Bir Mevsim geldi geçti. Ak düşmüş, sırma saçlara. Kışları yağan. Tıpkı Kar, gibi.
Bir mevsim geldi geçti Toprak dan olduk. Bir mevsim geldi geçti. Tekrar,! ! .............. Toprağa,döner gibi.
13.Ağustos. 22008 _____şair 67____ ALİ CEMAL AĞIRMAN
Paylaş:
(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Bir mevsim geldi geçti Toprak dan olduk. Bir mevsim geldi geçti. Tekrar,! ! .............. Toprağa,döner gibi.
günler, aylar, mevsimler, yıllar derken bir ömür geçip gidyor ve bir bakmışız ki o malum sona varmışız. Allah geçmez günde koymasın ve hayırlısından geçsin İnşallah, güzeldi, tebrikler.
tadı yok sensiz geçen,, ne baharın ne yazın....şarkı takıldı bian dilime. söylerim bu şarkıyı hep ben. bir mevsim geldi , sanki nevbaharım oldun. kış gelip çatmadan tadını çıkarsaydık ne güzel olurdu değil mi cemal bey. tebrikler mükemmel bir şiirdi. duygu selin akmışta akmış. ne güzel!!!
mevsimler yılları oluştururken zamanı farketmeyiz, her mevsim yaşlanırız oysa ama hayat hep taze bir meyva tadında, ve zaman gelir öylesi yaşlanırızki sallanan koltuğumuzda torunlarımıza anlatırız eski yerli malları haftasını, koca yemişleri...anlatacak çok şey var elbet... kutlarım şairi... saygımla...
Hüzün dolu yürek burkan fakat insana çok şeyler kazandıran Arif insan-ı Kamil bir öykü, sabırla okudum, çokta duygulandım İnsan seven yüreğiniz dert görmesin efendim Çok sağ olunuz var olunuz saygı sevgi dolu selamlarımla ____şair 67_____ ALİ CEMAL AĞIRMAN
Soğuktu… Şubat zemheriye öykünüyordu. Güneş gökyüzünde bir lamba gibi asılı duruyor;yeryüzünü ısıtmaya gücü yetmiyordu…Yaşlı kadın omzuna attığı yün şalını göğsüne doğru çekiştirip bastırıyor ve az sonra yola çıkacak olan oğluna yaşlı gözlerle bakıyordu.Ne kadar çok yaşamışlardı son yıllarda bu sahneyi…Oğullarını üniversiteye gönderdiğinden beri artık kanıksamıştı bu tür sahneleri ve her ayrılık gününde diline doladığı cümleyi tekrar edip duruyordu yine : -Gelmesi hoş, git mesi mayhoş! -“Yeter artık ana! Dönülmez yollara göndermiyorsun Yılmaz’ı…”diyen sesle irkildi. Buğulu gözler ve titreyen dudakları ile: -Bir gün ana-baba olduğunuzda anlarsınız beni” diyebildi yalnızca. Sessiz sessiz ağlamaya başladı. Yılmaz gideli henüz üç-dört saat olmuştu. Yaşlı kadın göğsüne doğru çekiştirip bastırdığı yün şalı omuzlarında, elektrik sobasının başına çökmüş düşünüyordu. -“Sağ salim varsaydı hayırlısıyla” dedi ürkek bir sesle. -“Ana kurbanın olayım yeter artık! Hastaneden yeni çıktın,bizi düşünmeyi bırak,Yılmaz başının çaresine bakabilecek yaşta” dedi Fırat. İçindeki duyguları bastırmaya çalışarak sustu ,Yaşlı kadın. İçinde fırtınalar kopuyordu.Son aylarda kalbi iyice yorulmuştu.Göğsüne bıçak gibi saplanan bir ağrı sürekli peşindeydi.Bir eli artık göğsüne yapışmıştı sanki.Ama şu an Yılmaz’ından ayrılmanın verdiği acı ona kalp ağrısını unutturuyordu.Göz ucu ile Fırat’a baktı.Fırat televizyona dalmıştı. -“Çay içer misin?” dedi oğluna. -“İçmeyeceğim ana, sağ ol, yatacağım ben” dedi Fırat. Bir oğlu yolda birisi yanıbaşındaydı ve göğsündeki acıyla yaman bir mücadeleye girmişti. Bir an gerilere gitti düşünceleri… On sekiz koca yıl geçmişti eşini toprağa vereli… On sekiz koca yılda üç oğul büyütmüştü… Acılarını hep gizlemiş,sevgide bir deniz gibi çocuklarının önüne serilmişti.