AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER...
Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
Ömer, askerlik dönüşünün ardından kısa bir tatil yapmıştı. Daha sonra, Ayça Butiğin sıcak ama yorucu ortamından uzaklaşmak için Merter’deki küçük bir tekstil şirketine girmişti. İşin ağırlığı bedenini yorsa da yorgunluk ruhunu esir alamıyordu. Sabahın erken saatlerinden geceye kadar aralıksız çalışıyor, akşamları yorgun adımlarla evine döndüğünde sadece yatağa uzanmak istiyordu. Neredeyse kendini unutmuş gibiydi. Bir gün işten çıkıp sokakta yürürken, yanından geçen gençlerin kahkahaları kulağına çalındı. “Keşke ben de onların enerjisiyle dolu olsam,” diye geçirdi içinden. Ama biliyordu ki, şu an için önceliği sadece ayakta kalmak ve ailesine destek olmaktı... Bir akşam, Kadir eve dönmüş, odasında ders çalışıyordu. Telefon çaldı. Arayan Ömer’di. Sesinde yorgunluk, biraz da özlem vardı: “Kadir, bugün yine çok yoruldum. İşimden hiç memnun değilim. Sabahlara kadar çalışıyoruz çoğu zaman.” Kadir gülümsedi: “Ömer, ne kadar güçlü olduğunu unutma. Benim üniversite hayatım zor, nelerle uğraşıyoruz bir bilsen. Seninki bambaşka. Bir birimizi anlayınca yıkılmayız.” Ömer, içindeki boşluğu Kadir’in sözlerinde bulduğu güçle doldurmaya çalıştı. Her ne kadar farklı karakterlerde olsalar da dostlukları hayatın zorluklarına karşı en büyük sığınaklarıydı… Kadir, üniversite kampüsünde bambaşka bir hayat yaşıyordu. Hukuk Fakültesi’nin kalabalık dersliklerinde yeni dostluklar kuruyor, fikirlerini cesaretle savunuyordu. Bir gün amfide arkadaşlarıyla otururken, din ve inanç üzerine bir tartışma çıktı. “İnanç, insanın en özel parçasıdır. Başkasının anlayışı ya da eleştirisi asla bizi yolumuzdan döndüremez,” dedi Kadir, sakin ama kararlı bir sesle. Orada bulunan biri alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi: “Senin inancın sana ne kazandırıyor? Hukuk mu okuyorsun sen, yoksa tarikat mı?” Kadir gözlerini kaçırmadan yanıtladı: “İnancım adaleti, doğruluğu öğretiyor. Bir birimizle tartışırken bile saygıyı unutmamalıyız.” Arkadaşlarının bakışlarında önce bir şaşkınlık, sonra da saygı belirdi. Kadir, o anın kendisi için bir dönüm noktası olduğunu hissetti. Hukuk Fakültesi’nin yüksek tavanlı amfisinde sözlerini bitirdiğinde, salonun üzerinde sessiz bir gölge dolaştı. “İnanç, insanın en özel parçasıdır. Başkasının anlayışı ya da eleştirisi bizi yolumuzdan döndüremez,” demişti. Bu söz hem kendisine hem de orada bulunan herkese yöneltilmişti. Bazılarının yüzünde küçümseyici bir tebessüm belirmiş, bazılarınınsa gözleri saygıyla parlamıştı. İşte o an Kadir anladı ki, bu mücadele sadece fikirlerin değil, kalplerin de savaşıydı. Fakültede yıllardır süren bir gerilim vardı. İslami faaliyetlerde bulunan öğrenciler, seküler ya da muhalif gruplarla neredeyse her gün karşı karşıya geliyordu. Bu sadece sözlü sataşmalarla sınırlı kalmıyor, zaman zaman yumruk yumruğa kavgaya dönüşüyordu. Özellikle Filistin meselesi gündeme geldiğinde, öğrenciler