AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER...
Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
Gece yarısı İstanbul’un sokakları sessizliğe gömülmüştü. Yorgun adımlarla evin kapısını aralayan Ömer’in yüzünde günlerin yorgunluğu, kalbinde ise geleceğin belirsizliği vardı. İçeri girer girmez annesinin meraklı bakışlarıyla karşılaştı. Gülistan Hanım, o günden beri içinde biriken endişeyi saklayamıyordu. “Oğlum, bugün eve iki polis geldi,” dedi kaygılı bir sesle. “Yarın askerlik şubesine gidecekmişsin. Eğer gitmezsen onlar gelip götüreceklermiş seni. Hayırdır, bir şey mi oldu acaba?” Ömer gözlerini kaçırarak gülümsedi: “Askerlik içindir anne. Merak etme… Yarın bakarım,” dedi kısık bir sesle. Sabah olduğunda, içini kemiren huzursuzlukla askerlik şubesinin yolunu tuttu. Soğuk duvarlar arasında beklerken, önüne konan belgelerle gerçeği öğrendi: Birliğine teslim olma tarihini kaçırmıştı. Artık “devre kaybı” sayılıyordu ve önünde yalnızca dört gün vardı. Dört gün içinde Manisa 1.piyade. Er Eğitim Tugayı’na teslim olması gerektiğini söylediler. Ne sevinç vardı içinde ne de hüzün. Sadece kocaman bir boşluk. O boşluğun içinde, zihninde birbiriyle çarpışan yüzlerce görüntü dolaşıyordu: Emel’in bakışları, Kadir’in dostluğu, mescitte omuz omuza saf tutan o sade cemaat. Kamil’in, gölge gibi üzerine düşen ağırlığı, Halim Usta’nın bitmeyen bakışları… Hepsi tek tek gelip gidiyor, Ömer’in zihninde kısa bir an parlayıp sonra sönüyordu. Şimdi ise, bütün bu dağınık hatıraların arasında, önünde duran yeni bir yol vardı. Bilinmezlerle dolu, keskin bir eşiğin kıyısında hissediyordu kendini. Asker ocağına gitmek, onun için yalnızca bir görev değildi. Hayatının başka bir sayfasının açılması demekti… Haberi ilk önce Kadir’e verdi. Yeşildirek’te öğle arasında buluştular. Kalabalığın uğultusu arasında, ikisinin oturduğu küçük masada zaman birden ağırlaştı. Ömer söze girdiğinde sesi hafif titriyordu: “Kadir… Bana asker yolu göründü.” Kadir, bu haberi duyduğu anda sustu. Kaşı çatıldı, bir an bakışlarını yere indirdi. Derin bir nefes alıp mırıldandı: “Demek sıra sana geldi…” Ömer gözlerini kaçırdı, elleriyle bardakla oynamaya başladı. “Bilmiyorum kardeşim, hazır mıyım değil miyim? Belki de bu, Allah’ın bana verdiği bir fırsattır. Yeniden toparlanmam için.” Kadir, elini Ömer’in omzuna koydu, gözlerinde hem hüzün hem gurur vardı. “Kardeşim… Orası bambaşka bir dünya. Ama unutma, orası da bir imtihan. Sen kim olduğunu unutmazsan, gittiğin her yere dava seninle gelir. Hem, vatan görevi… kutsal bir hizmete gidiyorsun.” Ömer’in söylemek istediği çok şey vardı, kelimeler boğazında düğümlendi. Sessizlik içinde sadece gözleriyle teşekkür edebildi. Kadir devam etti: “Bak, ben askerliğimi tecil ettirdim. Seni uğurlamadan önce beraber bir yolculuğa çıkalım. Yarın Pınarhisar’a gideceğim; bir mağazada tahsilat işi var, adam neredeyse üç aydır ödeme yapmıyormuş. Beraber gidelim mi?” Ömer’in yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. “Olur kardeşim, gidelim. Hem bu bir veda değil… Sadece vatani görevimi yapmaya gidiyorum. Hiç gelmeyecekmişim gibi davranma.” Dedi. Konuşmaların ardından Ömer ile Kadir, yarın sabah buluşmak üzere selamlaşıp ayrıldılar. Cumartesi sabahı erkenden yola koyuldular. Ömer ile Kadir’in içini bir telaş kaplamıştı; önlerinde sadece Pınarhisar’ın sessiz sokakları değil, aynı zamanda ayrılığa açılan bir yol vardı. Trakya’nın serin rüzgârları kasabanın dar sokaklarında dolaşıyor, taş evler ve sessiz meydan sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyordu. İnsanların yüzünde sade bir huzur, tarlalardan gelen kokularda bereketin izleri vardı. İstanbul’un hengâmesinden uzak bu küçük kasaba, adeta başka bir dünyanın kapısını aralıyordu. İkisi de sessizdi; içlerinde bir telaş, hafif bir burukluk vardı. İşler beklenenden uzun sürmüştü. Kadir ile Ömer, Pınarhisar’a