Üzerine binen ağırlığı on sekiz yıl taşımış,gık bile dememişti.Eşinden geriye kalan üç çocuğu kutsal bir emanet gibi koruyup kollamıştı.Onlara babasızlığı hissettirmemek,eksik yaşatmamak için hem ana hem baba olmuştu… Büyük oğlunu evlendirmiş ; diğer oğullarını üniversite son sınıfa kadar getirmişti.Ama artık yorulmuştu… Bunu dillendirmek istemiyor , direnmeye çalışıyor ama göğsündeki o kahrolası ağrıya söz geçiremiyordu… Çocuklarını düşünüyor , onlar için üzülüyordu.Özellikle Fırat ona çok bağlıydı… -“Bana bir şey olursa” diyordu “öldüğüme yanmam da Fırat’ıma yanarım.” Fırat diğer çocuklarına göre farklıydı… Hastalıklarla boğuşuyordu. Korunmaya muhtaç bir yapısı vardı. Özellikle kendisine olan düşkünlüğü ürkütüyordu onu… -“Bu çocuk bensiz ne yapacak Allah’ım?” diye sorup duruyordu kendi kendine. Fırat’ı kaldırıp yatağına gönderdi. Yatsı namazını kılmak üzere abdest alacaktı ki göğsüne saplanan ağrıyla durakladı. Cebinde taşıdığı dil altı hapından aldı , yavaş hareketlerle yatağına kadar gitti.Ağrı göğsüne saplanmış duruyordu. Göğsünü sıkıyor : -“Bu ağrı öldürecek beni Allah’ım” diyordu. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Ağrı hafiflemişti. Kalkıp abdest almalı ve namazını kılmalıydı. Bu yaşına kadar hiçbir vakit namazını kaçırmamıştı.İnleyerek doğrulurken Fırat’la göz göze geldi. -“Kötü müsün ana! Doktora götüreyim mi seni?” -“Yok kuzum” dedi , “gençlik bir şahindir tutulmaz, yaşlılık mundar ettir satılmaz derdi babam , yaşlandık anlayacağın…”
Fırat’ın gözlerindeki korkuyu görebiliyordu. Ölmek onu korkutmuyordu.Onu korkutan Fırat’ın yalnız başına ne yapacağıydı.Fırat’ı yatıştırmak istedi.Öyle ya,Fırat fark etmemeliydi… Kaçınılmaz sona doğru gidiyordu ve Fırat bunu bilmemeliydi… -“Yılmaz varmış mıdır?” dedi. -“Varmıştır ana bırak artık ne olursun haydi yat” dedi Fırat. -“Namazımı kılamadım,kılıp yatacağım sen merak etme.” Güç bela abdest aldıktan sonra seccadenin üstünde inanmış insanların mütevekkil gururu ile durdu. Son günlerde namaz kılarken zorlanıyor ve oturduğu yerde kılıyordu. Namazını bitirip selam verdiğinde Fırat’ın yanıbaşında beklediğini gördü. Fırat dizlerine başını koydu. Her zamanki gibi saçlarını okşadı Fırat’ın. Bir yandan da fısıldarcasına dua okuyordu. Çocukluğundan bu yana Fırat’ın tutkusuydu annesinin dizleri.Bu dizler onun için bir sığınaktı…Rüzgarın etkisiyle kudurmuş dalgalardan korunduğu bir dalgakırandı… On sekiz yıl önce başlamıştı bu tutku… Bir kasım sabahıydı…Güneş ilkbahara nazire yaparcasına salınıyordu gökyüzünde…Uzun süredir hastanede yatan babası eve gelecekti o gün…Sözcüklere yeni yeni anlam vermeye başlayan Fırat işte o gün yaşamın gerçek yüzü ile tanışacağının farkında bile değildi. Koşuyor, oynuyor , annesinin eteklerine yapışıyor ve durmadan usanmadan babası geldiğinde neler yapacağını anlatıyordu.Babasına olan özlemini anlattıkça yükselen iç çekmelere ve dolan gözlere bir anlam veremiyor ; ama yine de anlatmaya devam ediyordu.İlk iş babasının boynuna atılacaktı ve başını gömecekti babasının göğsüne….Kim bilir belki babası onu ayaklarında da sallardı….Belki de ayaklarından başlayarak örümcek yürüyüşü ile parmaklarını oynatır ve “Geldi!...Geldi!...Geldi!” diyerek gıdıklardı kendisini…Neden sonra annesinin salonda bulunan somyayı bir yatak gibi hazırladığını fark etti.Temiz çarşaflar seriyor , yastıklar koyuyordu.Bunları yaparken artık sessiz sesiz değil hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. -“Babam geliyor,neden ağlıyorsun ki?” dedi Fırat. -“Sevinçten kuzum , Sevinçten!…” diyebildi annesi yalnızca. Evlerinin önüne yanaşan beyaz renkli,üzerinde ay dede bulunan arabayı görünce koştu.Fırat’ın yüreği güp güp atıyordu.İşte nihayet babası gelmişti.Kapılar açılınca dayısının kucağında gördü babasını.