Beyazıt Meydanı’nda toplanır, sloganlarla yürüyüş yapardı. Polis çoğu zaman etrafı sarar, ama gençlerin öfkesi ve coşkusu taşmaya devam ederdi. Kadir çoğu zaman bu yürüyüşlerin ön saflarında olurdu. İnancı, adalet arayışıyla birleşmişti. O, sadece dini değil, aynı zamanda hak ve hukuk mücadelesini de İslam’ın bir gereği olarak görüyordu. Yanında en çok duran kişi ise Ömer’di. Ömer, işten izin alır, Beyazıt’a gelirdi. Yorgun bedeniyle, diri bir yürekle kardeşinin yanında yürür, sloganlara katılırdı: “Kudüs bizimdir!” “Zulme karşı direniş onurumuzdur!” Gözlerinde tarifsiz bir ateş yanardı. Fakat üniversitede herkes Kadir ve arkadaşları gibi değildi. İslami kimliği benimsediğini söyleyen başka bir grup daha vardı. Onlar kavgaya, yürüyüşe, hatta yüksek sesli tepkiye karşıydılar. “Biz sadece dil ile uyarırız,” derlerdi. Üniversite bahçesinde kızlı erkekli alaycı kahkahalar yükseldiğinde, uygunsuz davranışlar sergilendiğinde bile sessiz kalırlardı. Kadir, bu pasifliği kabullenemiyordu. Onlara bakınca içinden şöyle geçirirdi: “Bir Müslüman eyer, İslam’ın onuruna sahip çıkmayacaksa, haksızlığa karşı sesini yükseltmeyecekse, o zaman bu inanç sadece dillerde kalan bir süsten ibaret olmaz mı?” İşte bu düşünce onu daha da kararlı kılıyordu. Onun için inanç, yalnızca kalpte yaşanan bir duygu değil, hayatın her alanına taşınması gereken bir sorumluluktu. Hukuku okumasının da sebebi buydu: İnsanların haklarını korumak, zulme karşı çıkmak, adalet terazisini hakkıyla tutabilmek. Zamanla tehditler almaya başladılar. Duvarlara yazılar yazılıyor, kimliği belirsiz kişiler tarafından takip ediliyorlardı. Fakat bu tehditler Kadir’in azmini daha da güçlendiriyordu. “Korkunun olduğu yerde iman eksiktir,” derdi. Arkadaşları bu sözleri duydukça biraz olsun teselli bulur, cesaretlenirdi. Ömer içinse durum farklıydı. O, bir hukuk öğrencisi değildi. Ama kardeşi ve arkadaşlarının yanında olmayı bir görev biliyordu… O sabah Ömer işe gitmemeye karar verdi. Kadir’in ısrarıyla fakülteye, derse girmek için onunla birlikte yola koyuldular. Daha önce hiç öğrenci sıralarında oturmamıştı; içinde garip bir heyecan vardı. “Bir günlüğüne hukuk öğrencisi olmak” düşüncesi bile yüzünde çocukça bir tebessüm oluşturuyordu. Sınıfa girdiklerinde kimse şüphelenmedi. Okulun ilk günleriydi; yüzler henüz birbirine alışmamış, kalabalıkta kim kiminle belli değildi. Ömer, Kadir’in yanına oturdu, önüne bir defter çıkardı. Hoca derse başladığında Ömer de ciddiyetle kalemini eline aldı, başını eğdi ve sanki not alıyormuş gibi yapmaya başladı. Hoca, medeni hukukun temel kavramlarını anlatıyordu: “Kişilik, hak ehliyeti, fiil ehliyeti...” Ömer ise hiç anlamadığı kelimeleri defterine çizgiler, yuvarlaklar, okunmaz karalamalar halinde yazıyordu. Arada sırada başını sallıyor, hoca gibi ciddi bir bakış atmaya çalışıyordu. Kadir, Ömer’in bu hâlini fark edince gülmemek için kendini zor tuttu. Ömer’le göz göze geldiklerinde ikisi de dudaklarını ısırıyor, kahkahaları boğazlarında