İnsanın çocuğu ile övünmesi kendisiyle övünmesi demektir. somerset maugham
YARIM KALAN ARZULAR
AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER... Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
4. Bölüm

4.HER DÜŞÜŞ, YENİDEN DOĞMAK İÇİN BİR DAVETTİR.

19 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Bahçelievler’in sessizliğinde, Yenibosna’da gördüğü küçük, sade bir ilan Ömer’in dikkatini çekmişti:
“Senin için buradayım” diyordu sanki. İlanı elinde tutarken tereddüt etmedi; artık kaybedecek ne kalmıştı ki. O gün, iş görüşmesi için eski bir binanın merdivenlerini çıkarken, Ömer her basamakta içinden bir yük bıraktı. İlk basamakta Arzu’nun adı düştü aklına. İkincide Osmanbey ’deki gençlik hayalleri, üçüncüde babasının yoklukla savaşan baskıcı halleri. Son basamakta ise en derin pişmanlıklarını bıraktı. İkinci kata geldiğinde kapıyı çaldı. Kapıyı sonradan adının Emel olduğunu öğrendiği, genç bir kız açtı:
“Merhaba, ben iş başvurusu için gelmiştim”
“Üst kata çıkar mısınız? Halim usta ile görüşeceksiniz” dedi.
Ömer teşekkür ederek üst kata çıktı ve zile bastı. Kapıyı orta yaşlarında, sert bakışlı ama tok bir sesi olan Halim usta açtı. Kısa bir tanışmanın ardından detaylar konuşuldu.
“Yarın gel, başla,” dedi Halim usta.
Ömer’in aklında ise “yarına değil, yeniye başlıyorum” düşüncesi vardı. Her şeyden uzak, sessiz ve yalnız…
Pazartesi sabahı Ayça Butik’te işbaşı yaptı. Kimseyi tanımıyordu ve tanımakta istemiyordu. İlk günden fark edildi: Bu adam farklıydı. Ne selam verirken gözünün içine bakıyor, ne de fazla konuşuyordu. “Kolay gelsin, nerede çalıştın daha önce?”
“Osmanbey’de.”
“Adın neydi kardeş?”
“Ömer.”
Cevapları bu kadardı, kısa ve net… On çayı molasında herkes mutfağa indiğinde, Ömer küçük bir sandalye çekip, cebinden çıkardığı kitabı sessizce okumaya başladı. Öğle paydosunda ise iş yerinin yanındaki merkez camisinde bir saate yakın kaldı. Namazını kıldı, dua etti; kimseye anlatamadığı şeyleri Yaradan’a anlattı. Saat dörtte çay paydosu olmuştu. Herkes fıkra anlatıyor, sigaralar sarılıyor, çay bardakları dolup boşalıyordu. Ömer yine aynı sandalyedeydi, aynı kitap, aynı suskunluk. Gün bittiğinde herkes paydos ederken, Ömer evine değil, odasına çekiliyordu. Kapısını kapatıyor, dış dünyayla bütün bağını kesiyordu. Elinde bir kitap, dilinde bir dua:
“Geçmişte ettiklerime bin pişmanım Allah’ım. Ben artık senden başkasına sığınmam.”
O sözler dudaklarından değil, kalbinden çıkıyordu. Çünkü bazen en güçlü yakarış, en sessiz olandı. O gece defterine şunları yazdı: “Yeni bir sayfa açmadım. Sayfayı çevirdim. Ama mürekkep hâlâ eski gözyaşlarım.”
İki hafta boyunca sessizce çalışan Ömer’i iş yerindeki Emin fark etti. Bir gün muhasebede çalışan Kadir’e Ömer’den bahsetti. Kadir onu tanımıyordu. İkisi birlikte Ömer’in yanına gidip onu tanımaya onunla konuşmaya karar verdiler. Yanına yaklaşıp selam verdikten sonra Kadir konuştu:
“Selamünaleyküm. Ben Kadir, bu da Emin. Hoş geldin aramıza.” “Aleyküm selam, ben de Ömer,” dedi ve hafifçe tebessüm etti.
Kadir merakla sordu:
“Nasılsın, alışabildin mi buralara?” Ömer omuz silkerek cevap verdi:
“Zor olmadı.”