Çok bitkin bir hali vardı.Günlerdir çalışmış ve uykusuz kalmış gibiydi.Üzerinde mavi çizgili bir pijama vardı.Fırat’ı fark etmedi bile…Babasını üç dört kişi taşıyarak az önce annesinin hazırladığı yatağa götürdüler. Annesi Fırat’ı elinden tutup babasının baş ucuna götürdü: -“Bak,Fırat burada” dedi babasına. Babası gücünü toplamaya çalışarak baktı Fırat’a ve sağ elini havaya kaldırarak parmakları bitişik avuç içi yan çevrilmiş biçimde birkaç kez havada salladı.Başını tekrar çevirdi.Bu Fırat’ın babası ile son görüşmesi olmuştu… Babasının boynuna atılamamış,başını babasının göğsüne gömememiş ve babasının “Geldi!...Geldi!...Geldi!” diyen sesini bir daha hiç duyamamıştı. On sekiz yıl önce yaşadığı bu kayıp , onu annesine daha bir bağlı yapmıştı. Bağlılığın ötesinde düşkündü annesine… Annesini kaybetme korkusu yıllar yılı peşini bırakmamıştı. Evden ayrılmak istemiyor , okula gitmek bile ona annesinden ayrılmanın diğer adı gibi geliyordu.Hatta üniversiteyi kazandığına bile sevinememişti… Hele annesinin kendisini öğrenci yurduna yerleştirip döndüğü günü aklından hiç çıkaramıyordu. Annesini taşıyan otobüs hareket ettiğinde kendisini çırılçıplak hissetmişti. Savunmasızdı ve şehir kükreyerek üstüne geliyordu… Günlerce yurdun bahçesinde kimselere görünmeden ağlamıştı. Fırat için bu dizler her şeydi… Hele saçında dolaşan eller… Damarlarında dolaşan kan gibiydi burası… Annesini kaybetme korkusunu yendiği tek yerdi… -“Haydi, yatalım artık ben yoruldum” diyen annesinin sesiyle irkildi.
Kalktılar ve ikisi de düşündüklerinin aynı şeyler olduğunu bilmeden yataklarına uzandılar. Kaçınılmaz son kapıdaydı…İkisi de bunu hissediyor ama birbirlerine belli etmemek için susuyorlardı…
Ertesi gün sabah namazından sonra uyuyamadı ,Yaşlı kadın.Yün şalı omuzlarını örtüyor ve sık sık elini göğsüne bastırıyordu. Gücü yettiğince ev işleri yaptı. Kahvaltı sofrasını hazırladı ama Fırat’ı uyandırmaya kıyamadı… Tek başına kahvaltı yaptı. Sobanın başında oturdu ve ısınmaya çalıştı. Ne kadar oturduğunu bilmiyordu.kapı çalındı.Gelen Halime Hanım’dı… Mahalleye aynı zamanlarda taşınmışlardı ve birbirlerini temel komşusu olarak niteliyorlardı.Bir buçuk yıl önce bir trafik kazasında oğlunu yitirmişti Halime Hanım. Bunaldığı zamanlarda soluğu komşusunun yanında alıyor ve onun yumuşak , insanın içini ısıtan sözleri ile içindeki isyanı bastırmaya çalışıyordu… -“Bu gece Halil’i gördüm rüyamda” dedi “Anne! Anne! diye sesleniyordu.” -“Dua istiyordur” dedi yaşlı Kadın “Fırat bana Kuran kasetleri almıştı,hiç dinleyemedim, haydi gel dinleyelim ve Halil’in ruhuna gönderelim.” Kaseti büyük bir özenle açtı ve besmele çekerek yerleştirdi. Dinlemeye başladılar. Bir yandan da ellerindeki Kuran’dan okuyanı takip ediyorlardı. Göğsündeki ağrı durmuyor,aksine şiddetleniyordu. Peş peşe dil altı haplarından aldı;ama ağrı duracak gibi değildi,yarım bıraktılar… -“Fırat’ı uyandırayım da beni doktora götürsün , bu ağrı duracak gibi değil.” dedi. Fırat her sabah çaydanlığın tüten buharı ve annesinin seccadenin üzerinde duruşu ve fısıldarcasına dua okuyuşu ile uyanmaya alışmıştı. O gün yalnızca: -“Kınalı kuzum, Fırat’ım,haydi kalk!” diyen annesinin acı çektiği belli olan sesiyle uyandı.Annesi odanın girişinde yün şalı omuzlarında duruyor ve oğluna bakıyordu. -“Haydi kalk,beni doktora götür” dedi “Çok ağrım var.” Fırat deli gibi yataktan fırladı.Hemen üzerine giyecek bir şeyler ayarladı. Korkuyordu… Yüreği ağzına gelmişti… -“Hayır Allah’ım,hayır!” diyordu kendi