AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER...
Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
Dağıtım izni göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Ömer, İstanbul’da geçirdiği o bir haftada hem ailesinin sıcaklığını tatmış hem de dostlarının yüzünü görmüş, içindeki özlemi biraz olsun dindirmişti. Artık vakit gelmişti; yeni bir yolculuk onu bekliyordu. Usta birliği için Tekirdağ’a gidecekti. Sabah erkenden evin kapısının önünde sessizlik hâkimdi. Annesi, Ömer’in çantasını hazırlamış, defalarca kontrol etmişti. Çoraplar, defter, birkaç kalem, biraz da evden götürdüğü küçük yiyecekler… Hepsi itinayla yerleştirilmişti. Anne kalbi işte; oğlunun gittiği yerde aç kalmasından, üşümesinden korkardı. Kapının eşiğinde vedalaşma vakti gelince gözyaşları tutulamadı. Annesi oğluna sıkıca sarıldı: “Allah’a emanet ol oğlum. Dualarım seninle.” Dedi. Ömer boğazında düğümlenen sözcükleri zor yuttu: “Merak etme anne. Rabbim izin verirse bu da geçecek, dönüp geleceğim.” Ömer babasının da elini öpüp vedalaştıktan sonra, babası sessizce yerine oturdu. Öylece duruyordu. Gözlerinden yaş akmadı ama bakışları her şeyi anlatıyordu. Erkekçe suskunluğun ardında gizlenen ağır sevgi ve gurur, Ömer’in kalbine dokundu. Keşke bir kere olsun şöyle sıkıca sarılabilseydim babamla diye geçirdi içinden... Kadir de uğurlamaya gelmişti. Otobüs terminalinde birbirlerine sıkıca sarıldılar: “Oralarda da dik dur kardeşim. Biz hep buradayız.” Ömer gülümsedi, dostunun sırtını sıvazladı: “Biliyorum. Siz varsınız ya, bana yeter.” Otobüs perona yanaştığında içinden ağır bir hüzün geçti. İstanbul’u, annesini, dostlarını geride bırakmak kolay değildi. Çantasını koltuğa koydu, oturdu. Motor çalıştığında şehrin ışıkları yavaş yavaş geride kaldı. Yol boyu dalıp gitti. Bir yanda askerlik disiplininin ağırlığı, bir yanda Emel’in gözlerinde bıraktığı suskun vedanın acısı… İçinde birbirine karışan onlarca duygu vardı. Yol Tekirdağ’a doğru uzadıkça kalbinde bir boşluk büyüyordu, aynı zamanda yeni bir sayfa açılacak olmasının farkındaydı… Tekirdağ’a vardığında şehir serin bir rüzgârla karşılamıştı onu. Otobüsten indi, etrafına bakındı. İstanbul’un gürültüsünden sonra daha sakin, daha ferah bir havayla yüzleşti. Sahilden gelen tuzlu hava, şehrin üstünde ince bir serinlik bırakıyordu. Yabancı bir yerde olmanın verdiği ürpertiyle aynı anda garip bir huzur duydu. Caddeler İstanbul’a göre daha boştu; adımlarını hızlandırmasa da yüreği farklı bir ritme bürünmüştü. Önünde yeni bir dönem, ardında ise yarım kalmış arzular vardı. Adımlarını ağırlaştırarak kışlanın yolunu tuttu. Dar sokaklardan geçerken, taş duvarların gölgeleriyle baş başa kaldı. Her adımda içi titriyordu hem heyecan hem de hafif bir korku vardı içinde. Kışla kapısı, sert metal kapakları ve nöbetçi askerlerin bekleyişiyle uzaktan bakıldığında hem ürkütücü hem de büyüleyici görünüyordu. Bu kapıdan içeri girmek, ona sadece