bir giyim mağazasına tahsilata gitmişlerdi. Mağaza sahibi Ömer’i ilk kez görüyordu. Aklında farklı düşünceler, yüzünde ise hafif bir tedirginlik vardı. Daha önce hep Kadir’le muhatap olduğu için, lafı uzatarak Ömer’e dert yanmaya başladı. “Bu aralar işler çok kötü, satış yapamıyoruz,” dedi. Ömer sabırla dinledi ama yüzündeki ifade değişmedi. “Üç aydır aldığın ürünlerin parasını hâlâ vermedin. Biz İstanbul’dan buraya dert dinlemeye gelmedik. Acelemiz var. Şu parayı ver de gidelim,” dedi ve sert bir bakış atarak yerinden kalkıp kapının önüne çıktı. Yaklaşık on dakika sonra adam, elinde parayla çıkageldi ve sessizce Ömer’e uzattı… Ayça Butik saat dörde kadar açıktı ve Ömer o saatte arkadaşlarına veda edecekti. Tahsilatı bitirip yola çıktıklarında otobüsler çoktan kalkmıştı, çaresizce bir taksiye bindiler. Taksici gülerek: “Bu yola taksiyle çıkmak mı? Büyük cesaret, çok para yazar. Ömer: “Sen bizi bir an önce yetiştir, para sorun değil.” Yol uzadıkça ücret kabarıyordu; ikisi de aldırış etmedi. Otobüslerin geçtiği otobana vardıklarında zaman iyice daralmıştı. Şoför acele etmelerini söyledi. Ömer ve Kadir, ince ince terlemiş, yorgun ama kararlı adımlarla koştular. Otobüsün kapıları kapanmak üzereydi. Ömer son adımı attı ve nefes nefese içeri girdi. Kadir gülümseyerek seslendi: “Yetiştik sonunda.” Kısa bir yolculuktan sonra, Ayça Butik’e vardıklarında saat dördü geçmişti. İşyerinin ışıkları hala yanıyordu. Daha sonra çalışma saatinin, saat beşe kadar uzatıldığını öğrendiler. İçeri girdiklerinde herkes oradaydı. Ömer’in vedalaşmaları sessiz geçti: Emin, Müslüm, Hasan, Mahir ve diğer çalışma arkadaşları ile birer birer helalleşti. Halim Usta ise uzaktan izliyordu. Ömer yanına gidip sessizce helallik istedi; ikisi de kelimelere gerek duymadan vedalaştılar. Çıkış kapısına doğru yürürken bir gölge belirdi: Yüzü solgundu, bakışları ağır. İkisi de ne yapacağını bilemez haldeydi ne el uzandı ne söz edildi. Sadece birkaç saniyelik sessizlikte, sanki dünya durmuş gibiydi. Ömer bu sessizliği bozarak: “Emel… Ben yarın Manisa’ya gidiyorum. Keşke böyle olmasaydı… Keşke böyle ayrılmasaydık. Gitmeden önce sana bir şey vermek istiyorum, kabul edersen. Bu güne kadar yazdığım şiirlerimi bu deftere bıraktım,” diyerek defteri ona uzattı. Emel elleri titreyerek defteri aldı. Rasgele bir sayfa açtı ve gözleri, karşısına çıkan dizelerde takılı kaldı: "Zaman, yeni umutlar koysa da eskiyen anılara Sana gel diyemem, Gel desem de kal diyemem, bilirsin Bilisin, dilimde susturulmuş sevdam olmuş şiirlerim Ve içimi acıtır yokluğun. Şimdi söz biter… Ölüm suskunluğum anlatır Sana tutkunluğumu. Yüreğin titremesin, sevdiğim Bastığın her yer benim ezik yüreğim…" Gözlerinden sessizce yaşlar süzüldü. Defteri kapattı; kalbi açılmış yaralarla çırpınıyordu. Bir adım atmak istedi, dizlerinin bağı çözülmüştü. Gözlerinden akan yaşları saklamaya çalışarak defteri kapattı… Ömer, onun gözlerinde saklanan cevabı okuyor gibiydi. Bir şey söylemek istedi, kelimeler dudaklarının ucunda dağıldı. Sonunda sessizlik ağır bastı. O an ikisi de biliyordu: Söylenemeyen sözler, defterdeki şiirler kadar suskun kalacaktı. Ömer duygularını saklamaya çalışsa da sesindeki titremeyi gizleyemedi. Derin bir nefes aldı ve fısıldadı: “Hakkını helal et…” Emel’in yüzünde bir kıpırtı oldu, ama cevap vermedi. Ömer arkasını döndü; adımları ağır, kalbi ağırdı. Suskunluğun konuştuğu bu veda anında, içinde fırtınalar kopuyordu hem sızı hem de tarifsiz bir huzursuzluk vardı. Sevgi neydi?” diye sordu kendi kendine. Bir yanda tutku, bir yanda vazgeçiş. En çok da pişmanlık. “Keşke farklı olsaydı,” diye geçti aklından… Emel, Ömer’in arkasından bir müddet öylece bakakaldı. Aslında söylemek istediği çok şey vardı, ama dili tutulmuş gibiydi. Yalnızca kendi duyabileceği kadar kısık bir sesle, “Helal olsun…” diyebildi. Ömer eve vardığında kapıyı sessizce kapattı. Dışarıdaki soğuk rüzgâr, kapının ardında bıraktığı dünyadan farklıydı. Odasında yere oturdu, başını ellerinin arasına aldı, uzun süre sessiz kaldı. Sonra yavaşça seccadesini serdi, yüzünü kıbleye çevirdi. “Ya Rabbi,” dedi titrek bir sesle, “Bu gönül neye yandığını bilmiyor. Sevdiğim insanlar arasında sıkışıp kaldım. Kendimi bile bulamıyorum bazen. Bana güç ver, sabır ver. Nefsimi terbiye et, kalbimi temizle. Doğru yoldan sapmama izin verme. Beni senden uzaklaştıran bir sevgi varsa, onu sök kalbimden.” Diye dua etti. Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Ömer dua ederken, içinde bir parça huzur hissetti; belki de yarın daha güçlü olacaktı… Ertesi gün Kadir’le buluştular. Masada çaylar vardı ama bardaklara dokunan olmadı. Duman çoktan çekilmiş, geriye sadece soğuk çayın buruk tadı kalmıştı. Konuşmalar ise kalptendi. Ömer, uzaklara dalmış gözlerle fısıldadı: “Daha yeni başladım sanıyordum ama hayat beni yılların ötesine sürüklüyor.” Kadir bir süre sustu. Çayın cam bardağında titreyen yansımaya baktı. Sonra başını kaldırıp dostunun gözlerinin içine baktı: “Her acının bir sonu vardır, Ömer. Sen henüz oraya varmadın.” Sessizlik ağırlaştı. Eyüp Sultan’da edilen dualar, geceleri görülen rüyalar, zihinlerinde yankılandı. Ömer hâlâ o rüyalardaki sarıklı adamı görüyordu; içindeki karanlığı söküp alan, kalbine ışık düşüren adamı. Ama bir köşede de Emel vardı: gözleriyle, sesiyle, hatırasıyla. Sanki kalbine gizlenmiş bir sevda gibi oturuyordu. Kadir, aniden sordu: “Onu hâlâ düşünüyorsun, değil mi?” Ömer başını eğdi. Dudaklarından yavaşça kelimeler döküldü: “Onun için bazı şeylerden koptum. Ortamlardan uzaklaştım. Gönlüm onu sevmekle meşgulken ben öylece bir köşede kalakaldım.” Kadir: “Şunu unutma kardeşim, Allah gönle boşuna sevda koymaz. Belki de Emel, seni başka bir kapıya götürmek için bir sebep oldu. Bazen bir aşk, başka bir aşkın habercisidir.” Ömer sustu. İçinde bir şeyler kıpırdadı. Gözlerini masadaki soğuyan çaya dikti. “Bilmiyorum Kadir… Bazen kalbim ona dönük, bazen uzak.” “İşte mesele de orada. İnsan önce beşerî aşkla yanar. O ateşten geçmeden hakiki aşkın kıymeti bilemez. Sen yanmaya başladın Ömer. Belki de askerde, belki de yıllar sonra bu ateş seni olgunlaştıracak.” Ömer’in dudaklarından tek bir söz döküldü: “İnşallah…” Masadaki çaylar dokunulmadan kaldı. İkisi de kalktı, Ömerlerin evine doğru yürüdüler… Ömerlerin evinde hazırlık vardı. Annesi telaşla çantasını toparlıyor, babası sessizce köşede oturuyordu. Ömer kardeşleriyle kucaklaştı. Annesinin gözlerinden yaşlar süzülürken Ömer onun ellerini öptü, alnına koydu. Sıkı sıkı sarıldılar. “Hakkını helal et anneciğim,” dedi titreyen bir sesle. Ahmet ve Selim abileri yanındaydı. Kadir de en önde duruyordu. Hep birlikte çıktılar. Topkapı Otogarı’na doğru yol aldılar. Otogarda kalabalık vardı. Kimi sevdiklerini yolcu ediyor, kimi kavuşuyordu. Çantaların, bavulların ve vedalaşmaların arasında Ömer bir an durup arkasına baktı. Annesinin gözyaşları hâlâ gözlerinin önündeydi. Kadir, dostunun sırtını sıvazladı: “Allah yolunu açık etsin kardeşim.” Diyerek gözyaşları içerisinde sıkı sıkı sarıldılar. Selimle de sarılıp helalleştiler. Ahmet ise onunla beraber otobüse bindi. Çünkü Ömer yalnız gitmeyecekti; abisi yanında olacaktı. Otobüs hareket ederken Ömer camdan son kez baktı. İçinde buruk bir sevinç, derin bir hüzün. Manisa’ya doğru yol alıyordu artık… Otobüs ağır ağır Topkapı’dan çıkarken Ömer koltuğuna yaslandı. Yanında abisi Ahmet vardı. İkisi de pek konuşmuyorlardı. Camdan süzülen şehir ışıkları ve içlerindeki sessizlik birbirine karışmıştı. Ömer, kafasını cama dayadı. Gözlerinde İstanbul’un silueti bir gölge gibi akıp gidiyordu. Her köşesinde bir anım var. Emel’in izi var, bir bakış, bir sokak, bir şiir diye düşündü. İçini bir hüzün sardı, ardından bir ferahlık geldi: Belki de bu ayrılış, yeni bir doğuşun başlangıcıdır. Ahmet