Emin hemen araya girdi:
“Çok sessizsin, bu dikkat çekiyor. Hep böyle misin? Arkadaşlar soruyor, neden kimseyle konuşmadığını.” Ömer derin bir ses tonuyla karşılık verdi:
“Hazreti Ali ne demiş; az konuş, çok düşün. Çok konuşursan hiç düşünemezsin…”
Bu söz üzerine Emin ve Kadir birbirlerine baktılar, ne diyeceklerini bilemediler. Bir süre yanında sessizce kaldılar, sonra ağır adımlarla uzaklaştılar. Fakat özellikle Kadir’in içinde bu söz derin bir iz bıraktı. Gün boyunca Kadir’in aklında hep aynı cümle dönüp durdu:
“Az konuş, çok düşün. Çok konuşursan hiç düşünemezsin.” Muhasebede çalışırken bile Ömer’in o sakin duruşunu hatırladı. Akşam evine dönerken yolunu değiştirdi, kendini eski bir sahafın önünde buldu. Tozlu camın ardında kitaplara dalıp gitti. İçinde yeniden bir merak, bir arayış doğmuştu. Ertesi gün paydosa yakın Kadir, Ömer’in yanına yaklaşarak tebessüm etti:
“Beyazıt’a gideceğim, bir kitap almam lazım. Beraber gidelim mi?” Ömer hiç tereddüt etmedi:
“Olur, gideriz. Nasıl bir kitap arıyorsun?”
“Üniversite hazırlığı için bir kitap. Buralarda bulamadım.” “Beyazıt’ta kesin buluruz,” dedi Ömer. Paydos olunca birlikte çıktılar. Sessiz adımlarla Beyazıt’ın dar sokaklarına vardılar. Kadir biraz düşünceli, biraz da çekingen konuştu:
“Biliyor musun Ömer, bazen kelimeler boğar insanı. En güzeli susmak, dinlemek, anlamak.”
Ömer ona baktı. Gözleri karanlık ama derin bir deniz gibiydi. Kitapçının kapısından içeri girdiklerinde raflar arasında kaybolup gittiler. Kadir bir kitabı eline alıp tozlu kapağını okşadı:
“Kitaplar suskunların en iyi dostudur. Onlar, insan susarken bile konuşmayı öğretir.”
Ömer kalbinde bir sıcaklık hissetti. Belki de en büyük bilgelik kelimelerle değil, sessizlikle yaşanıyordu. O an Kadir fark etti: Ömer’le aralarındaki bağ kelimelerden öteydi. Bütün kitapçıları tek tek dolaştılar. Kimi çoktan kapatmıştı, açık olanlarda ise aradıkları kitabı bulamadılar. Sultanahmet’e doğru yürürlerken köşedeki dönerciden yayılan koku ikisinin de karnını acıktırdı. Kadir gülerek sordu: “Ben açıktım, döner alalım mı?” Ömer biraz tereddütle: “Olur, alalım,” dedi. Dönerciye yanaşıp sordu Kadir:
“Yarım ekmek et döner ne kadar?”
“Sekiz yüz elli lira,” dedi dönerci. Ömer’le Kadir ceplerini karıştırdılar, ikisinin parası ancak bir yarıma yetiyordu. Kitap için ayırdığı paraya dokunmadı. Kadir gülerek dönerciye:
“Bir yarıma koyduğun eti, bir ekmeğe koysan olmaz mı?” “Olmaz,” dedi dönerci. “Yalnızca yarım veririm.”
Bir yarım ekmek döner alıp Sultanahmet’te bir banka oturdular. Ekmeklerini ikiye böldüklerinde yanlarına bir kedi geldi. Kadir bir parça et uzattı, kedi yedi ama sonra gözlerini Ömer’e dikti. Ömer de birkaç parça verdi. Kedi karnını doyurup usulca uzaklaştı. Kadir kahkaha attı: “Demek ki yarım ekmek üçe bölünebiliyormuş.”