askerlik görevini değil; hayatının başka bir dönemine adım atacağını da hatırlatıyordu. İçten içe, kendine söz verdi: “Ne olursa olsun, burası benim sınavım olacak.” Ve adımlarını hızlandırarak kışla kapısına doğru yürümeye başladı; her adımı, geçmişin ağırlığını biraz daha geride bırakıyor, geleceğe doğru sessiz bir yolculuğa dönüşüyordu. Elinde çantasıyla kışlanın kapısına doğru yürüdü. Kapıda nöbet tutan askerlere selam verdi, kimliğini kontrol ettiler. Ömer derin bir nefes alarak içeri adım attı… Beton binalar, geniş iç avlu ve düzenli koşturan askerler… Her şey yepyeni bir dünyanın başlangıcı gibiydi. İçinde hem bir tedirginlik hem de bir kararlılık vardı. “Burası artık benim yeni yuvam” diye düşündü. İstanbul’un özlemi, Emel’in suskunluğu, ailesinin duası… Hepsi cebinde taşıdığı görünmez bir emanet gibiydi. Artık Tekirdağ da askerlik yolunun en zorlu fakat en öğretici kısmı başlıyordu... Koğuşuna vardığında geniş, uzun bir salonla karşılaştı. Yan yana dizilmiş onlarca ranza, ortada bir koridor, duvarlarda askılıklarda asılı kamuflajlar… Her şey düzenli, sertti. Ranzaların demirleri soğuk ve gri, çarşaflar bembeyazdı. Ömer, kendisine gösterilen yatağa çantasını bıraktığında etrafta başka askerler de yeni yerleşmeye çalışıyordu. İlk dikkatini çekenlerden biri, zayıf yapılı biriydi. Yanına oturup gülümseyerek tanıştı: “Ben Ömer. İstanbul’dan geldim. “Ben de İstanbul’dan geldim. Adım Nihat.” Bir başka ranzada iri yapılı, gür sesli bir asker oturuyordu. O da gülerek lafa girdi: “Benim adım Zeynel. Bursa’dan geldim. Belli ki burada beraber çok gün sayacağız. Ben iki yıldır buradayım diyerek tebessüm etti.” Kısa sürede birkaç kişi daha toplandı. Farklı şehirlerden, farklı hayatlardan gelmiş gençler, tek bir koğuşun içine sıkıştırılmıştı. Sohbetler başladıkça herkesin ortak noktası aynıydı. Özlem... Kimisi nişanlısını, kimisi köyündeki anne babasını, kimisi de küçük çocuğunu özlüyordu. Ömer ise daha sessizdi. İçinde biriken kelimeler dudaklarına ulaşmıyor, sadece gözlerinde biriken gölgelerden okunuyordu. Aklı hâlâ İstanbul’daydı; Annesinin gözyaşı, Kadir’in onu uğurlarken sırtına vurduğu dost tokadı. Her şey zihninde bir film sahnesi gibi dönüp duruyordu... İlk akşam içtiması sert geçti. Komutan yüksek sesle kuralları anlattı, disiplinin önemini hatırlattı: “Burada kardeş olacaksınız, burada tek yumruk olacaksınız.” Diyordu. Ömer istemsizce Nihat’ın yüzüne baktı; içinde bir koruma hissi doğdu. Gece olduğunda koğuşa sessizlik çöktü. Herkes kendi yatağına çekildi. Çarşafların gıcırtısı, nefeslerin ritmi duyuluyordu. Ömer gözlerini tavana dikti, uyumaya çalıştı ama zihni susmadı. “Burada kaç ayım geçecek? Dayanabilecek miyim? İstanbul’da bıraktıklarım beni bekler mi...?” soruları arasında boğuldu. Yan ranza gıcırdadı. Eyüp adında bir arkadaş sessizce konuştu: “Uyuyamıyor musun?” “Yok, daha alışamadım galiba,” dedi Ömer. Eyüp derin bir iç çekti: “Ben