Yedi Yaman'ın Güneşi
Adıyaman. Tütünün ve Nemrut Dağı'nın katı kurallarıyla yönetilen, gençlerin hayallerinin birer birer karardığı yer. Bu topraklarda iki tür insan vardır: Geleneksel düzeni koruyan...
Yedi Yaman'ın Güneşi BÖLÜM 1: NEMRUT'UN GÖLGESİ Adıyaman'ın eski mahallelerinin taş evleri, yaz güneşini emerken, öğleden sonra gökyüzü bir tunç rengini almıştı. Nemrut Dağı'nın heybetli silüeti, şehrin üzerine görünmez bir yorgan gibi çökmüş, her nefesi, her kararı izliyormuş hissi veriyordu. Abuzer’in avuç içleri, tütün yaprağının yapışkan özsuyu ve kuru toprağın tozuyla sertleşmişti. Yirmi yaşındaydı, ama tütün tarlasında geçen her gün, sırtına bir yaş daha ekliyordu. Tarladan yükselen ağır koku, burnuna değil, doğrudan ruhuna sinmişti; bu koku gelenekti, sorumluluktu ve onun gitgide boğulan müzik hayallerinin mezar taşıydı. Oysa parmakları, tütün demetlerini bağlayacak inceliği değil, bağlama tellerinde gezinecek esnekliği arıyordu. Tam bu sırada, tarlanın ortasında, babasının gür sesi yankılandı. "Abuzer! Düşünmeyi bırak da elindekini düzgün bağla!" Abuzer'in babası, iri yarı gövdesiyle, her hareketinde toprağın ve emeğin ağırlığını taşıyan bir adamdı. Adım sesleri, Abuzer'in yanına yaklaşırken sertleşti. Abuzer, elindeki tütün demetini hızlıca bağlamaya çalışsa da, babasının gözlerindeki memnuniyetsizlik gölgesinden kaçamadı. "Ne o, yine aklın o boş işlerde mi kaldı senin? O çalgı denen zımbırtı karın doyurmaz, oğul! Göğsümüzü gere gere 'Oğlum tarlanın başında durur,' diyemeyecek miyiz biz bu elaleme?" Abuzer, başını eğdi. "Baba, ben sadece... Hayallerim var. Başka bir hayat olabilir." Babası öfkeyle elindeki budama makasını toprağa sapladı. Tozlu toprak bir an havada asılı kaldı. "Hayal dediğin bu toprakta biter, bu güneşle büyür! Senin hayalin, bizim soyumuzun devamı, bu tarlanın bekçisi olmak! O ince telli, cılız seslerle ne köyü ne de kendini doyurursun. Duydun mu beni? O telleri kesip atacağız sonunda!" Abuzer, babasının sert sözleri altında ezilirken, tarlanın ilerisindeki tozlu yolda, okul üniformalarıyla bisiklet süren iki kız silüetini seçti: Fatma ve Ayşegül. Onlar da Nemrut'un gölgesinde başka bir geleceğin hayalini taşıyordu ve Abuzer o an, yalnız olmadığını hissetti. İkisinin de kaçıp kurtulmak istediği, aynı ağır gökyüzü altındaydı. Bisikletin gidonuna dayanmış, yokuşu ağır ağır tırmanıyorlardı. Ayşegül, daha hızlı pedal çeviriyordu; enerjisi ve isyankâr mizacı her hareketine yansıyordu. "Bir soru daha yanlış yapsam, yemin ederim kafayı yiyeceğim Fatma," dedi Ayşegül, alnındaki teri sildi. "Tarihi kimin ezberlediği umurumda değil, ben sadece o sınavdan yüksek alıp Adıyaman'ın sınırından fırlayıp gitmek istiyorum. Ne pahasına olursa olsun!" Fatma, ise daha yavaştı. Gözleri, biraz önce tarlanın kenarında gördüğü Abuzer’in babasıyla yaşadığı gergin anın etkisindeydi. "Sınırlar o kadar kolay kalkmıyor Ayşegül. Annem yine dün gece 'Tıp okusan ne olacak, yuvayı kuracak yaşa geldin,' diye başımın etini yedi. Ahmet'in annesi de bugün kahveye geliyormuş..." Ayşegül ani frenle durdu. "Yine mi Ahmet? Ya sana ne o kaba saba adamdan? Sen resmen edebiyatla nefes alıp veriyorsun, o ise kitapların sayfalarını karıştırmaz bile! Senin hayalin kütüphane, onunki ocakbaşı. Eğer ailen sana baskı yaparsa, bu sefer ben konuşacağım onlarla." Fatma bisikletini yan yatırıp, Nemrut'un kızıl tepeciklerine baktı. Sesi fısıltı gibiydi. "Konuşsan ne değişecek? Onların gözünde her üniversite diploması, iyi bir eş bulmak için atılan bir adım sadece. Bazen düşünüyorum... Belki de güneşin doğuşu başka yerde değil, tam da bu evin içinde olmalı. Ama nasıl?" Ayşegül, Fatma’nın omzuna dostça vurdu. "Olacak. Sen ders çalışmaya devam et. Ben de başka yollar arayacağım." Tam o sırada, bir motosikletin gürültüsü onları böldü. Motorlu genç, ağır bir motosikletle tozlu yoldan geçip gitti. İstanbul plakası... Dört kaderin kesiştiği an, o toz bulutu içinde saklıydı. Hasan, motosikletini eski bir depoya benzeyen dükkânının önünde park etti. Ceketinin tozunu silkeledi ama İstanbul'da edindiği yorgunluğu silkeleyemedi. Büyük şehir ona parlak tabelalar, yüksek maaşlar ve hızlı bir hayat vaat etmiş, fakat sonunda sadece borç ve pişmanlık vermişti. Geri döndüğü memleketi Adıyaman ise, yedi yıl önceki haliyle aynı anda hem yabancı hem de tanıdıktı. Her köşede tütünün, samimiyetin ve de çaresiz bir durgunluğun kokusu vardı. Dükkânın kepengini yarıya kadar kaldırdı. Amacı, burayı gençlere el sanatları ve teknoloji temelli küçük işler öğretecek bir atölyeye çevirmekti; bir tür kooperatif ruhuyla. Ama içerisi şimdi sadece boş bir beton kutuydu. Hasan, elini soğuk duvara dayadı. Dışarıda, tarlalarda çalışan Abuzer'i; kitaplarla evlilik baskısı arasında sıkışan Fatma'yı ve isyankâr Ayşegül'ü görmüştü. Hepsi de Nemrut'un heybetli gölgesi altında, kendi güneşi için mücadele eden genç Adıyamanlılardı. "Ne varsa, bu toprakta var," diye fısıldadı Hasan kendine. "Ya bu gölgede kaybolacağız, ya da buraya kendi ışığımızı taşıyacağız." Kepengi tamamen indirdi ve kilidi vurdu. İlk gün bitmişti. İkinci gün ise, karanfilli bir balkonda, sessiz bir isyanla başlayacaktı.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.