kendine… Yaşlı kadın oğlunun halini görünce ağrılarına rağmen dik durmaya çalıştı : -“Telaşlanma,bir şey yok.” dedi “şimdi doktor ilaç verir,bir şeyim kalmaz.Haydi sen önce kahvaltını yap.” -“Kahvaltının sırası mı ana?Hem neden ağrıların vardı da beni kaldırmadın bu saate kadar?Ne zaman kendini düşüneceksin ana,ne zaman?” diye çıkıştı Fırat. Korkuyorlardı ama korkularını birbirlerinden gizlemek,birbirlerine destek vermek istiyorlardı. Bakışlarını bile birbirlerinden kaçırdıkları şu saatlerde Fırat kaybetme korkusunu iliklerine kadar hissediyor;Yaşlı kadın ise Fırat’ın bundan sonra ne yapacağını düşünmekten kendini alamıyordu. Fırat taksi çağırmak üzere sokağa çıktı. Koşar adım yürüyor,bir an önce annesini hastaneye götürecek bir taksi bulmaya çalışıyordu. Kafasında bin bir düşünce vardı. “Ya ona bir şey olursa?” sorusu kafasını kemiriyor ; serseri adımlarla yürürken kafasından bu düşünceleri kovmaya çalışıyordu. Hayır,O güçlü bir kadındı… Ona bir şey olmazdı… Hele Fırat’ını yapayalnız,çarnaçar bırakıp dönülmez yollara gitmezdi… Boş yere telaşlanıyordu… Şimdi doktora gideceklerdi ve her şey bitecekti… Yaşlı kadın , evin odalarını tek tek dolaşıyordu… Yüreğindeki ağrıya bir veda havası eklenmişti. On yıl eşiyle, on sekiz yıl eşinden ayrı çocukları ile ömrünün yirmi sekiz yılını geçirdiği bu evin her yerinde anıları vardı. Öylesine anılardı ki bunlar,baktıkça içinde bir şeyler kopuyor,kabaran yüreği gözlerinden taşmak için bir dokunma bekliyordu… Uzun kış gecelerinde oğullarının kahkahaları ile dolan bu evden şimdi sonsuza kadar ayrılacağını hissediyordu. Eşinden emanet kalan oğullarını en iyi biçimde yetiştirmeye çalışmış,birini meslek sahibi yapıp evlendirmiş,diğerlerini üniversite son sınıfa kadar getirmişti.Aslında tüm acılar bitmek üzereydi ama dayanacak gücü kalmamıştı… Ölümün soğuk nefesiyle yaşamaya alışmıştı. Aylardır göğsündeki ağrıyla baş etmeye çalışıyordu. İki kez kriz geçirmiş ama direnmişti. Şu an ise tüm bedeniyle ölüme gülüyordu… Görevini yapmıştı. Eşinin emanetlerine sahip çıkmış ve eşinin anısına ihanet etmemişti. Kaçınılmaz sona doğru yürüdüğü şu anda aklında ve kalbinde yalnız Fırat vardı… Fırat ne yapacaktı?... Onsuz yaşamayı becerememişti… Ya bundan sonrası nasıl olacaktı. Hasta bedeni,içli yapısı bu ayrılığın üstesinden gelebilecek miydi?Ya başaramazsa ya bu ayrılık Fırat’ta onulmaz yaralar açarsa?Düşüncelerin sonu gelmiyordu… Fırat’ı üniversiteye yolladığı günleri düşündü. Nasıl da sudan çıkmış balığa dönmüştü Fırat?Nasıl da anne özlemiyle yanıp tutuşmuş ve cebindeki paranın hepsini telefon görüşmelerine harcamıştı? Başını havaya kaldırdı,gözlerini gökyüzüne dikti ve ellerini açıp: -“Emaneti sana Allah’ım,emaneti sana..” diyebildi yalnızca… -“Fırat taksiyi getirdi.” diyen Halime Hanım’ın sesiyle irkildi.Artık veda zamanıydı.Tüm odaları yine dolaştı.Anıları ve eşyaları ile helalleşiyordu sanki… Merdivenlerden aşağıya inerken Fırat’ın omzuna tutundu ve son bir kez dönüp kapıya baktı: -“Bir daha dönüş yok artık bu eve,allahaısmarladık” dedi usulca… -“Yapma ana,üzme beni…Konuşma böyle,biraz sonra hiçbir şeyin kalmayacak,göreceksin.” dedi Fırat… Hiç ses çıkarmadı,yürüdü, Fırat’ın açtığı kapıdan taksiye bindi. Taksinin camından son kez evine baktı… Göz yaşlarını saklamıyordu artık.Sanki evi bir beton yığını değil de canlıymışçasına el salladı evine… On beş gün önce taburcu edildiği hastaneye şimdi acil servisten giriş yapıyordu. Hemen gözlem odasına aldılar. -“Ne şikayetin var,teyze?” dedi genç