasında kalması akıllıca olmazdı.
Derken ikinci bir yabancı, Gosh, karşıma oturdu. Gosh benim, yani misafirin misafiriydi. Statüsü bu kadar düşükken ziyafete kabulü de bana verimiş büyük bir onurdu. Ama o bunun farkında değil gibiydi. Hizmet eden kölelerden birini çağırıp kadehine şarap doldurttu, ilk yudumdan sonra da yüzünü ekşitti.
“Bu ne? Bu daha olmamış.”
“Yıllardırılmış Cabarnet arıyorsan yanlış yerdesin.” dedim. “Adamlar daha fıçıyı icat etmedi. Neyse, alışırsın. Serttir, bu sayede kafayı çabuk bulursun. Sonra da üç gündür yıkanmamış, bacakları hiç traş edilmemiş köle kızları çekici gelmeye başlar.”
“Bir şey yapmıyorsun onlarla, değil mi?”
Kuralları çiğneme olasılığım onu telaşlandırmıştı.
“Sence?”
Bakışlarımı görünce rahatladı.
“Kadınlar yüzünden mi tayinini istiyorsun?”
Cevap vermedim. Niyetim Gosh’un burada bir süre benimle kalması, bu Miken kentindeki hayatın tekdüzeliğini kendisinin farketmesiydi. Böylece ben şikayet etmeden o kendi isteğiyle yerimin ve zamanımın değiştirilmesini tavsiye edecekti.
“Sıkıntın nedir, anlamıyorum.” dedi. “Burada gayet güzel, pastoral bir hayatın var. Ekmek elden, su kelime anlamıyla gölden. Bu arada bu ekmek bir felaket.”
Koordinatörlükten önce Gosh’un 14. Louis dönemi Versailles’ında çalışmalar yaptığını biliyordum. Ondan önce de yine Fransa’da, La Belle Epoque döneminde... Beyefendi ister istemez bulunduğu ortamlardan etkilenmiş, rafine diyebileceğimiz zevkler geliştirmişti. Şimdi benim Attika’daki hayatımı kağıt üzerinde takdir ediyor ama her adımda da onu beğenmiyordu.
“Buraya geldiğinden beri hoşuna giden bir şey oldu mu?” diye sordum.
Düşünmeden ağzını açtı; biraz düşününce de ses çıkarmadan kapadı.
“Özetlemek gerekirse,” dedim, “buradan bunaldım. İki yıl boyunca antropolojik gözlem yapacağım kadar yaptım, dört beş makalelik materyel topladım. Yetmedi, saatlerce sözel tarih arşivi yarattım. Ama buraya kadar! Artık başka bir zamana, mümkünse beşinci yüzyıl Atina’sına gitmek istiyorum.”
“Orada çalışan bir sürü adam var; seni nereye sokuşturacağız?”
Cevap vermedim. Ama emindim ki bir hafta sonra Gosh cevabı kendiğinden bulacaktı. 10. yüzyıl Attika’sı ölesiye sıkıcıydı.