0 yılının başlarında Avrupa'da kurulun "Cizvit" teşkilâtı ve bir misyoner cemiyeti, Hıristiyanlığı yaymak için tüm dünyaya misyoner papazlar gönderirler. Bu görevlendirilen papazlara da "Cizvit papazları" denilir. Bu görevli Cizvit papazlarından ikisi Çin'e giderler.
Çin'in Kanton şehrine gelen papazlar, Kanton vâlisinden Hıristiyan dini hakkında vaaz vermek için müsaade istediler. Vâli bunları ciddiye almadı ise de, Cizvit papazları her gün gelip onu rahatsız ettiklerinden, nihayet:
"Ben bu mesele için Çin imparatorundan izin almaya mecburum. Kendisine haber vereceğim." dedi ve meseleyi Çin imparatoruna bildirdi. Gelen cevapta, "Onları bana gönder. Ne istediklerini anlayayım." Deniliyordu. Vâli, Cizvit papazlarını Çin'in başkenti Pekin'e yolladı.
Olanların haberini almış olan Budist rahipler, fena hâlde telâşa düşerler. "Bu adamlar, Hıristiyanlık adı altında ortaya çıkan yeni bir dini, milletimize telkin etmeğe çalışıyorlar. Bunlar, kutsal Buda'yı tanımıyorlar, halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan kovun!" diye İmparatora müracaat ettiler. İmparator:
"Evvelâ ne söylediklerini bir anlayalım. Ondan sonra bu hususta kararımızı veririz." dedi.
Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından meydana gelen bir meclis düzenledi. Cizvit papazlarını da bu meclise davet etti:
"Yaymak istediğiniz dinin esasları nedir? Anlatın." dedi.
Bunun üzerine, Cizvit papazları şöyle dediler:
"Semayı ve arzı yaratan Allah birdir. Fakat aynı zamanda üçtür. Allah'ın biricik oğlu ve Ruhulkudüs de birer Allah'tırlar. Allah, Âdem ve Havva'yı yaratıp, cennete koydu. Onlara her türlü nimeti verdi. Yalnız bir ağaçtan yememelerini emretti. Her nasılsa şeytan, Havva'yı aldattı. Havva da Âdem'i yanıltarak, birlikte Allah'ın emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine Cenâb–ı Hak, onları cennetten çıkardı ve dünyaya gönderdi. Burada onların çocukları ve torunları doğdu. Fakat bütün bunlar, büyük babalarının işlediği günah ile kirlenmişlerdi. Hepsi günahkârdı.
Bu hâl, tam 6000 sene devam etti. Nihayet Cenâb–ı Hak, insanlara acıdı ve onların günahını affettirmek için kendi öz oğlunu onlara göndermekten ve bu biricik oğlunu, günah kefareti olarak kurban etmekten başka çare bulamadı. İşte, bizim inandığımız peygamber, Allah'ın oğlu olan o Rab İsâ'dır.
Arabistan'ın batısında Filistin denilen bir bölge ve orada Kudüs denilen bir şehir vardır. Kudüs'te, Celile denilen bir kasaba, Celile'nin de Nasıra isminde bir köyü vardır. İşte bu köyde bundan bin sene önce Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız, amcasının oğlu olan marangoz Yusuf ile nişanlanmış ise de, henüz evlilik gerçekleşmişti; bu yüzden bakire idi. Bir gün, tenhâ bir yerde bulunurken, Ruhulkudüs gelip, ona Allah'ın oğlunu ilkâ etti (koydu). Yani, kız bakire iken hâmile oldu. [Bundan sonra nişanlısı ile Kudüs'e giderlerken Beytüllahm'da] bir ahır içinde çocuğu dünyaya geldi. Allah'ın oğlunu ahırdaki yemliğin içine koydular. Doğuda bulunan rahipler, onun doğduğunu gökte birdenbire yeniden ortaya çıkan bir yıldızdan anlayarak, hediyelerle onu aramaya çıktılar ve nihayet bu ahırda buldular. Ona secde ettiler.
İsâ denilen Allah'ın oğlu, 33 yaşına kadar Allah'ın melekûtu üzerine vaaz etti: "Ben Allah'ın oğluyum. Bana inanın, sizi kurtarmağa geldim." dedi. Ölüleri diriltmek, âmâların gözlerini açmak, topalları yürütmek, cüzamlıları tedavi etmek, denizde fırtınaları durdurmak, iki balıkla on bin kişiyi doyurmak, suyu şarap yapmak, kışın meyve vermediği için bir incir ağacını bir işaret ile kurutmak gibi daha birçok mucizeler gösterdiyse de çok az insan ona iman etti, inandı.
Nihayet hain Yahudîler, onu Romalılara şikâyet ettiler ve haça gerilmesine sebep oldular. Lâkin İsâ, öldükten üç gün sonra haçta tekrar dirilerek, kendisine inananlara göründü. Bundan sonra semaya çıkıp, babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyanın bütün işlerini ona terk etti ve kendisi geri çekildi. İşte, bizim vaaz edeceğimiz dinin esası budur. Buna inananlar, öteki dünyada cennete, inanmayanlar ise cehenneme gideceklerdir."
Bu sözleri dinleyen Çin imparatoru, papazlara:
"Ben sizden bazı şeyleri sual edeceğim. Bunlara cevap verin." dedi ve şöyle sormaya başladı:
"İlk sualim şudur: Siz, Allah hem bir, hem de üçtür, diyorsunuz. Bu, iki iki daha beş eder gibi mânasız bir laftır. Bu işin aslını hana izâh edin!"
Papazlar cevap veremediler:
"Bu Allah'ın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez." dediler.
İmparator:
"İkinci sualim şudur: Yeri, göğü ve bütün âlemi yaratan, çok kudretli Allah, kullarından birinin işlediği günah için onun, bu işten haberi bile olmayan bütün sülâlesini nasıl günahkâr sayar? Kulların affı için nasıl olur da kendi öz oğlunu kurban etmekten başka çare bulamaz? Bu, O'nun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne dersiniz?" dedi.
Papazlar yine cevap veremediler:
"Bu da Allah'ın bir sırrıdır." dediler.
İmparator:
"Üçüncü sualim de şudur: İsâ, bir incir ağacından mevsimi olmaksızın meyve istemiş, ağaç meyve vermeyince onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir ağacın yapamayacağı bir şeydir. Böyle olduğu hâlde İsâ'nın buna kızıp ağacı kurutması, bir zulüm değil midir? Bir peygamber, zalim olur mu?"
Papazlar buna da cevap veremediler:
"Bu işler, manevî işlerdir. Allah'ın sırlarıdır. İnsanların akılları buna ermez." dediler.
Bunun üzerine Çin imparatoru:
"Ben size izin ve müsaade veriyorum. Gidin, Çin'in, istediğiniz yerinde vaaz verin." diyerek onlara müsaade etti.
Onlar, huzurdan çıktıktan sonra imparator mecliste bulunanlara dönüp:
"Ben Çin'de böyle saçmalıklara inanacak bir ahmak bulunacağını zannetmiyorum. Onun için bu adamların, bu hurafeleri vaaz etmelerinde hiçbir mahzur görmedim. Ben eminim ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyada ne ahmak kavimlerin bulunduğunu görecektir" dedi.