AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER...
Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
Ömer, sabahki sohbete geç kalmamak için erkenden yatmıştı. Uyandığında saat ikiyi gösteriyordu. Dışarıda derin bir sessizlik hâkimdi. Ay, ince bir bulutun ardına gizlenmiş, sokak lambasının sarı ışığı odanın içine loş bir aydınlık serpiyordu… Ömer abdest aldı, sessiz odada Teheccüt namazına durdu. Secdeye vardığında havanın birden değiştiğini hissetti. Sanki odada yalnız değildi; görünmeyen gözler onu izliyordu. Başını secdeden kaldırıp bakmak istedi, fakat kendini tuttu. İçini saran garip bir ürpertiyle namazı tamamladı. Arkasına döndüğünde kimse yoktu. O sihirli atmosfer, birden dağılıp gitmişti. Tekrar namaza durdu. Bu kez çok daha farklı bir şey yaşandı. Arkasında hissettiği varlık, fısıltıyla kulağına dokunur gibi oldu: “Bırak şu namazı da yat artık…” Yüreğini saran korkuya rağmen namazı bırakmadı. Sonuna kadar devam etti. Bitirdiğinde yatağa uzandı hem ürkmüş hem de yorgun düşmüştü. Az sonra kapı zili çaldı. Ömer yerinden sıçradı. “Kim o?” “Aç, benim, dedi tanıdık bir ses.” Kapıyı açtığında karşısında ağabeyi vardı. “Ahmet ağabey… Hayırdır, erkencisin?” “İşler biraz durgun. Sen niye hâlâ ayaktasın?” “Saat beşte Fatih’e gideceğiz. Uyku tutmadı.” “Sen yat, ben bir şeyler atıştıracağım. Uyanamazsan seni ben kaldırırım.” “Tamam ağabey, sağ ol.” Ahmet mutfağa geçti, sessizce bir şeyler hazırlayıp televizyonun karşısına oturdu. Ömer ise yeniden yatağa uzandı. Gözlerini kapadı, ama aklında hâlâ o secdede yaşadığı ürpertinin yankısı vardı. Ömer yatağa uzandı ama gözlerini kapatmasına rağmen uyku ona uğramıyordu. Kalbi hâlâ hızlı atıyordu; secdede hissettikleri zihninde dönüp duruyordu. “Acaba hayal miydi, yoksa gerçekten bir şey mi oldu?” diye düşündü. . Zaman ağır ağır ilerledi. Dışarıda sessizlik hâkimdi. Sokak lambasının ışığı perde arasından içeriye süzülüyor, odada sanki başka âlemlerden bir gölge dolaşıyordu. Ömer içinden dua etmeye başladı: “Allah’ım, kalbimi sabit kıl. Beni korkularımla değil, rahmetinle kuşat.” Saatler böylece aktı. Uykuyla uyanıklık arasında gidip geldi, O gece, Ömer zihninde Kadir ile yaptığı konuşmaları defalarca tekrar etti. Zihni sessizliğin içinde uzaklara kayıyordu. Günün yorgunluğu, bulanık düşüncelerle birlikte omuzlarına çökmüştü. Her nefes alışında kalbi, gecenin sessizliğinde deli gibi çarpıyordu. Saat neredeyse gece yarısına doğru geliyordu. Dışarıdan gelen köpek ulumaları, odanın karanlığıyla birleşerek ürkütücü bir ritim oluşturuyordu. Ömer gözlerini yeniden kapattı; uykuya dalmak istiyor ama bir türlü başaramıyordu. Derin bir sessizlik çöktü. Gözlerini hafifçe araladığında, odanın karanlığında üç siluet fark etti. Yatağının hemen yanında durmuş, hareketsiz bir şekilde ona bakıyorlardı. Ses yoktu, nefes yoktu; sadece varlıkları vardı. İçlerinden biri, yankılanan bir fısıltıyla konuştu: “Hadi, tutun ayağından. Götürelim…” Dedi. Ömer’in kalbi göğsünde deli gibi çarpmaya başladı. Vücudu felç olmuş gibiydi; kirpiklerinin arasından bakıyor, kıpırdamaya cesaret edemiyordu. Zaman durmuş gibi, her saniye bir kâbusun içinde ağır ağır