Ömer de gülümseyince, ikisinin arasında ilk defa gerçek bir dostluğun sıcaklığı doğdu…
İş çıkışlarında birlikte Mahmutbey yolunda saatlerce yürür, Ravza Market’i bir müddet geçtikten sonra geri dönerlerdi. Bu böyle saatlerce sürerdi. Konuşmalarında neredeyse hiç dünya kelamı konuşmazlardı. Saatlerce dini konulardan, Sahabeler den, Resûlullah (s.a.v)’den bahsederlerdi. İşyerinde bu dostluk dikkat çekiyor, bazıları imreniyor, bazıları karşı çıkıyordu. Halim Usta özellikle Kadir ve Ömer in bu manevi bağlılığını hoş karşılamıyor, onlara zorluk çıkarıyor, küçük engeller ve soğuk davranışlar sergiliyordu. Kadir bir gün Ömer’e: “Dostluk, fırtınada sığınılan liman gibidir. Ne kadar zor olursa olsun, birbirimizi bırakmayacağız “ dedi. Ve böylece, sessiz ama derin bir bağ, iki genç adamın hayatında yeni bir yol açıyordu…
Ömer ile Kadir’in dostluğu gün geçtikçe derinleşiyor, aralarındaki bağ artık sadece arkadaşlıktan öte, manevi bir kardeşliğe dönüşüyordu. Birlikte geçirdikleri vakitler sıradan bir paylaşım değil, kalplerini birbirine bağlayan bir ip gibiydi. Kimi akşamları mahalledeki dar sokaklardan geçerek birlikte yürürlerdi. Sessizliğe bürünmüş şehrin taş kaldırımları ayak seslerini yankılarken, gökyüzündeki yıldızlara bakıp hayaller kurarlardı.
“Biliyor musun Ömer, derdi Kadir, bazen düşünüyorum da dost dediğin aslında insanın kalbine dokunan kişidir. Sen bana öylesin.” Ömer gülümseyerek karşılık verirdi:
“Sen de bana öylesin Kadir. Belki kan bağıyla değil ama gönül bağıyla kardeşiz biz.”
Başka bir gün, bir çay ocağında küçük bir masaya oturmuşlardı. Önlerinde dumanı tüten ince belli bardaklar, arka tarafta radyodan kısık sesle eski bir türkü çalıyordu. Kadir, elini bardağın sıcaklığına yaslayıp içini dökerdi:
“Dünya zor bir yer Ömer. İnsan bazen boğuluyor gibi oluyor. Ama seninle konuşunca içim ferahlıyor.”
Ömer derin bir nefes alıp karşılık verirdi:
“Çünkü biz birbirimize sadece dert anlatmıyoruz. Kalplerimizi paylaşıyoruz. Bazen bir söz, bazen bir suskunluk bile yetiyor.” Gün gelir, birlikte camiye gider, omuz omuza saf tutarlardı. Ömer’in dudaklarından dökülen dualar Kadir’in yüreğinde yankılanırdı. Sanki aynı dilde değil, aynı kalpte konuşuyorlardı. O anlarda ikisi de anlıyordu: Bu bağ, dünya nimetlerinin ötesinde bir kardeşliğe dönüşmüştü. Zamanla çevrelerindeki insanlar da bu dostluğu fark etmeye başlamıştı. “Ömer ile Kadir’i ayrı görmek zor,” derlerdi. Çünkü onların dostluğu, sıradan sohbetlerin ötesinde, birbirlerini ayakta tutan görünmez bir köprü gibiydi. Birisi tökezlediğinde diğeri kolundan tutuyor, ayağa kaldırıyordu. Ve en çok da geceleri, sessiz odalarda yapılan içli sohbetlerde derinleşiyordu dostlukları. Hayattan, imandan, geçmişten ve gelecekten bahsederken kalplerindeki yükleri hafifletiyor, yarınlara daha güçlü bakıyorlardı. Bir akşam, sessizliği bozan ince bir rüzgâr eşliğinde yürürlerken Ömer, derin bir nefes aldı. Sanki içinde yıllardır sakladığı yük, artık paylaşılmak istiyordu.
“Kadir”, dedi kısık bir sesle. Bir an sustu, gözlerini yere indirdi. Sokak lambasının solgun ışığı yüzüne düşüyordu.