düğümleniyordu. O anlarda, fakültenin ağır havası, hukukun ciddiyeti bir anda dağılıyor; iki dostun yüreği sıcacık bir oyun havasına bürünüyordu. Dersin sonunda hoca kitaplarını toplayıp çıktı. Öğrenciler yavaş yavaş dağılmaya başladılar. Ömer, defterini sertçe kapattı, yüzünde yaramazca bir gülümsemeyle Kadir’e döndü: “Kadir, vallahi tek kelimesini anlamadım. Allah size yardım etsin!” Kadir kahkahayı bastı. Ömer’in saf ve dobra sözleri, dersin bütün ağırlığını bir anda alıp götürmüştü. Gülüşerek fakültenin taş merdivenlerinden indiler. Beyazıt’a doğru yürürken çarşının kalabalığına karıştılar. Kitap kokusu, simitçilerin sesi, eski İstanbul’un o telaşlı ama içten havası arasında yan yana yürürken ikisinin de içi tarifsiz bir mutlulukla doluydu. Ömer için o gün, sadece bir derse girip çıkmak değildi. Kardeşinin dünyasına adım atmış, onun yükünü, onun havasını bir anlığına da olsa teneffüs etmişti. Kadir içinse Ömer’in varlığı, o kalabalık fakülte sıralarında bir huzur kaynağı olmuştu. Yine bir yürüyüşte, Kadir’in yüzüne aldığı bir darbeden sonra elini tutup kaldırdığında, kendi yüreğinde de bir şeylerin değiştiğini hissetmişti. Artık sadece ailesi için çalışan, geçim derdinde bir genç değildi; daha büyük bir davanın parçasıydı. Ne var ki fakültedeki ayrışmalar, sadece karşıt gruplarla değil, aynı görüşü paylaştıklarını iddia edenler arasında da derinleşiyordu. Kadir’in dahil olduğu grubu fazla radikal görenler vardı. Onlar, “İslam sessizliktir, sükûnettir. Karışmayın, siz kendi ibadetinizi yapın,” derlerdi. Oysa Kadir ve arkadaşları, İslam’ın sükûnet kadar direnişi de öğrettiğini savunuyordu. Bir gün fakülte bahçesinde büyük bir tartışma çıktı. Karşı gruplardan biri yüksek sesle şarkılar söyleyip dans ederken, Kadir buna tepki gösterdi: “Burası bir ilim yuvası, burası edebin ve ahlakın korunması gereken bir mekân!” Pasif grup ise kenardan izliyor, hiçbir şey demiyordu. Hatta içlerinden biri sessizce, “Boş verin, ne gerek var?” diye fısıldadı. İşte o an Kadir’in içinde öyle bir öfke kabardı ki, pasifliği de taşkınlığı da reddeden bir çizgide durmayı seçti. Onun gözünde hakikat hem sabrı hem de mücadeleyi aynı potada eriten bir yoldu… O gece eve dönerken Ömer, Kadir ile uzun uzun konuştu: “Kardeşim,” dedi yorgun ama kararlı bir sesle, “bazen düşünüyorum da bu yolun sonu nereye varacak?” Kadir gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı: “Sonu önemli değil, Ömer. Biz doğru bildiğimiz yolda yürüyoruz. Eğer biz susarsak, bu üniversitede, bu şehirde, hatta bu ülkede adaletin sesi kim olacak?” Ömer sustu. İçinde hem korku hem hayranlık vardı. Belki de bu yol, hayatlarını bambaşka yönlere sürükleyecekti. Bildiği tek şey, kardeşinin omzunda taşıdığı bu yükün sıradan bir yük olmadığıydı. Ve böylece, fakültenin taş duvarları arasında başlayan bu mücadele hem imanlarını hem de kardeşlik bağlarını daha da derinleştirmişti… O gün, gökyüzü ağır bulutlarla kaplıydı. Kadir, Ömer ve diğer arkadaşları, ellerinde pankartlarla Ayasofya Meydanı’na doğru yürürken, kalabalığın gür sesi her adımda daha da yükseliyordu. Meydanda toplanmış yüzlerce genç tek yürek olmuştu. Coşku dolu sloganlar göğe yükseliyordu: “Fatih’in emanetini kapatamazsınız!” “Ayasofya camidir, cami kalacak!” “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın!” Her slogan, tarihî surların arasında yankılanıyor, taş duvarlar bile bu haykırışa eşlik ediyordu sanki. Ömer, kalabalığın içinde kardeşinin yanında dimdik duruyor, sesi kısılana kadar bağırıyordu. Onun için bu sadece bir slogan değildi; kalbinin en derininden gelen bir feryattı. Gösteri bir süre sonra polis müdahalesiyle dağılmaya başladı. Gençler yavaş yavaş meydandan ayrılırken, Kadir ve Ömer Ayasofya’nın görkemli kubbesine baktılar. Gözlerinde hem öfke hem de hüzün vardı. Biraz ileride, meydandaki kalabalıktan uzak bir köşeye oturdular. Yorgun ama heyecanlıydılar. Ömer derin bir nefes aldı, gözlerini devasa kubbeye dikerek konuştu: “Kadir, düşünsene… Asırlarca cami olarak göğe yükselmiş bu kubbe… Fatih Sultan’ın emaneti. Sonra bir gün, nasıl oldu da kiliseye çevrildi? Hangi cesaretle bu kapılar dualara kapanabildi?” Kadir’in yüzünde buruk bir tebessüm belirdi: “Ömer, işte bu da tarihin acı yüzü. Fetih’le birlikte bu topraklarda İslam’ın simgesi olmuştu. Fakat yıllar geçti, güç el değiştirdi. 1930’lu yıllarda, Ayasofya’nın zincirleri vuruldu. Camiden çıkarılıp müze yapıldı. Bize ‘ilerleme’ diye sundular ama aslında bir geri gidişti. Çünkü bir mabedin asıl kimliğinden koparılması ilerleme olamaz.” Ömer kaşlarını çattı, kalbinin en derininde bir sızı hissetti: “Böylesine büyük bir emaneti müze yapmak, tarihimize, kimliğimize vurulmuş en büyük darbelerden biri değil mi?” Kadir: “Evet kardeşim. Ama inan ki bu ebediyen böyle kalmayacak. Bir gün bu zincirler kırılacak, Ayasofya yeniden secdelere açılacak. Biz belki görürüz, belki göremeyiz ama mutlaka o gün gelecek.” Ömer, umutlu bir tebessümle fısıldadı: “Ben inanıyorum ki Rabbim bize o günleri gösterecek. Belki gençliğimizde, belki ihtiyarlığımızda… Ama mutlaka o gün gelecek. Ayasofya’da yine ezanlar okunacak, kubbesi yine Allahu Ekber nidalarıyla yankılanacak inşallah.” Kadir, Ömer’in bu duasına katılarak: “Âmin… “ Dedi. İkisi de bir süre sustular. Yalnızca rüzgârın uğultusu ve kuşların şakıyışları duyuluyordu. Sonra Kadir ellerini semaya kaldırdı, Ömer de ona eşlik etti. Meydanın ortasında, yüce kubbenin gölgesinde dua etmeye başladılar: “Allah’ım, Ayasofya’yı tekrar cami olarak açmayı bizlere nasip et. Fatih’in emanetini yeniden diriltmeyi, burada namaz kılmayı bu millete nasip et…” O an gözlerinden yaşlar süzüldü. İki kardeş dualarında birleşmişti. İçlerinde tarifsiz bir iman ve umut vardı. Tarih boyunca nice nesiller bu hayalle yaşamıştı. Şimdi onlar da aynı kervana katılmışlardı… Ayasofya, o gün hâlâ müze olarak sessizdi. Ömer ve Kadir’in dualarında ise, Ayasofya’nın kubbesinde ezan sesleri çoktan yankılanıyordu….
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.