akıyordu. O anda, kapının yanına yeni bir gölge belirdi. Diğerlerinden farklıydı; Gölge onlara doğru sessizce ilerledi ve görünmez bir çatışma başladı. Ömer ne söylediklerini anlamasa da tartışmanın ruhunu hissedebiliyordu. Oda, görünmeyen bir savaşın sessizliğine bürünmüştü; gölgeler sınırlarını zorluyor, karanlığın içinde hesaplaşıyordu... Yatağın başındaki üç gölge bir anda eriyip yok oldu. Karanlık tekrar sessizliğe büründü; kapının yanındaki gölge hâlâ oradaydı. Ömer, kımıldamadan, sadece bakıyordu. O anda Ömer’in içinde hem korku hem güven duygusu bir arada yükseldi; kalbi hem ürperiyor hem de bir rahatlama hissediyordu. Ömer yavaşça doğruldu, gece odaya gelen Ahmet abisinin ışığı kapattığını sandı bir ara. Titrek sesiyle fısıldadı: “Abi... Ahmet abi?” cevap yoktu. Karanlık daha da yoğunlaşmıştı. Ömer, lambayı açmak için yerinden kalktı, adımlarını sürükleyerek kapıya yöneldi. Elini, kapının önünde duran gölgenin içinden geçirip düğmeye bastı. Kimseler yoktu… Birden her şey yok oldu. Oda bom boştu ne Ahmet vardı ne gölgeler. Sadece ışığın sarı, huzursuz aydınlığı ve Ömer’in göğsünde hızla atan kalbi vardı. Bir süre donakaldı. Sonra lambanın altında yavaşça yere çöktü, ellerini yüzüne kapattı… Bu gece, sıradan bir geceden fazlasıydı. İçinde bir şeyler uyanmıştı; bildiği uykulardan değildi. Gecenin ağırlığı hâlâ omuzlarındaydı. Yüzü solgundu, göz kapakları ağır, bakışları uzaklara dalıyordu. Ev sessizdi. Ömer in içinde gece boyu konuşan sesler hâlâ yankılanıyordu. Ömer’in gözüne bir türlü uyku girmemişti. Sabaha karşı, dışarı çıktığında yüzüne çarpan sabah serinliği bile zihnini tam olarak açamıyordu. Bir süre yürüdükten sonra kendini Sefaların berber dükkânının önünde buldu. Sessiz sokakların içinde tek başına beklerken, içini tarifsiz bir sıkıntı kaplıyordu. Bir süre sonra Sefa göründü. “Selâmünaleyküm.” “Aleyküm selâm, Sefa.” “Ne o, yalnız mı geldin?” “Evet, yalnızım. Kadir birazdan gelir. Halit’ler de gelecek mi?” “Gelecekler. Onları camiden alacağız,” dedi. Çok geçmeden Kadir çıkageldi. Hep birlikte Aksa Camii’nin yolunu tuttular ve Halit’leri de oradan alarak yola koyuldular. Bir süre sonra Ömer, Sefa’ya dönüp hafifçe seslendi: “Sefa, ben Kadir’le gideceğim. Zaten hepimiz tek arabaya sığamayız.” “Tamam, iyi olur. Cami çok kalabalık olur, belki çıkışta görüşemeyiz. Dikkat edin,” dedi Sefa. Ömer, yanında yürüyen Kadir’e dönerek: “Kadir, gelsene, sana söyleyeceklerim var.” “İyi olur, benim de sana soracaklarım var, Sefanın yanında soramadım… Bu hâlin ne böyle, bir şey mi oldu?” Ömer bir süre sustu… Kadir, böyle anlarda acele ettirmezdi; Sonunda Ömer boğuk bir sesle konuştu: “Bu gece garip şeyler oldu, Kadir.” Kadir tüm dikkatini Ömer’e verdi: “Evet bende garip bir gece geçirdim. Geceden beri ayaktayım. Sana ne oldu hele sen onu anlat.” Ömer başını eğdi, anlatmaya utanıyormuş gibi. Sonra toparlanıp devam etti: “Odamda gölge gibi birileri vardı. Beni götüreceklerdi. Üçü yanımdaydı. Sonra biri daha girdi odaya… ” Kadir sessizce dinledi, gözleri Ömer in gözlerinin içini okuyordu. Ömer anlatmayı bitirince Kadir başını iki eli arasına aldı ve sessizliği yarar gibi konuştu: “Dur