doktor. -“Kalbim kızım” dedi “kalbimde bir ağrı var,sanki tonlarca ağırlık var göğsümde,nefes aldırmıyor,yürütmüyor,konuşturmuyor…” -“Muayene edelim, bakalım teyze.” dedi genç doktor ve steteskobu yaşlı kadının sol memesinin altına yerleştirdi. Ve dinlemeye başladı.Sonra sırtını dinledi ve hemşireye dönerek: “Ekg alalım hemen.” dedi. Doktor heyecanlanmıştı.Telaşı gözlerinden okunabiliyordu.Fırat dikkatle doktoru izliyordu.Doktorun kalem tutan elleri hasta kartını doldururken Fırat o ellerde bir yaşam ışığı arıyordu.Her şeyi bu ellere bağlıydı.Bu eller ona yaşam vermeliydi… Ona annesini vermeli ve nehirlerin kurumasını engellemeliydi… -“Beyefendi hastanın neyi oluyorsunuz?” diyen doktorun öfke ile karışık acıma duygusu taşıyan sesiyle kendine geldi Fırat… -“Oğluyum.” diyebildi ürkek bir sesle… -“Kaç yaşında?” -“Altmış üç” -“Daha önce kalp sorunu var mıydı? -“Evet,on beş gün önce hastanenizden taburcu edildi.” -“Şikayetleri hiç azalmadı mı?” -“Hastaneden çıktığı günlerde gayet iyiydi.Ama son bir haftadır,hiç tadı yok.Eli sürekli göğsünde…Namazını bile ayakta kılamıyor…” -“Anladım.” dedi doktor,bir yandan da Fırat’ın söylediklerini not alıyordu.”Peki doktoru ile yeniden görüşmediniz mi?Kontrole gelmediniz mi?” -“Görüştük ama doktoru şeker hastalığına bağlı olarak kalbin zarar gördüğünü ve duygusal yapısından dolayı şekerinin kontrol altına alınamadığını söyledi.” Hemşire ekg’yi doktora uzattığında doktorun gözleri fal taşı gibi açıldı. -“Aman Allah’ım,bu ekg çorba olmuş hemen kardiyolojiye haber verelim.” dedi. Kardiyoloji uzmanı geldi,ekg’yi inceledi,yaşlı kadını muayene etti ve: -“Yoğun bakım ünitesine almak zorundayız,hemen yatışını yapalım.”dedi . Fırat titriyordu, annesine belli etmemeye çalışıyor,işlemleri yaparken annesinin avuçlarından kayıp gittiğini hissedebiliyordu;ama bir şey yapamamanın kahrolası acısını duymaktan başka bir şey yapamıyordu.
Biraz sonra yoğun bakım ünitesinde paravanla çevrilmiş bir yatağa alınmıştı yaşlı kadın. Serum bağlanmış,birbirine ardına iğneler yapılıyordu. Fırat annesinin yanıbaşına oturmuştu. -“Ellerim” dedi yaşlı kadın “ellerim uyuşuyor,damarlarımdan kan çekiliyor sanki.Biraz ovala,yavrum” Fırat annesinin ellerini avuçları arasına aldı. Elleri ile annesine can vermeye çalışıyor ,annesinin ellerini ovuyor,okşuyor,öpüyor ve yüzüne sürüyordu… Yaşlı kadın göğsünü sıktı: -“Bu can şuradan çıksa da kurtulsam” dedi. -“Yapma ana” dedi Fırat.”benim için yaşa,Yılmaz için yaşa,bizi böyle bırakma…Senden başka kimimiz var? Ne olur dayan,bizim için dayan” diyebildi. Ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu. Yaşlı kadın ellerine sıkı sıkıya asılan oğluna baktı. Artık her şey için çok geçti. On sekiz yıl önce eşine Fırat’ı gösterdiğinde eşinin yaptığı o el hareketi geldi aklına…On sekiz yıl sonra yine Fırat vardı… Bu kez kendisiyle son görüşmesini yapıyordu Fırat ama bundan habersizdi. Oysa kendisi de istemez miydi yavrusunun yanında olmayı… Ama artık çok geçti… Dayanacak gücü kalmamıştı: -“Kınalı kuzum,metanetli ol,artık tek başınasın ve yaşamak zorundasın” dedi. -“Hayır” dedi Fırat ,kendini bırakmak sarsıla yıkıla ağlamak istiyordu.”Sensiz yaşamayı neyleyim… Yılmaz için ana,benim için ne olur pes etme…Dayan ana yalvarırım dayan” Yaşlı kadının ellerini yüzünde dolaştırıyor,öpüyor,okşuyor,kokluyordu. -“Üzülmeyi bırak artık,sağ gözün sol göze hayrı yoktur unutma… Yalnızsın ve ayakta durmak zorundasın. Gözümü arkada bırakma benim” dedi yaşlı kadın. Sesi bu hüzünlü havayı bitirmek ister gibiydi. -“Hadi git,doktoru çağır bana...Bu ağrının dineceği yok” dedi. Fırat son bir kez annesinin ellerini öptü.Ayağa kalktı.Paravanı açmak üzere elini atmıştı ki derin bir hırıltı duyuldu.Gök gürlemesini andırmıştı.Dönüp baktı ve olduğu yerde mıhlandı.Annesi başını geriye atmış ve gözünü tavana dikmişti. -“Aman Allah’ım!” dedi çığlıkla. “Anam,anam ölüyor!Yetişin!” diye bağırdı. Hemşireler koşarak geldiler,Fırat’ı dışarıya çıkardılar. Az sonra doktorlar da geldi. Odada hareketlilik vardı. Fırat dışarıda hiçbir şey göremiyor,olduğu yerde dönüp duruyordu.Ara sıra hemşireler çıkıyor,hızlı adımlarla bir şeyler alıyor ve odaya tekrar dönüyorlardı. Fırat her çıkan hemşirenin gözünde bir umut ışığı arıyordu… -“Allah’ım!” dedi. “Bana bunu yapma Allah’ım!Anamı benden alma…Benden al ona ver…” Artık aynı cümleyi tekrar ediyor ve aynı sözcükleri bir tespih gibi çekiyordu: -“Benden al ona ver Allah’ım! Benden al ona ver.” Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Peş peşe sigara yakıyor,sigarayı elinden düşürmüyordu. Çaresizce bekliyor ve durmadan yalvarıyordu. Ve nihayet kapı açıldı. Doktorlardan biri dışarı çıktı. Fırat koşarak doktorun yanına gitti: -“Tıbben her şeyi yaptık… Şu an dua etmekten başka yapılabilecek bir şey yok” dedi doktor “Bekleyeceğiz.” -“Nasıl yani?” dedi Fırat “ Bir doktor nasıl bunları söyler? Niye doktorsun sen? Kurtar anamı… Git içeriye ve kurtar anamı…” Kızgındı… Çaresizdi… Doktorun yakasına yapışmıştı. Doktor sakince Fırat’ın ellerini tuttu: -“Sakin ol” dedi “Evet ben doktorum ama Allah değilim. Biz elimizden geleni yaptık.” Fırat doktoru bıraktı,dizlerinin üstüne çöktü… İçinden bir şeyler kopuyordu…İçindeki ırmaklar kuruyor,taze dallar kırılıyordu… Onu yaşama bağlayan tek varlık ondan sonsuza dek ayrılıyordu. Çaresizce beklemekten başka bir şey kalmamıştı geriye… Bir mucize bekliyordu.Biraz sonra doktorlar çıkacak: -“Gözünüz aydın,annenizi kurtardık!” diyeceklerdi.Bu sözleri duyabilmek için şu an tüm varlığını kayıtsız şartsız feda edebilirdi. -“Benden al ona ver Allah’ım!Benden al ona ver.” diyordu durmaksızın. Kapı açıldı. Önce hemşireler çıktı dışarıya. Gözlerini Fırat’tan kaçırıyorlardı… Sonra doktorlar göründü… Fırat doktorların gözüne yalvarırcasına bakıyordu. İyi bir haber için her şeyini verebilirdi… Annesinin kuzum diyen sesini bir daha duymak için neler yapmazdı ki… -“Tıbben her şeyi yaptık ama yaşama döndüremedik. Başınız sağolsun!” dedi doktorlardan birisi. Üzgün ve çaresiz insanların sesi vardı doktorda… Başını eğdi,Fırat’ın omzuna birkaç kez vurdu ve dönüp gitti… Fırat bir kabusun içinde olduğunu düşünüyordu… Olduğu yere çakılıp kalmıştı. Adım atmak istiyor ama ayakları beynini dinlemiyordu. Hayır , bu olamazdı!… Bu yalnızca kötü bir rüyaydı… Şimdi annesinin fısıldarcasına dua edişini duyacak,annesi seccadenin üstünde gülümsüyor olacak ve Fırat çaydanlığın tüten buharı ile huzur bulacaktı… Başkası asla düşünülemezdi ki… Nasıl olurdu da annesinin öldüğü söylenebilirdi… Hayır!… Hayır!… Bu bir karabasandı ve artık uyanmalıydı… Avuçlarına gömülen tırnaklarının yarattığı acıyı duyumsadı ve gözünü açtığında odanın kapısından çıkan sedyeyi gördü… Beyaz çarşaf bir bedeni bütünüyle örtmüştü… Yaşam tüm gerçekliğiyle on sekiz yıl sonra ikinci kez karşısındaydı… İşte şimdi bardaktan boşanırcasına hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. -“Ana!” diyebildi “Bana buna nasıl yaptın?Ya ben şimdi nerelere gideyim?” Beyaz çarşafı kaldırdı… Annesi uyur gibiydi… Yüzüne bir gülümseme yayılmıştı… Görevini yerine getirmiş insanların iç huzuru yüzüne yansımıştı… Fırat içinde biriktirdiği hüznü bir sele dönüştürmek istiyordu… -“Metanetli ol,artık tek başınasın” diyen annesinin yumuşacık sesini duydu ve sıktı kendini …Fırat’ı sedyeden uzaklaştırdılar ve annesini alıp götürdüler. Bir süre olduğu yerde boş boş bakındı… Duvara bir iki yumruk salladı… Saati parçalandı ve yere düştü… Ellerini cebine soktu ve yavaş yavaş merdivenlerden indi… Ya şimdi ne yapacaktı?... Yılmaz’a ne diyecekti? Annesinin olmadığı bir eve nasıl gidecekti?... Kafasında sorular dolanıyor ama Fırat adından gayrısını bilmiyordu… Kendini ayaklarına bıraktı… Artık gideceği yeri olmayan bir serseri mayındı ve ayaklarının peşi sıra yürüyordu… Yüreği bir mengeneye alınmış gibiydi… Nefes alamıyor,boğulacak gibi oluyordu… Kendini hastanenin dışına attı. Az önce annesi ile girdiği bu hastane,şimdi ona bir beton yığını gibi görünüyordu. O beton yığınında yaşayan tüm yanlarını bırakmıştı.Avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu… -“Aman Allah’ım!” dedi “Olacak şey mi bu?” Ceketinin düğmelerini ilikledi,ellerini ceplerine soktu ve yürümeye başladı. Kalabalıkların içerisinde yapayalnızdı. Kent üstüne üstüne geliyordu. Ne kadar da çaresizdi… Önü sıra uzanan yolda insanlar telaş içerisinde bir o yana bir bu yana gidiyorlardı… Arabalar gelip geçiyor,korna sesleri beyninde yankılanıyordu. Kendini yola atmak hızla gelen bir arabanın altında paramparça olmak istiyordu… Bu yalnızlığın başka çaresi var mıydı?Beyninde ölüm dolanıyordu… Birden annesinin gülen gözleri dikildi önüne ve yumuşacık bir sesle: -“Gözümü arkada koyma benim” dedi. Olduğu yere mıhlandı…Eve gitmeliydi…Annesinin kokusu onu bekliyordu… Yürüyor,yürürken yaşam ile ölüm arasında gidip geliyordu…Başını kaldırdı. Evleri karşısında duruyordu… Annesinin yol gözlediği pencere boynunu bükmüştü… Utanıyordu Fırat… Evden annesi ile çıkmış ama tek başına gelmişti… Şimdi evdeki tüm eşyalar ondan hesap sormaz mıydı?… Ne diyecekti peki? Çaresizliğini ve yalnızlığını nasıl anlatacaktı?... Kendini annesinin yatağına attı. Her gün annesinin başını koyduğu yastığı kutsal bir emanete dokunur gibi okşuyordu. Bu saatte yalnızca ağlamak,için için yanıp tutuşmak;gözyaşları ile annesinin kokusunu birleştirmek ve ruhundaki ölüm lekesinden kurtulmak istiyordu…. Ağlamakla ağlamamak arasında ölümle yaşam arasında çaresiz ve kimsesizdi… Ayağa kalktı,yatağı düzeltti. Şaşkındı,inandığı tüm değerleri yitirmiş gibiydi. Bir aşağı bir yukarı yürüyor, arada bir durup başını kaldırıyor:“Ey Allahım!...Ey Allahım!”diye söyleniyordu. Beyni zonkluyor,yüreği bir kuş gibi çırpınıyor,sözcükler boğazına diziliyordu. Gözleri he deseler boşanacak bir sel gibiydi... Yağmalanmış kentlerin suskun kızgınlığını taşıyordu. Bilincini yitirene kadar kafasını duvara vurmak annesinin peşi sıra ölüme yürümek istiyordu…. Koltuğa boş bir çuval gibi yığıldı,yorulmuştu artık. Başını ellerinin arasına alıp pencereye dikti gözlerini.. Ağlamak istiyor ama beceremiyordu. Bir ağlasa,silinecekti içindeki katran karası,bu kahrolası yılgınlık yok olup gidecekti. Sarsıla yıkıla ağlamak istiyor,bir dost omzu arıyordu. “Neden?”dedi “Neden tepeden tırnağa belaya yazılmış ömrümüz?Neden bunca uzun sürdü bu zemheri?Neden dinmiyor bu bıçak sırtı rüzgarlar?” Duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Sanki gizli bir el yüreğini sıkıyor,ezdikçe eziyordu… “Düşmeli ilk damlalar,gök yere inmeli,sağnak olmalı yağmurlar...”dedi. Ani bir