Yeniçeriler Osmanlı tarihinin en ilginç kurumlarından biri, hem disiplinleri hem de zamanla bozulan dramatik yapısının ele alındığı, Yeniçeri ocağının son dönemlerinde ki ahlaki çöküşü ile idealis...
Yeniçeri Ocağı'nda artık "Hasan Efendi" diye anılan gencin, arşiv tozları ve geçmişin kayıtları arasında yeni bir yol çizdiği bir dönemi işaret ediyordu. Kemal Ağa'nın kurduğu Divan-ı İstinaf, onun liderliğinde ocak içinde kök salmış, geçmişle yüzleşmek bir zayıflık değil, bir güç kaynağı haline gelmişti. Ancak Hasan'ın karşılaştığı ilk büyük sınav, beklenmedik bir şekilde, ocağın en temel değerlerinden birine meydan okuyan yeni bir düşmanla geldi: Zamanın değişen rüzgarları ve unutulma tehlikesi.
Bir gün, ocakta yeni eğitim gören bir grup acemi oğlan, talim sırasında Murat Ağa'nın adını duyduklarında, boş gözlerle birbirlerine baktılar. "O kim?" diye fısıldayan birini duyan yaşlı bir yeniçeri, yüreğine hançer saplanmış gibi oldu. Bu, Hasan için bir uyandırma çağrısıydı. Miras, sadece yazılı kayıtlarda ve birkaç yaşlı yürekte yaşıyorsa, gerçekten yaşıyor sayılır mıydı?
Hasan, hemen harekete geçti. Divan-ı Hikmet'in toplantısını topladı. "Kardeşlerim," dedi, elinde Murat Ağa'nın risalesini tutarak, "Biz geçmişin hatalarıyla yüzleşmeyi öğrendik. Ama şimdi yeni bir tehlikeyle karşı karşıyayız: Tarihimizin unutulması. Murat Ağa, Ali Ağa, Kemal Ağa... onların hikayeleri, sadece birer destan değil, bu ocağın ruhunun ta kendisidir. Ve bu ruh, yeni nesillere aktarılmazsa, bizler sadece kılıç kullanan gölgelere dönüşürüz."
Önerisi radikaldi: Ocağın içinde, sadece savaş tekniklerinin değil, ocağın tarihinin, kahramanlarının ve en önemlisi, "lacivert hançer" felsefesinin öğretileceği bir "Mekteb-i Ruhani" (Ruhani Mektebi) kurmak.
Fikir, gelenekselciler tarafından yine dirençle karşılandı. "Biz savaşçıyız, hoca değil!" diye çıkıştı, artık yıllanmış bir ağa olan Yılmaz bile. "Zamanımızı geçmişi anlatmakla mı harcayalım?"
Hasan, sabırla yanıt verdi: "Yılmaz Ağa, bir ağacı sadece budamakla gürleştiremezsin. Köklerine su vermen gerekir. Bu ocak, sadece kılıçlarımızla değil, burada yatan anılarla, fedakarlıklarla ve bilgelikle ayakta. Bunları unutursak, ne için savaştığımızı da unuturuz."
Hasan, sözlerini eyleme döktü. Kendisi, ilk dersi verdi. Acemi oğlanların önüne çıktı ve onlara, Hisarkale'deki barışın, Kemal Ağa'nın gölgelerdeki savaşının ve nihayet Divan-ı İstinaf'ın doğuşunun hikayesini anlattı. Basit bir anlatı değildi bu; içinde strateji, insan doğası ve ahlak üzerine derin dersler vardı. Gençler, büyülenmiş gibi dinliyordu. Onlar için Yeniçeri olmak, artık sadece bir unvan değil, taşınması gereken bir anlam yükü haline geliyordu.
Bu sırada, ocak için yeni bir tehdit belirdi. Başkentten gelen haberler, bazı saray entrikacılarının, Yeniçeri Ocağı'nın fazla güçlendiğini ve "halkla fazla içli dışlı olduğunu" söyleyerek padişahın kulağını doldurmaya çalıştığını bildiriyordu. Bu, fiziksel bir savaştan çok daha tehlikeli bir siyasi oyundu.