“ Ben Osmanbey’de çok şey yaşadım. Belki kimseye anlatmadım ama içimde koca bir yangın var. Orada kalabalıkların içinde yalnızdım. İnsanların koşuşturmasına karıştım ama hiç birine ait olamadım. Arzu diye biri vardı hayatımda. Kalbimde iz bırakan. Gerçi çok kısa sürdü ama sonunda beni yarım bırakan bir hikâye. O günden sonra kalbim bir daha eskisi gibi olmadı.”
Kadir sessizce dinliyor, Ömer’in dudaklarından dökülen her kelimeyi yüreğine işliyordu.
“ Ailemle de kolay değildi. Geçim sıkıntısı, kavgalar, kırgınlıklar. Hepsi üst üste geldi. Ben de sustum. Konuştukça anlaşılmadım, sustukça içime kapandım. İnsanlardan uzaklaştım, Arzuyu son gördüğümde tesettüre bürünmesi, sanki ben ona layık değilmişim gibi hissettirdi bana. Belki de bu yüzden Allah’a yaklaştım. O’na sığınmasaydım çoktan tükenirdim.”
Ömer’in sesi titredi. Bir an gözleri doldu ama hemen toparlandı. “Bazen düşünüyorum Kadir, insanlardan uzaklaşmak yalnızlık değil. Eğer Allah’a yakınsan, kalabalıklar içinde bile en huzurlu köşeyi bulmuşsun demektir.”
Kadir, dostunun omzuna elini koydu. İçten bir tebessümle, sadece şunu söyledi:
“İşte bu yüzden sana kardeşim diyorum. Çünkü kalbin, en doğru yere bağlanmış...”
Ömer ile Kadir, Yenibosna’da sürekli gittikleri berber Sefa’nın dükkânına uğramışlardı. Tıraş olup biraz sohbet ettikten sonra Sefa, sandalyesine yaslanarak:
“Akşam Sefaköy’de zikre gideceğiz, siz de gelir misiniz?” Ömer ile Kadir bir an göz göze geldiler. İçlerinde aynı heyecan parladı. “Geliriz, saat kaçta?” dedi Kadir. Sefa, dükkânın kapısını kapatırken cevap verdi:
“Akşam sekizde Aksa Camii’nde buluşalım. Halitler de gelecek.” Akşam olduğunda Aksa Camii’nin avlusunda buluştular. Sekiz kişi oldular. Ayrı ayrı taksilere binerek sessizce Sefaköy’e doğru yola çıktılar. Gittikleri evin sokağına yaklaşınca taksilerden indiler. İkili, gruplar halinde, dikkat çekmeden eve girdiler. Evin içerisi loştu, ama huzur vericiydi. Halka halka oturmuş insanlar vardı. Namaz kılındı, ardından zikir başladı. Gönüllerini titreten dualar, tesbihlerin sesi ve ardından yapılan sohbet, iki saate yakın sürdü. Kalpler yumuşamış, ruhlar hafiflemişti. Çıkışta yine aynı sessizlikle, ikişerli gruplar halinde evden ayrıldılar. Ömer ile Kadir, cadde başında bir taksi çevirip yola koyuldular. Taksi gece karanlığında ilerlerken, Ömer başını cama yaslamış, düşüncelere dalmıştı. Dışarıda sokak lambaları birer birer geride kalıyor, şehir uyuyor gibiydi. Sessizliği Ömer bozdu: “Kadir, neden hep beraber girmedik içeri? Ne vardı yani topluca girsek?” Kadir hafifçe tebessüm etti.
“Etrafta bizi gören birileri olabilir diye gizli girdik.” Ömer’in kaşları çatıldı.
“Neden gizlenelim ki? Kötü bir şey yapmıyoruz. Namaz kılıp Allah’ı zikrediyoruz.” Kadir daha ciddi bir ses tonuyla cevap verdi: “Öyle değil kardeşim, bu tür faaliyetler yasak. Görürlerse hemen fişlerler. İrticacı damgası yersin. İşinden olursun, okulundan atılırsın. O yüzden tedbirli olmak zorundayız.” Ömer sessizleşti. Kadir devam etti: “Erzurum’dan hatırlıyorum O dönemi. Daha küçüktüm. Cami cemaatleri bile çekinerek buluşurlardı. Kitap okumaları gizli yapılırdı. Sohbetler evlerin bodrumlarında, perdeleri sıkı sıkıya kapatarak gerçekleştirirlerdi. Birisinin ihbar etmesinden korkarlardı. Çünkü “Allah diyen” herkes potansiyel bir suçlu gibiydi. Bizden önceki kuşak, imanını yaşamak için saklanmak zorunda kalmış.” Ömer yutkunarak: “Belki de o yüzden İslami faaliyetler daha güçlüymüş o dönemde. Gizli yapılan her ibadet her dua, daha bir kıymetli sanki.” Kadir: “Dedem hep anlatırdı. Eskiler onca engellemelere rağmen inançlarını yaşamaktan geriye durmamışlar.” Ömer, başını önüne eğdi. Gözleri derin bir kararlılıkla parladı.