kardeşinin dalgın hâline baktı. Sessizliği bozdu: “Ömer, askerlik zor sabredersen adam eder.” Ömer gözlerini kırptı, hafif tebessüm ederek ağabeyine dönüp: “Merak etme ağabey güçlü olacağım, aklınız bende kalmasın…” Otobüs gece boyunca yol aldı. Yıldızlar gökyüzünde pırıl pırıl yanıyor, karanlık yollara ışık serpiyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla otobüs Manisa’ya girdi. Sipil Dağının ardında doğan güneş, kentin sokaklarını altın rengiyle boyuyordu. Ömer, camdan dışarı bakarken bir yabancılık hissetti; aynı zamanda içinde gizli bir merak vardı. Otogarda indiklerinde asker adaylarını karşılayan görevliler vardı. Herkes telaşla sıraya giriyor, belgelerini gösteriyordu. Ömer kalabalığa karışırken Ahmet onun omzuna dokundu: “Kardeşim, burada yolumuz ayrılıyor. Allaha emanet ol.” Ömer, abisinin gözlerine baktı. Boğazı düğümlendi ama kendini tuttu. “Hakkını helal et abi. Sizleri özleyeceğim.” “Helal olsun. Sen de helal et.” Diyerek Sıkıca sarıldılar. Ahmet ağır adımlarla geri çekilirken Ömer, kalabalığın içine karıştı. Artık tek başınaydı. Kışlanın kapısından içeri adım attığında kalbine bir serinlik yayıldı. İçinden geçirdi: “Buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum. Ama biliyorum ki artık başka bir Ömer olacağım…” Ömer, sanki kendi gölgesinden bile ayrılmış gibiydi. Onu çevreleyen büyük bir kalabalık, askerler, bağıran komutanlar, koşturan erler… Hepsi yabancı, hepsi uzak. Oysa kendi içine eğildiğinde, derin bir yalnızlığın kıskacında olduğunu hissediyordu… Ömer askerdeydi. İstanbul sokakları aynıydı. Kadir için her şey eksikti. Eskiden Ayça Butiğin karşısındaki parkta oturur, çay içer, saatlerce Ömer’le konuşurdu. Şimdi çay aynı çay, masa aynı masa, fakat karşısı boştu. Gözleri, alışkanlıkla hep Ömer’in oturduğu sandalyeye kayıyordu. Yeşil Direk’teki mağazada yoğun iş temposu devam ediyordu; kalabalık, yoğun ve gürültülüydü. O kalabalığın içinde Kadir yalnızdı. Her gün, belli saatlerde içinden geçen cümleleri not alıyordu... Defterini açar, sanki Ömer’e yazıyormuş gibi satırları doldururdu: “Bugün Ömer olsaydı ne yapardı? Bir dostun yokluğunu neyle tamir edebilir insan?..” Geceleri, işten sonra eve dönmek istemiyordu. Bazen. Ayça Butiğin sokağına kadar yürüyor, oradan Şirinevler’e kadar düşünceli adımlarla devam ediyordu. Her adımı geçmişten bir iz taşıyordu. Bir akşam Kadir, Fatih Camisinin avlusunda tek başına oturuyordu. Cebinden defterini çıkardı, kalemiyle Ömer’e mektup yazar gibi yazmaya başladı: “ Kardeşim Ömer, Burada her şey aynı ama sen yokken hiçbir şey tamam değil. Sohbetler soğudu, gülüşler eksildi. Emel desen artık parkta yok, gölgesi her yerde. İstanbul dediğin, bazen iki kişinin hatırasıdır. Geri geldiğinde ya her şeyi birlikte tamir ederiz, ya da yeni bir sayfa açarız. Dualarını unutma, çünkü seni en çok dualar yaşatıyor burada.” Diyerek defteri kapattı. Yağmurun camlara vuran sesine karıştı içindeki sessizlik. Avluda birkaç kişi vardı; hepsi kendi dünyasında. Kadir’in kalbi oradaydı, Ömer’in yokluğunda bir boşluğu doldurmaya çalışıyordu... O gece İstanbul, sessiz ve sadık bir bekleyişe ev sahipliği yaptı. Her sokak lambası, her boş banka düşen yağmur damlası Kadir’in sabrını hatırlatıyordu. Bir dost, bir kardeş için beklemek. Ömer dönene dek kalbinin nöbetini tutmak. İşte bu, en sessiz, en derin sınavlardan biriydi. Kadir başını kaldırdı; gökyüzü pusluydu. Yıldızlar belli belirsizdi ama bir ışık hâlâ oradaydı. Ömer’in dönüşünü, sohbetlerini, kahkahalarını hayal etti. Ve sessizce kendi kendine fısıldadı: “Bekleyeceğim ve döndüğünde her şey eskisinden de güçlü olacak…” İşte İstanbul, o gece sadece bir şehir değil; bir sadakat, bir özlem ve bir kardeşlik yurdu olmuştu. Kadir’in bekleyişi, Ömer’in yokluğunda büyüyen bir sessizliğe dönüşüyordu… Ömer’in Manisa’daki ilk günüydü. Koğuş kalk sesleriyle uyanmak, sıraya