Yılmaz, hemen eski refleksiyle kılıcına sarılmak istedi: "Bu iftiracıları bulup hesap soralım!" Hasan, onu durdurdu. "Hayır, Yılmaz Ağa. Kemal Ağa bize, düşmanı anlamayı öğretti. Bu düşmanın silahı kelimeler. O halde bizim silahımız da gerçekler ve itibar olmalı."
Hasan, olağanüstü bir hamle yaptı. Divan-ı İstinaf'ın şeffaflığını bir adım öteye taşıdı. Ocağın, son yıllarda bölgelere getirdiği huzuru, ticareti canlandırmasını, adil yönetimini gösteren kayıtları derledi. Bunları, sade ve anlaşılır bir dille, saraydaki dürüst devlet adamlarına ve hatta halka açık ilanlarla paylaştı. Yeniçeri'nin sadece bir savaş makinesi değil, bir istikrar ve refah unsuru olduğunu gösterdi.
Bu "gerçeklik seferi", saraydaki entrikacıların planlarını bozdu. Padişah, ocak hakkında olumlu raporlar duymaya başlayınca, iftiraların asılsız olduğunu anladı. Ocağın itibarı, eskisinden daha da parladı.
Bu zafer, Yılmaz'ı sonunda tamamen ikna etti. Hasan'ın yanına geldi. "Hasan Efendi," dedi, saygıyla, "Ben sadece kılıcın gölgesinde yaşayan bir askerdim. Sen ve senden öncekiler, bana o gölgenin ardındaki ışığı gösterdin. Bu ocak, senin gibi bilgeler sayesinde gerçek gücüne kavuşuyor."
Hasan, tevazuyla başını eğdi. "Ben sadece bir köprüyüm, Yılmaz Ağa. Murat Ağa'nın, Ali Ağa'nın, Kemal Ağa'nın sesiyim. Asıl iş, şimdi burada yetişen gençlere düşecek."
Ve öyle oldu. Mekteb-i Ruhani'den yetişen genç yeniçeriler, sadece bedenen değil, ruhen de güçlüydüler. Onlar için "Yeniçeri" olmak, bir kariyer değil, bir amaçtı. Aralarından, özellikle keskin zekalı ve derin bir adalet anlayışına sahip bir genç, Emrah, öne çıkıyordu. Hasan, onu, tıpkı atalarının kendisine yaptığı gibi, özenle yetiştirmeye başladı.
Yıllar geçti. Hasan'ın saçları ağardı, sırtı çöktü, ama zihni ve ruhu, ocağın yaşayan bir arşivi gibi her zamankinden berraktı. Bir gün, Emrah'ı yanına çağırdı. Ona, Kemal Ağa'nın toprağa verilirken yanına koydukları lacivert hançerin bir kopyasını, sade bir tahtadan yapılma, ama aynı formda bir sembol verdi. "Bunu sana fiziksel bir miras olarak vermiyorum," dedi, "Çünkü gerçek mirasımız artık burada, bu kayıtlarda, bu gelenekte ve senin gibi genç yüreklerde yaşıyor. Bu, sadece bir hatırlatma. Sen, bu ocağın bir sonraki bekçisisin. Onu, sadece kılıçla değil, belki bizim hayal bile edemeyeceğimiz yeni yollarla koruyacak ve yücelteceksin."
Emrah, tahta hançeri saygıyla aldı. Ağırlığı yoktu, ama taşıdığı anlam dünyaları ağırlığındaydı.
Hasan Efendi, o gece, huzur içinde son nefesini verdi. Onu, bir tarihçi, bir hoca ve ocağın en bilge ruhlarından biri olarak uğurladılar.
Emrah, ertesi sabah, Mekteb-i Ruhani'de ders verirken, yeni acemi oğlanlara tahta hançeri gösterdi ve hikayesini anlattı. Murat Ağa'nın, Ali Ağa'nın, Kemal Ağa'nın ve Hasan Efendi'nin ruhu, o genç seslerde yankılanıyordu.
Yeniçeri Ocağı, bir kez daha devredilmişti. Kökleri, geçmişin derinliklerine sıkı sıkıya tutunmuş, dalları ise geleceğe, Emrah'ın ve onun neslinin ellerinde uzanıyordu. Çınar ağacının altında artık Emrah oturuyor, yaprakların hışırtısında, yeni hikayelerin fısıltılarını dinliyordu. Ve belliydi ki, bu zincir, dünya döndükçe, yeni halkalarla uzayıp gidecekti.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.