de… Rahmetli annem rüyama giriyor sürekli.” Ömer gözlerini kapadı, yüzünde buruk bir ifadeyle: “Allah rahmet eylesin,” diyerek sustu… İlk günler böyle geçti. Yeni arkadaşlıklar kurmaya başlamıştı ama içindeki yalnızlık kolay kolay gitmiyordu. Her sabah uyanıp sıraya dizildiğinde, aslında herkesin yüzünde aynı yorgunluğu ve aynı hasreti görüyordu. Asker ocağı herkesi eşitlemişti: kim zengin, kim fakir, kim şehirden, kim köyden gelmişti fark edilmiyordu. Ömer, Tekirdağ’daki ilk günlerinde hem dostluğun kıymetini hem de yalnızlığın ağırlığını derinden hissetmişti. Ve biliyordu: buradaki günler, hayatını biraz daha yoğuracak, sabrını biraz daha sınayacaktı… Aradan iki ay geçmişti. Ömer artık Tekirdağ’daki kışlanın soğuk duvarlarına, koğuşun sabahları yankılanan koğuş kalk sesine, sert eğitimlere alışmıştı. İlk günlerde yabancılık çektiği asker ocağı, yavaş yavaş onun için düzenli bir hayata dönüşmüştü. Zaman geçtikçe komutanlar Ömer’in titizliğini, işine olan dikkatini fark etmiş ve onu terzihaneye almışlardı. Terzihanede günler daha farklı geçiyordu. Makasın sesi, dikiş makinelerinin tıkırtısı arasında vakit daha yumuşak akıyordu. Kamuflajlarda sökülmüş düğmeleri dikiyor, yırtılan cepleri onarıyor, kimi zaman da yeni gelen askerlere üniforma ayarlıyordu. Bu yeni görev ona nefes aldırmıştı. Eğitim alanında sürünmek, bağırılan emirleri tekrar etmek yerine burada dikiş işleri ile uğraşıyordu. Ömer’in ruhunda bir şey değişmiyordu. Her sabah dikiş masasının başına geçtiğinde, ipliği iğneye geçirirken zihni İstanbul’a gidiyor, kalbi çırpınıyordu. Kafasındaki cevapsız sorular beynini bir kurt gibi kemiriyordu. Kimi zaman elindeki dikişi yanlış yapıyor, farkında olmadan ipliği koparıyordu. Koğuş arkadaşları onun sessizliğini fark etmişti. Özellikle Nihat, her akşam Ömer’in yanına oturur, küçük meselelerden bahsederdi. Nihat şakacı komik biriydi, Ömer’in yanına geldiğinde Ömer’in neşesi yerine gelirdi... Ömer bazen terzihanede sabahlara kadar çalışırdı. O gece de iğnesini ipliğini elinden bırakmamıştı. Yanında oturan Nihat ise bir süre kıpır kıpır oturduktan sonra karnını tutarak homurdandı: “Tertip, vallahi ben açlıktan öleceğim. Midemden öyle sesler geliyor ki birazdan bando takımı gibi marş çalacak. Ben mutfağa gidip bir şeyler alacağım” dedi. Ömer gözünü iğneden ayırmadan sertçe uyardı: “Gitme sakın! Nöbetçi subay görürse ikimizi de yakar. Açlık bir şey değil, ceza günlerce sürer.” Nihat, yüzünde arsız bir gülümsemeyle başını salladı. “Sen hiç merak etme tertip. Ben tatlı dilimle mutfağın kapısını bile açtırırım.” Açlık cesaret verir insana. Nihat dediğini de yaptı. Mutfağa süzülüp bir iki cümleyle görevliyi ikna etti, biraz kızarmış patates ve iki parça tavuk almayı başardı. Gazete kâğıdına sarıp sanki büyük bir ganimet taşıyormuş gibi gururla geri dönüyordu ki, kader onu nöbetçi subayla karşı karşıya getirdi. Nöbetçi subayın gözleri hemen elindekine takıldı: “Asker! Nereden geliyorsun? Elindekiler de ne öyle?” diye sordu. Nihat’ın bir anlık paniği yüzünden okunsa da o hemen toparlandı. Bir tekmil verdi, sonra hiç düşünmeden pat diye konuştu: “Komutanım, nöbetçi terziye yemek götürüyorum!” Subay önce kaşlarını çattı, ardından istemsizce kahkaha attı. “Asker, nöbetçi terzi de neymiş? Hadi, kaybol gözüm görmesin seni!” diyerek tebessüm ederek yoluna devam etti. Nihat, sanki bir savaştan zaferle dönmüş komutan edasıyla yürüyüp terzihaneye girdi. Gazeteye sarılı kızarmış tavuk ve patatesleri Ömer’in önüne koyarken yüzünde büyük bir gurur vardı. Ömer başını iki yana sallayıp derin bir nefes aldı: “Tertip, senden korkulur vallahi . Bu dilinle madalya alman lazım.” Nihat patatesleri ağzına atarken göz kırptı: “O madalyayı da yerdim tertip, hiç merak etme,” diyerek karınlarını doyurdular. Nihat: “Bu gün spordan sonra komutanın yanına gittim, bir şey söyleyecektim. ‘Komutanım, bir şey rica edebilir miyim?’ dedim. Komutan bana kızıp, “Burası danışmamı asker arz edebilir miyim diyeceksin” dedi. Az kalsın dayak yiyecektim. Ben bu askerliğe hâlâ alışamadım.” “Alışırsın,” dedi Ömer, gözleri uzaklara dalarak… Koğuş karanlığa bürünürken Ömer yatağına uzanır ve tavana bakardı. Tüm günün yorgunluğu bedenini sarar, ama zihni susmazdı. Herkes uyurken o, İstanbul un sokaklarında dolaşırdı hayaliyle. Ayça Butiğin merdivenlerinde, Güler’in kahkahasında, Kadir’in sırtına vuran dost tokadında ,ve Emel’in gözlerinde. Dargın ayrılmışlardı. Bu, içindeki yangını daha da büyütüyordu. Kavuşma umudu ile gururun arasına sıkışmıştı. Kışla avlusunda adımlarını sayarken, nöbet kulübesinde ayazda titrerken hep aynı şeyler dönüyordu zihninde. Cevapsızlık, en ağır yük olmuştu. İki ayın sonunda Ömer artık askerliğe alışmıştı, ama kalbine alışamıyordu… Tekirdağ’daki askeri kışlanın kantininde bulduğu bir kâğıt tomarı, Ömer’in içindeki fırtınaları nihayet dışarı dökmesine sebep olmuştu. Kalemi eline aldığında ne kadar süreceğini bilmiyordu. Yazdıkça sustuğu her kelime birer birer dökülüyordu. Sayfalarca sürdü; bu, bir mektup değil, sanki bir iç döküş günlüğüydü. Mektupta: Emel, Sana bu mektubu yazmak… Bazen bir kurtuluş, bazen de bir mahkûmiyetin itirafı gibi geliyor bana. Konuşmak yerine sustum çoğu zaman. Çünkü her kelime biraz daha yakıyordu içimi; her cümle seni düşündükçe kalbimde bir yangın daha başlatıyordu. Seninle geçen anlar, bana unuttuğum bir sıcaklığı hatırlattı. Gülüşünü, bakışlarını, o sessiz ama derin anlayışını düşündükçe, içimde bir boşluk hem doluyor hem de büyüyordu. Aileni tanıdım, senin gülümseyişlerindeki bütünlükle yüzleştim. Ve o an anladım; benim tarafımda ise eksiklikler, çatlaklar vardı. Sana yakın olmak, bir yandan içimdeki eksiklikleri gösteriyor, bir yandan da kendimden uzaklaşmama sebep oluyordu. Bazen düşünüyorum… Bir yol ayrımındaydım. Bir yanım seni tutmak, sevdamızı yaşamak isterken; diğer yanım ailemin beklentilerini taşımakla meşguldü. Her seçim, her adım bana ayrı bir acı veriyordu. Ama biliyorum, kalbim seni seçiyor her seferinde… Şimdi o bakışlarını, o sessiz gülüşünü düşünüyorum… Kalbim daralıyor. Çünkü hissediyorum ki içimden geçenleri hak etmiyorsun… Diye uzun uzun devam ediyordu mektup. Mektubun sonuna , terzihanede yazdığı son şiiri her şeyi kısaca özetliyordu aslında: “Artık geçti... Dönmen için artık çok geçti Ayrıksı bakışların bin asır oldu zihnimde Unutmak hangi cehennemlerde saklı... Umarsızca bakıyorum kendi hurdahaşlığıma Harlanmış koca bir yüreğin oyuklarında saklısın İçimde pörsüyen, içimde yok olan yalnız benim Sen en kıyamadığım Göz bebeklerimde saklısın…” diyordu. Ömer mektubu, Beni affet, Emel… Hakkını helal et… Ve bil ki, nerede olursan ol, seninle geçen her an, her sözcük, her bakış… Hepsi içimde bir iz olarak kalacak. Diyerek mektubu bitirdi. Mektup kâğıdını rulo hâline getirdiğinde mektup tam iki metreyi buluyordu. Zarfın üzerine adresi yazdı ve PTT kutusuna atarken kalbi titredi. Bu, onun Emel’e yazdığı ilk ve son mektuptu… Emel mektubu bir hafta sonra aldı. Okurken elleri titriyordu. Sayfa bitmiyor, gözyaşları yazıya karışıyordu. Bazı yerlerde yazılar silinmişti; bazı cümlelerde sanki Ömer hâlâ yanında fısıldıyordu. Mektup bittiğinde Emel uzun süre pencereye bakarak sustu. Her cümle kalbine işlenmiş bir bıçak gibiydi. Sessizce oturduğu odada zaman durmuş gibiydi. Gözleri satırların üzerinde gezerken, boğuntu nefesini daraltıyordu. “Ömer, bu kadar zaman sonra. Sen kendi içindekilerle savaştın, ben dışımdakilerle. Beni sevdiğini söylemeden bile biliyordum?” diye içinden fısıldadı. O an pencereden hafif bir rüzgâr girdi, perde usulca kıpırdadı. Elini göğsüne koydu; kalbinin tam üstüne… Çünkü orada bir şey eksilmişti. Bir süre sonra mektubu tekrar eline aldı, katladı ve baş ucundaki kutuya koydu… Günlerden cumaydı. Kadir cuma namazını Merkez Camii’nde kıldıktan sonra Ayça Butiğe uğramıştı. Kapıdan içeri girerken Emel ile karşılaştı: “Emel, merhaba.” “Merhaba , Kadir hoş geldin,” diyerek selamlaştılar. Bir süre sonra içeride kimse kalmayınca Kadir hafifçe yaklaştı. Sesi ne yargılayıcıydı ne de sorgulayıcı; yalnızca öğrenmek isteyen bir dost gibiydi: “Geçen gün Ömer’den bir mektup aldığını duydum. Bize hiç öyle mektuplar gelmiyor.” Emel başını eğdi, bir an sustu; sonra gözlerini kaçırmadan tebessüm ederek cevapladı: “Evet, mektup değil, maşallah padişah fermanı gibiydi. İki metre uzunluğundaydı. Yazdıklarını okuyunca onun iç dünyasına hiç ulaşamamış olduğumu fark ettim.” Kadir iç çekti. Biraz düşündü, sonra nazikçe sordu: “Peki… Bu mektubu yazmasına ne sebep oldu sence? Gerçekten Ömer’i oraya iten neydi?” Emel bir sandalye çekti, yavaşça oturdu. Kelimeleri aradı, bulması kolay olmadı: “Bende onu sevdim, Kadir, fakat ben onu kendi dünyama çekmek istedim. Oysa onun yürüdüğü bir dava vardı, aile yapısı benim ailemden çok farklıydı. Ben bunları henüz anlamadan sahiplenmek istedim. Belki de bilmeden kırdım onu.” Sessizlik çöktü; sanki sokaklar bile susmuştu. Sonra Kadir hafifçe tebessüm etti: “Biz inandığımız her şeyi kolayca anlatamıyoruz. Ömer sana kızmadı. Sadece seni ve kendisini daha fazla yormak istemedi.” Emel’in gözleri doldu. Sonra sordu: “Sence geç mi kaldık bazı şeyler için?” Kadir gözlerinin içine bakarak cevapladı: “Bazı kapılar kapanır, Emel. İçinden geçirdiğin tövbe, yeni bir kapı açar. Ömer belki bu dünyada sana ait değil artık. Ama bu, Allah’a daha da yaklaşamayacağın anlamına gelmez.” O konuşmadan sonra Emel uzun süre sessiz kaldı. Kadir ise Ömer’in ne kadar yalnız ve haklı olduğunu bir kere daha anlamıştı. O akşam eve geç geldi, aklı hâlâ Ömer’deydi. İçinde bir şey yapma isteği vardı; bu ne bir telefondu ne de bir ziyaret. Sadece kalemdi, kâğıttı. Sırtını yıllardır yasladığı dostluğun diliydi artık. Kadir masasına oturdu, derin bir nefes aldı ve yazmaya başladı: “Selamünaleyküm, Kardeşim Ömer. Bilmem kaç gün geçti gideli. Ayça Butik hâlâ yerinde, sensiz bir eksiklik var sokakta. Burada her şey yolunda görünse de her akşam seni bir dua kadar yakınımda hissediyorum. Geçen gün Emel’le ayaküstü konuşmam oldu. Senin ona yazdığın mektup… Bana kalırsa böylesine seven bir insanın her şeyi bitirdiğini diyebilmesi, dünyanın en ağır mektubu olsa gerek. Aynı zamanda en şerefli olanıdır. Senin mektubun hepimize bir uyarıydı. Dayan, bu ayrılıklar yolun adıdır... Biliyoruz ki Rabbimiz sabredenlerle beraberdir.” Kadir zarfı kapattı ve titrek ama net harflerle adresi yazdı. Ertesi sabah postaneye gidip zarfı teslim etti. İçinden sadece şu dua döküldü: “Rabbim, Ömer’in kalbine sabır ve sebat ver. Onu zorlukta değil, huzurda sına. Âmin…” Tekirdağ Kışlası’nda aralık ayı, gri duvarları ve buğulu camlarıyla hüküm sürüyordu. Ömer, içtima sonrası sıraya girdiğinde dağıtılan zarflardan birinin üzerinde kendi adını gördü. Zarfı açtı; Kadir’in mektubu… Her satırda kalbi biraz daha yumuşadı. Her kelimede gözleri nemlendi. Boğazına büyük bir düğüm oturdu; yutkundu. Ranzasına oturdu: “Kadir, sen olmasaydın belki de bu yolda çoktan düşmüştüm.” Diye fısıldadı. O gece diğerlerinden farklıydı. Nöbetteki askerler şakalaşırken Ömer, pencereden gökyüzüne baktı ve dua etti: “Rabbim… Bu kalbi yolundan ayırma. Beni tekrar, ilk günkü sadeliğime döndür…” Sabah nöbetine çıkmadan önce Ömer dolabından küçük bir defter çıkardı. Kadir’in mektubunun satırlarını oraya geçirdi ve altına kendi cümlesini not etti: “Ben yalnız değilim. Kalbimde dua eden bir kardeşim ve yolumu aydınlatan bir dava var…” Ömer’in askerlik günleri yavaş yavaş ritmine bürünüyordu. Kışın soğuğu, kışlanın sert kuralları arasında bile yüreğinde bir sıcaklık arıyordu. Günlerden 13 Ocak 1993’tü. Ve artık eve dönüş hem mutluluğun hem de geçmişin gölgeleriyle yüzleşmenin habercisiydi...
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.