“Demek ki Kadir, Allah’a giden yol bazen gizli adımlardan geçiyor. Ama ben inanıyorum, bir gün bu topraklarda Allah’ın adını anmak suç değil, şeref olacak.” Taksinin motor sesi geceye karışırken, iki dost derin bir tefekkürle yoluna devam etti.
“Kadir. Bu anlattıkların içimi burktu. Allah’ın adını anmak neden suç olsun ki?” Kadir derin bir nefes aldı, gözlerini yoldan ayırmadan konuştu:
“Üniversitelerde başörtüsü yasakları hep vardı zaten. Nice kız kardeşimiz derslere alınmamış, kiminin okul kaydı silinmiş. O günlerde bir tesettürlü kızın kampüse girmesi, adeta meydan okumaymış. Güvenlik görevlileri onların etrafında dolaşır, baskı yaparlarmış bunu hep görüp, gazetelerde okurduk. Çok eskiye gidersen, onların anlattıkları çekilir gibi değilmiş...”
Ömer’in kalbi sıkıştı. Gözlerinin önünde, tanımadığı yüzler belirdi; genç kızlar, okula giremeyen öğrenciler, çaresizce ağlayan analar. Kadir sözlerine devam etti:
“Kitaplar yasaklandı. İslami yayın yapan yayınevlerine baskınlar yapıldı. Raflardan toplatılan eserler oldu. Bizim evlerde sakladığımız kitaplar vardı, bir baskında bulunursa başımıza iş açılır diye sürekli tedirgin yaşardık.” Ömer kaşlarını çattı:
“Kitap okumak, Allah’ı zikretmek, namaz kılmak suç değil ki!” “Değil tabii. Ama o dönemlerde öyle bir korku havası vardı ki, imanını yaşayan çok kişi tehlikeli sayılıyordu. Kahvelerde, çarşılarda bile biri seni sakallı görse, irticacı damgasını vururdu. Sohbetlere sızar, isim toplar, sonra bir gece ev baskınlarıyla insanları alırlardı.” Ömer’in içi ürperdi. Kadir biraz duraksadıktan sonra yumuşak bir sesle ekledi: “Ama biz yılmadık kardeşim. Ne yasak ne baskı kalplerimizi Allah’tan uzaklaştıramadı. Zikir halkalarımız küçüldü belki ama daha samimi oldu. Her gizli dua, her sessiz sohbet bize ayrı bir değer kattı. Biz de biliyorduk ki, iman ateşi ne kadar bastırılırsa, o kadar büyür.” Ömer derin bir nefes aldı. Gözleri parladı:
“Şimdi daha iyi anlıyorum Kadir. Demek ki biz sadece kendimiz için değil, bizden sonrakiler için de direniyoruz. Belki bir gün bu topraklarda Allah’ı anmak gizlenmeyecek. İnsanlar korkmadan secdeye kapanacak.” Kadir gülümsedi:
“O gün gelecek kardeşim. Ama şimdilik sabır, tedbir ve dua zamanı.” Taksi, karanlık İstanbul sokaklarında ilerlerken, iki dostun kalplerinde aynı inanç yankılanıyordu: Baskılar geçici, Allah’a bağlılık ise ebediydi… Ömer Kadiri güneşliye bıraktıktan sonra Yenibosnaya doğru devam etti. Taksi, karanlık sokaklarda ilerlerken taksi şoförü ilerideki polis çevirmesini görüp:
“Arkadaşım üzerinde emanet var mı diye sordu”. Ömer: “yok yok rahat olabilirsin,” dedi. Polislerden biri aracın önünü kesip: “Aracı sağa çek ve aşağıya inin arama yapacağız,” dedi. Polislerden ikisi hızlı adımlarla taksiye yaklaştı. İçlerinden biri kapıyı açıp sert bir sesle: “Kimlik kontrolü! Aşağıya inip kimlikleri çıkarın,” dedi. Ömer arabaya yaslanmış bir şekilde kimliğini çıkarıp polise verdi. Ömer kimliğini verirken, bir diğer polis dikkatle Ömer’e baktı. Sakallarına gözlerini dikti. Kaşlarını çatarak daha sert bir ses tonuyla sordu:
“Sen ne iş yapıyorsun? Nereden geliyorsun bu saatte?”
