7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
980
Okunma
Herkes Sovyetlere vardığında ne söylediğinden bahseder de, kimse anmaz Nazım’ın Köstence’de karaya çıktığında dönüp geriye bakıp bakmadığını. Bilenler olabilir ama ben bilmiyorum. Bilmediğim için de ben şu anda Hios’a bakarken onunla aynı şeyleri hissettiğimi söyleyemiyorum.
Döndüm. Okyanusları, kıtaları aşıp geldim. Havaalanında editörüm Suna beni karşıladı. Gazetecilerin bol sıfırlı bir anlaşmaya imza atan topçunun peşinde olmasından yararlanıp, aralarından sıyrılıp geçtim. Kimse görmeden, bavulumu çeke çeke arabaya gittim.
Havaalanından Boğaz’a doğru giderken Megaralı Byzas’ın şehrini yanlış yere kurduğunu düşündüm. Hala bu şehre övgüler düzenler olması burasının körler ülkesi olduğunun kanıtıydı. Gerçek şehir ise hala karşıda bir yerde kurulmayı bekliyordu. Burada körlerin arasında, kendimi şaşı gibi hissettiğimden fazla kalamadım, tekrar yollara düştüm.
Şair yanlış söylemiş, “Akdeniz’i görünce sakın bağırma” demeliymiş, çünkü ben bağırdım. Bu da arabayı kullanan Suna’yı panikletti, yan şeride doğru bir S çizdirdi. Yalpalamamız bittiğinde bana arabayı kullanmak isteyip istemediğimi dördüncü kere sordu; dördüncü kere de reddedildi. Akdeniz bir süre bize eşlik etti, sonra otoyolun aramıza soktuğu tepelerin ardında kayboldu.
Araba durduğunda deniz yeniden karşımızdaydı, hediyesi Hios ile beraber. "Şimdi oraya sakız rakısı içmeye gideceksin" diye ağzı salyalanan bir aç kurttan çok evlendiği adamın kollarında giden eski sevgiliye bakar gibi baktım adaya. Ben gülümsedim, ada sırtını döndü. Sırtındaki beni tanıdım, bir kötü oldum. Beraber güneşi batırdık, asla boşalmayacak izlenimi veren bir şarap kadehi eşliğinde. İşin acısı, yıldızları seyretmeyi daha çok sevdiğimi farkettim. Bir gün onlar üzerine de yazmalı.