Ömer, devam etme.” Ömer afalladı. Kadir gözlerini uzak bir noktaya dikmiş, düşüncelerle boğuşuyordu. Sonra başını hafifçe kaldırıp Ömer’e döndü: “O sonradan odaya giren gölge bendim.” Ömer’in kaşı çatıldı, dudakları aralandı ama kelime dökülmedi. Kadir devam etti: “Dün gece derin bir uykudaydım. Biri beni dürttü; sertçe değil ama kararlı bir dokunuştu. Sanki tanıdık biriydi. ‘Kalk, kardeşin zor durumda,’ dedi. Gözlerimi açtığımda senin odandaydım. Kapı açıktı, içeride gölgeler vardı. Üç kişiydiler, yatağının etrafını sarmışlardı.” Ömer’in kalbi hızla atıyordu. Kadir devam etti: “Onlara bağırdım: ‘O benim kardeşim. Onu götüremezsiniz dedim.’ Dinlemediler, aramızda uğultulu bir tartışma başladı. Ben de yüksek sesle Ayetel Kürsi’yi okumaya başladım. Sanki oda çatlayacak gibi oldu. Gölgeler dağıldı, eridiler. Sonra kapının yanına geçtim, seni izledim. Gözlerini aralıyordun ama bakamıyordun. Kalbin çırpınıyordu, hissediyordum.” Ömer boğazı düğümlenmiş bir şekilde doğruldu, gözleri dolmuştu. Kadir gözlerini yere indirdi; anlatmak bile yeniden yaşamak gibiydi. “Şimdi senin anlattığınla birleşince bu artık bir rüya değil, Ömer.” Bir süre ikisi de sustu. Ömer usulca sordu: “İki farklı yerde, iki farklı insan, aynı gece, aynı sahne… Bu nasıl olur?” Kadir gözlerini kaldırdı, Ömer’in gözlerine baktı: “Bu manevi bir bağ Ömer. Kalpten kalbe bir hat kurulmuş gibi. Belki bir koruyucu, belki bir dostluk değil, daha derin bir kardeşlik. Senin için mücadele etmek istedim. Sanki bu, irademin de ötesindeydi.” Ömer’in yüzünde korkuyla karışık bir minnettarlık vardı. “Ben yalnız değilmişim,” dedi fısıltıyla. “Ne oluyorsa, biri benim için hâlâ savaş veriyor.” Kadir elini Ömer’in omzuna koydu: “Yalnız değilsin. Kalbiyle yürüyen yalnız kalmaz. Belki de bu, sana verilen bir işaretti. Sadece yaşamakla değil, korunmakla da sorumlusun hem kendinden hem başkalarından.” Ömer gözlerini kapattı. İlk defa içinden geçen bir cümle dudaklarına döküldü: “Belki de bu bir rüya değildi.” Kadir hafifçe gülümsedi: “Hadi kardeşim sohbete geç kalacağız biraz daha düşünürsek motoru yakarız haberin olsun” diyerek yola koyuldular… Sokak lambalarının sarı ışığı altında bir süre sessizce yürüdükten sonra, caddeden bir taksi çevirdiler. Taksi farlarının ışığı, ıslak asfalta vurup gecenin sessizliğini yararken, Ömer camdan dışarı bakıyordu. Kadir ise ellerini dizlerinin üzerinde birleştirmiş, sessizce dua ediyordu. Ömer ve Kadir için bu sabah, bir tatil değil, bir diriliş zamanıydı. Saat beşi gösterirken Fatih Camisine vardılar. Fatih Camisinin avlusundan geçip, Caminin hemen yanı başındaki türbeye yöneldiler. Taş kapının önünde hafifçe durup, içeri girmeden önce derin bir nefes aldılar. Türbenin kapısından girdiklerinde, hava adeta değişti; burası sessizliğin bile hürmet ettiği bir mekândı. İçeride, türbenin içinde yatan büyük bir kumandan… Bir çağı kapatıp, yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbe-sine vardılar. Kubbenin altından süzülen loş ışık, sanki onun huzurlu yüzüne vuruyormuş gibi, sandukanın üzerindeki yeşil örtüyü aydınlatıyordu. Kadir, ellerini göğsünde bağlayarak usulca başını eğdi. Gözleri dolmuştu. İçinden: “ Rabbim, bu millete onun gibi adaletli ve cesur liderler nasip et,” diye dua etti. Ömer ise türbenin önünde uzun süre kıpırdamadan durdu. Burada, tarihin bütün ağırlığını omuzlarında hissetti. “Böylesine büyük bir gayenin adamı olmak. Demek ki bu dünyada iz bırakmak böyle bir şey,” diye geçirdi içinden. Ellerini kaldırıp dua etti: “ Allah’ım, bize de hakkı savunacak cesareti, imanla dolu bir kalp ver...” Dua bitince ikisi de sessizce dışarı çıktılar. Avluda hafif bir rüzgâr esiyor, minarelerin gölgesi taş zemine düşüyordu. Onlar, sadece bir türbeyi ziyaret etmemiş; tarihin derinliğinde, kendi yollarına dair derin ipuçları bulmuşlardı... Gün henüz doğmamıştı, meydan doluydu. Her şehirden, her yaştan insanlar, ellerinde seccadeler, omuzlarında hırkalar, hepsinin kalbinde bir arayış vardı. Fatih Camisinin minareleri, karanlık gökyüzüne karşı tüm heybetiyle yükseliyordu. Bu, bir dua mimarisiydi. Çünkü o kubbenin altında yüz yıllardır ilim konuşulmuş, imamlar ve alimler yetişmişti. Ve bu sabah, o geleneği Mahmut Hoca devam ettiriyordu. Başka bir zamana geçmiş gibiydiler. Soğuk taş zeminden yükselen hafif bir nem kokusu vardı. Şadırvanın başında abdest alan birkaç kişi, gecenin sessizliğini bozmayacak şekilde fısıltıyla konuşuyordu. İçeri girdiklerinde, mihrap önünde loş bir ışık yanıyordu... Mahmut Hoca henüz kürsüye çıkmamıştı. Ömer, caminin yüksek kubbesine bakarken Kadire dönüp: “Burası başka bir dünya” dedi. Kadir ise hafifçe gülümsedi: “Burası kalbinin konuştuğu yer, Ömer.” Birazdan başlayacak sohbetin, ikisinin de hayatında iz bırakacağından habersizdiler. Mihrabın önünde dizilmiş insanlar, duvarlara yaslanmış gençler, avizelerden süzülen loş ışıklar, sanki gökten değil, kalplerden geliyordu. Mahmut Hoca konuşmaya başladığında salon derin bir nefes aldı ve sonra sustu: “Kardeşlerim. Gençlik, Allah’ın insana verdiği en kıymetli nimetlerden biridir. Aynı zamanda en büyük imtihanıdır. Çünkü gençlik, içinde hem ateşi hem suyu taşır. Ateşin nereye, suyun nereye akacağı, işte o sizin iradenize kalmıştır.” Ömer’in, gözleri hocaya kilitlendi. Sözler, sanki doğrudan ona söyleniyordu. Mahmut hoca devam etti: “Biz gençken zannederiz ki dünya bizim için var, Vakit bitmez, ömür tükenmez. Hep yarın yaparız, yarın tövbe ederiz, yarın başlarız, yarın düzeltiriz. Ama bilmezsiniz ki, yarın dediğiniz şey, kefenin cebinde yazmaz…” Cemaat derin bir sessizliğe büründü. Ömer’in yüreğinde bir şeyler düğümlenirken, Mahmut Hoca devam ediyordu. “Gençlikte insan kendini güçlü hisseder. Bu güç, çoğu zaman nefsin hizmetine girer. Biraz eğleneyim, biraz yaşayayım, sonra Allah’a dönerim. Oysa kardeşim, ölüm yaşlıdan önce genci de bulur. Mezarlıklar, yarın diye erteleyen gençlerle doludur.” Hoca, kürsünün kenarına doğru eğildi, ses tonu daha yumuşaktı: “Peki gençliğin kıymetini nasıl bilirsiniz? İki şeyle. Birincisi, vakti boşa harcamamak. Vakit, altından kıymetlidir; kayboldu mu bir daha gelmez. İkincisi, kalbi temiz tutmak... Kalbinize ne girerse, hayatınız ona göre şekillenir. Şehvet girerse şehvetle yaşarsınız, kin girerse kinle, Allah sevgisi girerse, o aşk ile yaşarsınız. İşte o zaman dünyanız da ahiretiniz de güzelleşir.” Ömer’in boğazı düğümlendi. Sanki kendi hayatını görüyordu bu sözlerde. Geceleri boş sokaklarında geçen vakitleri, kalbini kemiren kırgınlıkları, Arzu’yu, yarım kalmış hayallerini. Hepsi bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. “Unutmayın gençler, diye devam etti Mahmut Hoca. Hayat bir imtihan salonudur. Onun için doğruluk, adalet ve takva, gençliğinizin pusulası olsun…” Hoca bir an durdu, bakışlarını gençlerin üzerine gezdirdi. Ömer, o bakışlarda sanki kendi adını duymuş gibi irkildi. “Gençliğiniz, Rabbin size bir emaneti. Onu hoyratça harcamayın. Yoksa bir gün, “Keşke” kelimesi dilinizden düşmez. Ve bilin ki, “Keşke” ahirette fayda vermez...” Sohbet bitmek üzereydi. Camide derin bir sessizlik oldu. Kimileri başını eğip ağlıyordu. Ömer, ellerini yüzüne kapattı. İçinde, uzun zamandır unuttuğu bir ses fısıldıyordu: “Daha geç değil, hâlâ vaktin var.” Diyordu. O an, belki de hayatındaki en önemli kararın tohumları atılmıştı. “Ey gençler, dedi Hoca, güçlü olmak paraya sahip olmak değildir. Asıl güç; nefsini susturabilmekte, imanla ayakta kalabilmektedir. Bir genç düşünün, kalbi haramla sınanıyor ama sabrediyor. Bir genç düşünün secdede gözyaşı döküyor, çünkü Allah’tan utanıyor. İşte o genç, Allah’ın sevdiği kuludur!..” Ömer yutkundu. Söz tam kalbine değmişti. Sanki birisi içindeki kırık aynaya dokunuyordu. Camide bir uğultu oldu. Ömer’in kalbinde fırtına koptu. Gözleri doldu. Bir şeyler yerinden oynadı sanki. Dünya geri çekildi. Nefsi sustu. Kadir usulca ona baktı, sessizce fısıldadı: “Hoş geldin Ömer, hoş geldin,” dedi. Namaz vakti geldiğinde bin kişi saf tuttu. Fatih Camisinin taş zemininde secdeye kapanan bin alın. Ve secdede gözyaşı dökerek edilen bin dua … O sabah Fatih Camii sadece bir mabet değil, bir mahşer alanı gibiydi. Nefis yargılandı, kalp beraat etti. Namazdan sonra dışarı çıktıklarında güneş çoktan doğmuştu. Kubbeden süzülen ışık, taş zemine değil, Ömer’in kalbine vuruyordu. Ve Ömer o sabah şunu biliyordu artık: “Ben kaybolmadım, yalnızca yolumu unuttum. Şimdi yeniden buldum.” Diyordu içinden. Fatih Camisinden ayrıldıklarında Ömer suskundu. Kadir de öyle. Bu sessizlik, bir yorgunluk değil, bir doğumun sessizliği gibiydi. Meydanın taşlarına ayak sesleri düşerken, Kadir birden konuştu: “Ömer, biz kurtulduk mu dersin?” Ömer durdu, yutkundu: “Kurtulmak büyük laf. Yolun nereye çıktığını anladım. Daha önce yürüyordum, şimdi nereye yürüdüğümü biliyorum.” Bir banka oturdular. Yoldan geçen bir kaç genç dikkatlerini çekti. Sırtlarında çanta, ellerinde kahverengi bez dosyalar. Bazısı elinde radyo taşır gibi Walkman dinliyordu. Şapkalarını kafalarına çekmiş, hızlı adımlarla yürüyorlardı. Kadir onlara bakarak iç geçirdi: “Şunların çoğu bizim gibiydi belki. Yorgun, kayıp. Bize kimse el uzatmasaydı ne olurdu?” Ömer düşündü. Cevabı hazır değildi ama kalbi hazırdı: “Bir el uzatalım o zaman. Bir kardeşin göz yaşını silmek, kendi gözyaşını dindirmektir.” O an karar verildi. Sözleşmiş gibi, Kadir hemen heyecanlandı: “İş yerinde küçük bir grup kursak? dedi Kadir. Gençlere haftada bir sohbet, bir kitap, bir çay, bir dua…” Ömer derin bir nefes aldı: “Sadece anlatmak yetmez. Yaşamak lazım. Bize bakıp “Ben de öyle olmak istiyorum” diyen gençler olmalı. İslam sadece namazdan ibaret değil; merhamet, ahlak, duruş… Ama içine Kur’an, sünnet ve samimiyet katmadan eksik kalır.” Bir süre sustular. Taş zeminde yankılanan ayak sesleri dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Sonra Kadir başını hafifçe yana çevirip gülümsedi. “Biliyor musun Ömer. Bizim davamız bir gül olmak.” Ömer, anlamamış gibi dudaklarını büktü. Kadir devam etti: “Koklandığında herkese bir şeyler verebilmek… Yani dikenin bile, seni tutana zarar vermek için değil, korumak için var olduğunu bilmesi. Bir gül ol ki, sana yaklaşan senden hayır alsın. Kimi renginden ilham alsın, kimi kokundan huzur bulsun. Ama asla boş bir dal olma.” Ömer’in boğazı düğümlendi. Kadir’in sözleri, Mahmut Hoca’nın biraz önce anlattıklarıyla birleşip zihninde derin bir yankı yaptı. Kadir devam etti: “Çünkü gül, kendini saklamaz. Kendi varlığıyla güzeldir. Ve güzelliğini herkese verir. Biz de öyle olmalıyız. Hangi halde olursak olalım, etrafımıza iyilik kokusu yaymalıyız.” O an Ömer fark etti ki; sabah ezanıyla başlayan bu yolculuk, onun için yalnızca bir sohbet dinlemek değildi. Bu, içindeki karanlık koridora atılan ilk ışık huzmesiydi. İçlerinde garip bir huzur vardı; kalpleri sanki yeniden doğmuş gibi hafifti. Yol boyu sessizliklerini Kadir bozdu: “Ömer. Anneannemin mezarı varmış Zincirlikuyu’da. Yeni öğrendim. Yarın gidelim mi?” Ömer, gülümseyerek: “Olur tabi, gideriz .Burada mı yaşamış.” Kadir içini çekti, sonra anlatmaya başladı: “Erzurum’da annemin anneannesi varmış. Mahallede herkesin yardımına koşan, çocuklara bakan, ahali tarafından sevilen bir kadın. Tek arzusu ve dilinden düşürmediği dua şuymuş: “Allah’ım, ne olur mezarımı bir şehidin yanına koy. Dermiş.” Biraz sustu, sonra gözleri uzaklara daldı: “Yıllar önce İstanbul’a, diğer kızının yanına gelmiş. 1968’de vefat edince Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnetmişler. Sonra, yanındaki boş mezara Kıbrıs şehidi genç bir teğmeni koymuşlar. İlk zamanlar gelen giden olmuş ama yirmi yıl sonra kimse uğramaz olmuş.” Ömer dikkatle dinliyordu. “İstanbul’a geldikten sonra, öğrendim ninemizin orada yattığını,” dedi Kadir. Kadir ile Ömer o günden sonra her hafta sonu mezarlığa gidip mezarın bakımı ve temizliği ile ilgilenmeye başladılar. Şehidin mezarını da o zaman fark ettiler. Hafta sonları şehidin mezarına gittiklerinde biraz daha dağılmış buluyorlardı. Sanki birileri sürekli taşlarını yerinden oynatıyor, mezara zarar veriyordu. Ömer ile Kadir kızarak tekrar taşları dikiyor, toprağı sağlamlaştırıyorlardı. Kadir, çamura bulanmış ellerine baktı. Hafifçe gülümseyerek Ömer’e döndü: “Düşünsene, Erzurumlu Saliha bir kadın dua ediyor. Allah onun duasını kabul ediyor. Çocuğu olmayan bir şehidi buraya getiriyor. Ve bizim hiçbir alakamız yokken, benim gibi bir Erzurumluyla, senin gibi bir Siirtliyi İstanbul’a getiriyor. İkimiz de o mezara hizmet ediyoruz. Allah’ın büyüklüğünü görüyor musun?” Ömer sustu. Gözlerinde hem hayret hem şükür vardı. İkisi de birbirine bakıp tebessüm ettiler…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.