Ömer sakin bir sesle cevap verdi:
“Tekstilde çalışıyorum. Misafirlikten geliyorum, “ dedi. Polis şüpheyle Ömer’e bakıp Ömer’in üzerini aramaya başladı. Ceketinin içini yokladı, ceplerini tek tek boşalttı. O sırada cebinden küçük bir teyp kaseti çıktı. Kasetin üzerinde kalın harflerle: “Cennet ve Cehennem.” Yazılıydı. Polis kaseti eline alıp yüzüne küçümseyerek baktı.
“Bu ne?”
Ömer gözlerini hiç kaçırmadan polisin gözlerinin içine baktı: “Üzerinde ne yazıyorsa o. Cennet ve Cehennem. Her insanın bir gün mutlaka kendi tercihiyle karşılaşacağı iki yol.” Sözler bir an havada asılı kaldı. Ömer’in sesindeki dinginlik, sanki gecenin sessizliğine karışıp polislerin kalbine işliyordu. Kaseti elinde tutan polis yutkundu, bakışları yumuşadı. Yanındaki diğer meslektaşına kısa ama kararlı bir sesle:
“Tamam arkadaşlar, bırakın gitsinler,” dedi.
Polisler geri çekildi. Kimlikleri iade ettiler. Taksi tekrar hareket ettiğinde, Ömer bir süre sessiz kaldı. Motorun uğultusu arasında taksi şoförü dikiz aynasından Ömer’e bakarak:
“Arkadaşım, az önce söylediğin söz var ya Onların yüreğine dokundu. Bunu gözlerinde gördüm.” Ömer ise başını yana yasladı, derin bir nefes aldı.
“Bazen bir cümle, bir ömürlük nasihat gibidir. Kalbe değerse, ardında iz bırakır,” diyerek tebessüm etti. Taksi karanlıkta ilerlerken, Ömer’in içinde tarifsiz bir huzur vardı. O gece, sadece bir kimlik kontrolünden geçmemişti; aslında kalbindeki imanın ne kadar derin olduğunu bir kez daha anlamıştı. Ve ne acıdır ki; az önce kadirin anlattıklarına şahit olmuştu.
Ertesi sabah Ömer, Kadir’in evine uğradı. İçeri girdiğinde Kadir onu kapıda karşıladı. Ömer’in yüzündeki yorgun ifade dikkatini çekmişti. “Hayırdır Ömer, dün geceki yolculuktan beri dalgınsın,” dedi Kadir. Ömer bir sandalye çekip oturdu, ellerini dizlerinin üzerine koydu. Bir an sustu, sonra içini çekerek konuştu:
“Dün seni bıraktıktan sonra polisler çevirdi. Az kalsın beni götürüyorlardı Kadir. Kimlikte memleket Siirt yazıyor sakallı falan görünce daha fazla üstüme geldiler. Kimlik kontrolü değil sanki sorguya çekildim. Üzerimi aradılar, kaseti buldular.” Kadir merakla sordu:
“Ne dediler?”
“Kasetin üzerinde “Cennet ve Cehennem” yazıyordu ya… Polis sordu: “Bu ne?” Ben de: “Üzerinde ne yazıyorsa o. İnsanın sonunda mutlaka karşılaşacağı iki yol.”
Öyle bir an oldu ki, söz boğazımdan çıkarken sanki Allah söyletti. Polis birden sustu, arkadaşlarına döndü, “Bırakın gitsinler,” dedi. Kadir, gözleri parlayarak tebessüm etti.