dizilmek, sert komutların ardı ardına yağması. Zaman, katı bir düzenin dişlileri arasında öğütülüyordu. Yalnızlık ise bu düzenin içinde daha da keskinleşiyordu. Çünkü herkes birbiriyle şakalaşırken, memleket türkülerini söylerken Ömer susar, sadece dinlerdi. Oysa katılmak isterdi; dilinin ucuna gelen sözler, boğazına düğümlenip kalırdı. En çok da geceleri zor geliyordu. Koğuşta ışıklar sönüp sessizlik bastığında, herkes kendi yorgunluğuna teslim olurken, Ömer saatlerce düşünürdü... Emel’in hayali, Kadir’in sesi, İstanbul’un dar sokakları. Hepsi gözlerinin önünde birer birer belirir, sonra da silinirdi. Yüreğinde taşıdığı özlem, gün boyu sırtında taşıdığı tüfekten bile ağırdı. Talime çıktıklarında vücudu daha ilk haftalarda zorlanmaya başlamıştı. Uzun koşular, bitmek bilmeyen sürünmeler, sert emirler. Dizleri sızlıyor, ciğerleri yanıyordu. Bir an yere düşse, kimsenin fark etmeyeceğini düşünürdü. Bu düşünce, yalnızlığını daha da derinleştiriyordu. Ömer’in en çok tutunduğu şey, mektuplardı. Her fırsatta bir kâğıt parçası bulur, kısa cümlelerle yazardı. Kimi zaman ailesine, kimi zaman Kadir’e… Fakat içinden geçenleri tam olarak yazamazdı. Çünkü kâğıt, kalbine sığmayan o yalnızlığı taşıyamazdı. Bir gece nöbetteyken gökyüzüne baktı. Yıldızlar, çocukluğunun köy gecelerinden kalma gibiydi. O an içinden şu sözler geçti: “Burada da yalnız değilim.” İşte o andan sonra, içindeki yalnızlık biraz hafifledi. Çünkü Ömer, insanlardan çok Allah’a yakın olduğunu hissetmeye başlamıştı. Ve bu his, onu en ağır nöbetlerde bile ayakta tutan bir güç oldu... O sabah Ömer, koğuşun içinde yankılanan koğuş kalk sesinden çok önce uyandı. Uykusu bölünmüş, gözlerini tavana dikmişti. Yorganın altında dönüp durdu, ama içindeki huzursuzluk dinmedi. Sanki bir güç, onu yatağından kaldırmak istiyordu. Başını yastıktan kaldırdığında koğuşta hâlâ sessizlik hâkimdi; kimisi derin uykuda, kimisi uykuyla uyanıklık arasında nefes alıyordu. Ömer ağır ağır doğruldu. Botlarını giyerken etrafındaki sessizlikte yalnız kendi hareketlerinin gıcırtısı duyuluyordu. Dışarıya çıktığında keskin bir ayaz yüzüne vurdu. Gökyüzü henüz karanlık, doğu ufku ise belli belirsiz beyazlamaya başlamıştı. Derin bir nefes aldı. Bu serinlik, içine çektiği bütün dertleri biraz olsun hafifletir gibi oldu. Kışlanın avlusundan geçerken, beton duvarlar ve dizili binalar arasında yalnız bir yürüyüşe çıktı. Her adımda aklı İstanbul’daydı. Kadir’in tebessümü, annesinin seslenişi. Hepsi kalbinin bir köşesinde sessizce yankılanıyordu. “Ben kimim?” diye sordu kendine... Kalabalığın içinde kaybolmuş bir yalnızlık mıyım, yoksa bu kalabalıkta bir şeyler bulmaya çalışan bir yolcu mu?” Birden gözleri kışlanın köşesinde duran küçük camiye ilişti. Işığı yanıyordu. İçinden: “Oraya gideyim” diye geçirdi. Adımlarını hızlandırdı. Camiye vardığında kapıyı yavaşça itti. İçeri girdiğinde derin bir sessizlik vardı. Küçük cami, loş bir ışıkla aydınlanmıştı. Mihrap önünde genç bir asker, dizleri üzerinde oturuyordu. “ İmam olmalı her halde” diye düşündü. Onun da yüzünde uykusuzluk ama aynı zamanda dinginlik vardı. Ömer’i görünce başını kaldırdı. “Erken kalkmışsın kardeşim,” dedi yumuşak bir sesle. Ömer mahcup bir tebessümle başını eğdi. “İçim rahat etmedi.” Genç asker hafifçe gülümsedi. “Güzel. Allah kulunu kendine çeker. Biz bazen sebebini bilmeyiz ama kalbimiz yolunu bulur.” Ömer sustu. İçinde yükselen duyguları kelimelere dökemedi. Yalnızlığını, özlemini, içten içe Rabbine duyduğu ihtiyacı anlatmak istese de sesi çıkmadı. Genç imam ayağa kalktı, saatine baktı. “Vakit girdi, istersen ezanı sen oku kardeş.” Ömer bir an irkildi. “Ben mi?… Sesim pek iyi değildir.” “Allah için okunan her ses güzeldir, hem bu sabah alay, senin sesinle uyanacak.” Ömer’in yüreği hızla çarpmaya başladı. İlk defa böylesine bir sorumlulukla karşı karşıyaydı. Yavaşça mikrofona doğru yürüdü, derin bir nefes aldı. Mikrofonu alıp, bir an için gözlerini kapadı. Sonra dudaklarından ilk kelime döküldü: “Allahu Ekber, Allahu Ekber…” Caminin loş duvarlarında yankılanan ezan, Ömer’in kalbini saran yalnızlığı delip geçti. Her cümleyle içindeki düğümler çözülüyor, her nida ile ruhuna bir ferahlık iniyordu. Sesi titrese de gönlünden dökülen kelimeler o titremeyi güzelleştiriyordu... Ezanın son sedası da semada kaybolunca, caminin kapısı yavaşça aralandı. Uykulu gözlerle birkaç asker, ardından da bazı rütbeli komutanlar içeri girdi. Bir süre sonra mutfakta çalışan sivil birkaç kişi daha saflara katıldı. Çoğu sessiz, çoğu dalgın ama hepsi saf bağlamak için yan yana dizildi. Genç imam, Ömer’e dönerek hafifçe gülümsedi. Ömer kamet getirdikten sonra namaz başladı. İmam Fatiha’yı okurken Ömer’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Askerliğin katı günlerinde böyle bir huzur bulacağını hiç düşünmemişti. Secdeye vardığında, alnını yere koyarken içinde biriken tüm dertleri bırakır gibi hissetti. Namaz kılındı dua ve tembihattan sonra cemaat dağılmıştı. Ömer derin bir düşünceye dalmıştı. Gün boyu askerlere emirler yağdıran komutanlar, şimdi imamın tek bir hareketine göre eğilip doğruluyordu. Ne kadar garipti… Biraz önce otorite sembolü olan insanlar, şimdi bir kulun ardında Allah’a boyun eğmişti. Ömer’in içinden sessizce şu düşünceler geçti: “İşte İslam’ın asıl güzelliği burada… Allah katında ne makamın ne rütbenin ne de unvanın bir değeri var. Herkes aynı safta, aynı kefede… Herkes eşit; sadece kalplerin samimiyeti ayrılıyor birbirinden.” O an Ömer, sanki küçük caminin duvarları arasında yalnızlıktan kurtulmuştu. Kalabalığın içinde ilk defa gerçek bir kardeşlik hissetti. Genç imam Ömer’e seslenip: “Kardeşim, buraya her sabah erkenden gel. Burada kalbini dinlersin. Yalnız olduğunu sandığında aslında en çok Allah’a yakınsın.” Ömer’in içine bir sıcaklık yayıldı. O an anladı ki askerlik sadece disiplin ve talimler değildi. Aynı zamanda kalbin en derin en kuytu köşelerini tanıma yolculuğuydu. Ve o sabah, Ömer’in hayatında bir dönüm noktası oldu. Sabah içtimasından sonra bölük sessizce sıraya dizildi. Komutanın sert sesi kışlanın avlusunu dolduruyordu: “Bölük, poligona! Marş marş… Omuzlarında tüfekleri, adım adım yürüdüler. Poligon, kışlanın dışındaki boş arazideydi. Rüzgâr yüzlerine sertçe çarpıyordu. Ömer, kalabalığın içinde sessizce yürürken içindeki huzursuzluk giderek artıyordu. Poligona vardıklarında erlere Kırıkkale markalı tüfekleri dağıtıldı. Her birine üç mermi verilmişti. Komutan bağırdı: “Herkes hedeflere ateş edecek. Dikkat edin arkadaşlarınızı vurmayın.” Diyerek tebessüm etti. Askerler sırayla tüfeklerini kaldırıp hedefe ateş ettiler. Çoğu mermiler dağa, taşa, boşluğa gidiyor, kimisinin tüfeği omuzunda sekiyor, kimisi de gözlerini kapatarak ateş ediyordu. Sıra Ömer’e geldiğinde kalbi biraz hızlandı. Tüfeği eline aldı, nefesini tuttu... Gençlik yıllarında sık sık yaptığı gibi, gözüyle hedefi işaretledi. Parmağı tetiğe gitti. “Tak! Tak! Tak!” Üç atış arka arkaya yankılandı. Hedefin olduğu yerden toz kalktı. Ömer tüfeği indirdiğinde herkes susmuştu. Atışları kontrol eden komutan yavaşça eğildi, hedef tahtasına baktı. Sonra yüzünde şaşkınlıkla doğruldu. Yüksek sesle bağırdı: “Asker ! Yanıma gel!” Ömer komutanının yanına giderken, kalabalığın gözü onun üzerindeydi. Komutan, elinde hedef kağıdını sallıyordu. Ömer tekmil verdikten sonra komutan sordu: “Sivilde ne kullandın? Kalaşnikof mu? G3 mü?” Ömer şaşırdı, birazda korkuyla cevap verdi. “Hayır komutanım. Hiçbir şey kullanmadım.” Komutan öfkeyle ayağa kalktı. Elindeki hedefi Ömer in yüzüne yaklaştırdı. “Bana bak asker! Bu atışlar acemi bir askerin atacağı atışlar değil! Üç mermi sıkıyorsun, hedefte koca bir delik var! Bu nasıl olur?” Ömer yutkundu. Sessiz kaldı. Komutan bir süre gözlerini dikerek baktı ona, sonra sertçe bağırdı: “Yerine geç! Seninle daha sonra konuşacağız” Ömer, kalbinin sıkıştığını hissederek selam verip geriye döndü. Diğer askerler onu sessizce süzüyordu… Aradan bir hafta geçmişti. Koğuşa gelen haber Ömer’in içini yeniden sıkıştırdı. Bir çavuş seslendi: “Ömer! Komutan seni çağırıyor.” Ömer, kısa bir tekmil verip, komutanın odasına girdiğinde içeride keskin bir sessizlik vardı. Komutan masasının arkasında oturuyor, sert bakışlarla Ömer’i süzüyordu. “Söyle bakalım asker, sivilde ne yaptığını anlatacak mısın? Ne kullandın?” Ömer başını öne eğdi. “Komutanım ben Siirtliyim ama İstanbul’da büyüdüm. Siirt’i sadece çocukluğumdan hatırlıyorum.” Komutan sinirlendi, yumruğunu masaya vurdu. “Bana hikâye anlatma asker! Burada koca bir delik var. Bu, rastgele bir atış değil.” Ömer’in sesi boğazında düğümlendi. “Komutanım, sadece İstanbul’da tüfek ile mantarlara atış yapardım…” Cümle yarıda kaldı. Ömer’in sesi çatallandı, gözleri yere düştü. Komutan öfkeyle ayağa fırladı. “Çabuk kaybol gözlerimin önünden!” Ömer hızla selam verip odadan çıktı. Koridorda yürürken kalbi küt küt atıyordu. İçinde hem haksızlığa uğramış olmanın kırgınlığı hem kimliği ile yargılanmanın verdiği derin üzüntüsü, hem de açıklayamadığı bir mahcubiyet vardı… O günden sonra poligon, sadece atış için değil, Ömer’in kalbinde açılan görünmez bir yara olarak kaldı... Zaman, kışlanın sert disiplini içinde, farkına varmadan akıp gitmişti. İlk günlerde yaşadığı yalnızlık, sabah ayazında camiye yaptığı yürüyüşler, poligondaki gergin anlar… Hepsi artık geride kalmıştı. Vücudu talimlere alışmış, yüzü güneşte kararmış, bakışları ise daha derinleşmişti. Acemi birliği boyunca Ömer’in öğrendiği en önemli şey, sabır olmuştu. Saatlerce süren yürüyüşler, bitmek bilmeyen emirler, suskun geçen geceler… Hepsi sanki onun ruhunu yoğurmuştu. Günler bir birine benzese de her gün içindeki yalnızlığı biraz daha aşmayı öğrenmişti. Ve işte o gün geldi. Komutan sabah içtimasında yüksek sesle bağırdı: “Acemi birliği bitti! Herkes dağıtım iznine çıkacak. Evraklarınız birazdan dağıtılacak. Yeni yerinizde başarılar dilerim.” Dedi. Koğuşta fısıldaşmalar başladı. Kimi sevinçten gülümsedi, kimi gizlice gözyaşı döktü. Çünkü herkes memleketine, sevdiğine, ailesine kavuşacaktı. Ömer ise içinden derin bir nefes aldı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. İstanbul’a gidecekti. Can dostu Kadir’e, o sokaklara, o yüzlere, o anılara… Emel’in hayali gözlerinin önünde belirdi. Onu görebilecek miydi? Yoksa sadece uzaktan, sessiz bir özlemle mi geçirecekti iznini… Tüm askerler evraklarını alıp, dağıldılar. Ömer otogara vardığında, askerler sivil kalabalığın arasına karışmıştı. Kiminin annesi, kiminin kardeşi bekliyordu. Ömer ise yalnızdı. Yalnız ama heyecanlı. Otobüs hareket ettiğinde, pencereden dışarı baktı. Yollara, tarlalara, dağlara… Her manzara sanki onu yavaş yavaş İstanbul’a taşıyordu. Kendi kendine mırıldandı: “Acemilik bitti. Asıl yol şimdi başlıyor.” Ömer, dağıtım izni için İstanbul’a dönerken kalbinin bir yanında askerliğin sertliği, diğer yanında ise Ailesine, Emel’e ve Kadir’e duyduğu özlem vardı. Bu izin, onun için sadece bir mola değil; geçmişle geleceğin kesiştiği bir dönemeç olacaktı. Otogara indiğinde kalabalığın uğultusu içine işledi. İnsanlar telaşla koşuşturuyor, bavulların gıcırtısı, simitçilerin sesleri bir birine karışıyordu... Ömer, eve uğramadan önce kalbi onu Ayça Butik’e sürükledi. Sanki oraya gitmezse bir şeyler eksik kalacaktı. Adımlarını hızlandırdı. İş yerine vardığında içerideki ışıklar yanıyordu. Merdivenleri çıkıp üst kata geldi, kapının önünde bir an durdu. Derin bir nefes aldı, sonra hafifçe kapıyı tıklattı. Kapıyı sekreter Güler açtı. Ömer’i görünce gözleri büyüdü, dudaklarına şaşkın bir tebessüm yayıldı. “Hoş geldin Ömer! Siz nasıl adamlarsınız böyle, nasıl anlaşıyorsunuz?” Ömer merakla içeri girdi. O an gözleri karşısındaki manzaraya takıldı: Masada Kadir oturuyordu. “Kadir! Sen… burada ne işin var? Ben bugün dağıtım iznine çıkacağımı kimseye söylemedim. Herkese sürpriz yapacaktım sen nereden bildin geleceğimi?” Kadir ayağa kalktı, dostunun yanına geldi. Gözleri parlıyordu. Ona sıkıca sarıldı: “Burada işim yoktu. İşten erken çıktım. İçimden bir ses buraya git dedi. Baktım ki buradayım.” O an araya Güler girdi, gülümseyerek ikisine baktı. “Gönüller bir olunca böyle oluyor demek ki.” Üçü birlikte oturup biraz sohbet ettiler. Askerlik günleri, hasret, arada İstanbul’un sıcak gündelik sohbetleri… Ömer’in içindeki özlem her kelimeyle biraz daha hafifledi. Tam o sırada, yukarıdan gelen ince bir ayak sesi duyuldu. Ömer fark etmedi önce. Kapı aralandığında, Güler’in yanına yaklaşan biri göründü. Elinde bir kaset vardı. “Güler, arkadaşlar şu karışık kaseti çalmanı istiyorlar. Çalarmışın sana zahmet?” Dedi. Ömer başını çevirdiğinde, göz göze geldiği kişi Emel’di. Bir anlık sessizlik… Zaman sanki akışını kaybetti. Ömer’in yüreği boğazına düğümlendi, nefesi hızlandı. Ne kadar istemese de gözleri, karşısındaki o aşina simadan kaçamadı. Oysa en son ayrıldıklarında kelimeler kılıç gibi keskin, suskunluklar buz gibi soğuktu. Aralarındaki bağ kopmuş, geriye gurur ve kırgınlık kalmıştı. Emel de donup kaldı. O an, gözlerinde aynı anda hem bir utangaçlık hem de aylardır saklanmış bir özlem parladı. Dudakları kıpırdadı ama kelime çıkmadı. Kadir sessizliği bozmak istercesine, gülümseyerek: “Demek kaderin ipleri hâlâ aynı yere bağlıyor.” dedi, ama sonra ikisinin yüzlerindeki ciddiyeti görünce sustu. Güler kalkıp kaseti Emel’den aldı, gözleri ikisinin arasında gidip geliyordu. Ortamda başka hiçbir şeyin önemi kalmamıştı artık. Ömer, derin bir nefes aldı. Askerde öğrendiği onca sabır, bekleyiş ve içsel hesaplaşma, şimdi bir bakışta darmadağın olmuştu. Sesini zor buldu: “Merhaba Emel…”dedi, Kelime boğazından kırık dökük çıktı. Emel hemen başını eğdi. “Merhaba Ömer, hoş geldin” dedi sessizce. Sanki tek kelimeyle kalbindeki yılları taşıyordu. İkisinin arasında görünmez bir duvar vardı hâlâ. O dargınlığın, o vedanın acısı. Aynı zamanda, kalplerini kemiren özlemin sıcaklığı da oradaydı. Göz göze gelmemeye çalışsalar da ruhları birbirine çarpıyordu. Emel bir anlık cesaretle ekledi: “İyi gördüm seni. Sağ salim dönmene sevindim.” Ömer’in gözleri parladı, dudakları titredi. Söylemek istediği çok şey vardı: uykusuz nöbetlerde onu düşündüğünü, her ezanda aklına düştüğünü, her nefeste özlemini hissettiğini. Ama suskunluğu seçti. Yutkundu, başını eğdi: “Teşekkür ederim. Dedi ve sustu… Ortama ağır bir sessizlik çöktü. Müslüm Gürses’in şarkılarında duyulan o yanık hasret gibi, odanın duvarlarına sanki görünmez bir acı asılı kaldı. Emel son bir kez Ömer’e baktı, gözlerinde bir damla yaş süzülecek gibi oldu, hemen kapıyı açıp çıktı. Arkasından yankılanan ayak sesleri, Ömer’in kalbine işlenen en uzun melodi gibiydi. Kadir, Ömer’in omzuna dokundu. “Bazen insanın en büyük sınavı sustuğu yerlerde başlar kardeşim.” dedi. Ömer derin bir iç çekti, camdan dışarıya baktı. İçinde askerlikten daha çetin bir savaş vardı: Emel’in hatırası… Vakit ilerlemişti. Ömer, eve gitmek için müsaade isteyip kalktı. İstanbul sokakları ona hem yabancı hem de sıcacık geliyordu. Eve yaklaştıkça kalbi daha hızlı atıyordu. Kapının önünde durdu. Derin bir nefes aldı, sonra zile bastı. Kapı aralandı, Annesi karşısındaydı. Bir an gözlerine inanamadı. Sonra çığlık attı: “Ömer!” Gülistan oğluna sarıldı, gözlerinden yaşlar boşaldı. Ellerini Ömer’in omzunda gezdirdi, yüzüne dokundu. “Oğlum seni sağ salim görmek şükürler olsun.” Dedi. Ömer’in de gözleri doldu. Askerliğin bütün yorgunluğu, bütün yalnızlığı, o kucaklayışta eriyip gitti. Ev, artık sadece dört duvar değildi; annesinin kollarıydı…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.