hareketle doğruldu,etrafına bakındı,ceketini kaptığı gibi dışarı fırladı. Sokaklar bomboştu. Lambalardan süzülen ışıklar içini aydınlatmaya yetmiyordu. Nereye ve niçin olduğunu bilmeden ayaklarının peşine düşmüş hızla gidiyordu. Sigarası ağzından hiç eksik olmuyor,birini söndürmeden birini yakıyordu. Sokağa çıkalı ne kadar olmuştu? Ne kadar yürümüştü? Nereye gidiyordu? Neyi arıyordu? Kafasındaki sorular çoğalıyor,sorular çoğaldıkça adımları sıklaşıyordu. Sanki soruların sürek avındaydı. Neden sonra zınk diye durdu. Gecenin soğuğuna karşın kan ter içinde kalmıştı. Ürkek bir bakış attı çevresine, ceketinin yakasını kaldırdı,ellerini göğsünde birleştirip ağır ağır yürümeye başladı. Yolların yalnızlığı , içindeki fırtınayı sakinleştirmişti biraz. En azından ayaklarına hükmedebiliyordu. Yüzüne çarpan soğuk sanki bilinçsizliğine bir tokat gibi inivermişti. Sıcak bir şeyler içmek istedi canı ve bir sabahçı kahvesi aramaya koyuldu. Kahveden içeri girdiğinde boğucu bir duman karşıladı onu… İçerisi sıcaktı. Masalarda insanlar oturuyor,kimisi başını koymuş uyuyor,kimisi boş gözlerle çalışmakta olan televizyona bakıyordu. Ocaktaki adama bir çay işareti yaptıktan sonra cam kenarında bir masaya ilişiverdi. Korku ve panik hakimdi duygularına... Kendini yorgun hissediyor,içindeki yaşları akıtamamanın sıkıntısını taşıyordu. Kapana sıkışmış bir fare gibi hissediyordu kendini… Çoğul bir yalnızlıktı yaşadığı…. Annesinin konuşan yüreği susmuştu artık… O yürek değil miydi,bir kervan misali her geçitte saldırıya uğrayan? O yürek değil miydi, bir bezirgan misali pazardan pazara dert taşıyan? O yürek değil miydi,yaralanan,yağmalanan ve talan edilen iklimler boyu? O yürek değil miydi,sözün hükmünü yitirdiği diyarlardan gelen ve firari yorgunluklar taşıyan içinde? Tüm bunlara rağmen o yürek değil miydi hep Fırat’ın gülen yüzü olan? O yürek değil miydi,acılarını yüzüne hiç yansıtmayan? Ne zaman bunalsa huzur bulmak için koşardı annesine!… Dertler üst üste mi geliyor önemli değildi;çünkü annesi vardı!… Sendeliyor muydu,hiç korkmazdı;çünkü annesi vardı!… Ya şimdi ne olacaktı? Kime tutunacak,kime yaslanacaktı? Annesi yabaninane tazeliğiydi Fırat’ın betonlarla çevrilmiş ömrümde... Ve annesinin ardısıra dağlardaydı,yar kenarı patikalar boyunca... Nefes kesen,diz titreten yüksekliklerde,korkuyu yok eden annesinin kokusuydu… Annesinin kokusu dolduruyordu ciğerlerini ve bu kokuyla unutuyordu yardan düşen sevinçleri.... Bir annesi geldi gözlerinin önüne… Annesinin sımsıcak sesini duydu: -“Analı oğlak yarda oynar;anasız oğlak yerde oynar.” “Peki ana”dedi kendi kendine “Peki ben şimdi nerde oynayayım?”Ocakçının getirdiği çaya iki şeker attı,uzun uzun karıştırdı ve ilk yudumu alırken gözlerinden de ilk damlayı bırakıverdi masaya.... (ALINTIDIR YAZARI BELLİ DEĞİL)
Gönül dostum fazla söze hacet yok, yürekten kutluyorum seni..... Yüreğine ve emeğine sağlık....... Sevgiyle ve muhabbetle kalınız......
Hüzün dolu yürek burkan fakat insana çok şeyler kazandıran Arif insan-ı Kamil bir öykü, sabırla okudum, çokta duygulandım İnsan seven yüreğiniz dert görmesin efendim Çok sağ olunuz var olunuz saygı sevgi dolu selamlarımla ____şair 67_____ ALİ CEMAL AĞIRMAN
Hüzün dolu yürek burkan fakat insana çok şeyler kazandıran Arif insan-ı Kamil bir öykü, sabırla okudum, çokta duygulandım İnsan seven yüreğiniz dert görmesin efendim Çok sağ olunuz var olunuz saygı sevgi dolu selamlarımla ____şair 67_____ ALİ CEMAL AĞIRMAN
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.