“Kardeşim, o an senin ağzından dökülen söz sadece laf değil, iman dolu bir nasihatmış. Kalplerine dokunmuş işte.” Ömer’in gözleri dalgınlaştı.
“Kardeşim, yine de sakallı olduğum için daha çok sorguladılar. Sanki suçluymuşum gibi hissettirdiler. Az kalsın alıp götüreceklerdi. İçimden “Ya Allah” diye geçirdim. Sonra sözler kendiliğinden çıktı.” “Ömer, bizi götürseler de yüzümüzdeki sakal, elimizdeki kaset suç değil. Belki de yaşadığımız her şey bize sabrı öğretiyor. Unutma, Allah kulunu hiçbir zaman yalnız bırakmaz.”
“Haklısın kardeşim. O geceyi yaşadıktan sonra şunu anladım: İmanla söylenen bir cümle, kimi zaman bir zindanı bile aydınlatabilir.” Bir süre sessizlik oldu. Sokağın köşesinden bir siren sesi yankılandı, ikisi de istemsizce birbirine baktı. Ömer:
“Ama biliyor musun Kadir, asıl acı olan şu… Artık insanlar gerçek Müslüman ile, İslam’ı kötü emellerine kalkan edenleri birbirinden ayıramıyor. Eskiden birinin sakalı, alnındaki secde izi huzur verirdi insana; şimdi korku veriyor.” Kadir:
“Çünkü bazıları dini, kendi öfkesine, kendi amaçlarına perde yaptı. Sözde Allah adına yapılan eylemler, aslında Allah’ın razı olmadığı şeyler. İslam’ı gerçek anlamda yaşayan biri, başkasına zarar veremez. Onlar İslam’ı savunmuyor, İslam’a zarar veriyorlar.”
“Evet,” dedi Ömer hüzünle. “Bu da bir tür operasyon gibi… Gerçek inancı kirletmek, güzel olanı çirkin göstermek. Sanki birileri bilerek İslam’ı karalıyor, Müslümanların kalbine korku düşürmek istiyor.” Kadir ellerini cebine soktu, başını hafifçe kaldırarak gökyüzüne baktı: “Bu hep böyleydi kardeşim. Hak ile batılın mücadelesi hiç bitmedi. Ama unutma, karanlık ne kadar artarsa, sabah o kadar yakındır. Biz sadece kendi kalbimizi koruyalım.” Ömer gözlerini kapadı, başını hafifçe eğdi:
“Belki de imtihanımız bu. Yanlışların içinde doğru kalabilmek.” Kadir gülümsedi:
“Aynen öyle. Zaman karışık, ama yol belli. Bize düşen sadece o yoldan ayrılmamak. İşte bu yüzden biz kardeşiz Ömer. Kalplerimiz aynı hakikate bağlı.”
O anda ikisi de fark etti: Yaşadıkları tehlike, dostluklarını daha da perçinlemişti. Dün geceki polis kontrolü, aslında onların imanlarını sınayan bir imtihandan ibaretti…
O gece Ömer, eve döndüğünde uzun süre uyuyamadı. Gün boyu yaşadıklarını zihninde tekrar tekrar düşündü. Polislerin yüz ifadeleri, cebinden çıkan kaset, kalbine gelen sözler… Hepsi gözlerinin önünden geçip durdu. Sonunda kalktı, abdest aldı. Seccadesini serip Teheccüt namazına durdu. Karanlık odada sadece kalbinin sesi duyuluyordu. Secdeye kapanınca gözyaşları yanaklarına süzüldü.
“Ya Rabbi,” sen biliyorsun ki biz kimseye kötülük etmeyiz. Tek gayemiz sana kulluk etmek, seni zikretmek. Eğer bu yol için imtihana tabi tutuluyorsak, bize sabır ve sebat nasip et.” Uzun dualardan sonra sessizce oturdu. Yüreğinde bir huzur dalgası yayıldı. Ellerini yüzüne sürdü ve kendi kendine mırıldandı:
“ Sadece Allah yolunda ibadetine bakan birinin kime ne zararı olabilir ki? Allahtan korkan biri, kimseye zarar veremez…”
Bu cümleyle birlikte içindeki ağırlık hafifledi. Kalbinde yalnızca derin bir teslimiyet ve tarifsiz bir huzur kaldı...
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL