AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER...
Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
Ömer, Ayça Butik ’ten ayrıldıktan sonra hayatın sesini neredeyse tamamen kısmıştı. İstanbul’un karmaşası, gürültüsü, kalabalığın uğultusu artık ona dokunmuyordu. Odasının kapısını sıkıca kapatıyor, bazen günlerce dışarı çıkmıyor, bazen de sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendini sokaklara bırakıyordu. Şehrin arka sokaklarında yürürken, tarihi binaların taş duvarları arasında kayboluyor; kimsenin tanımadığı bir yüz gibi sessizce süzülüyordu. Ayağının bastığı taşlar soğuk ve sertti, ama Ömer onları fark etmiyordu; dikkati tamamen içindeydi. Adımlarının yönü belli değildi; şehrin haritası yerine kalbinin ritmi yol gösteriyordu. İstanbul’un nemli havası ciğerlerine dolarken, yüzüne hafif bir serinlik çarpıyor; bu sessizlik ona hem hüzün hem de dinginlik veriyordu. Ömer’in sabahları hep aynıydı. Ayça Butik’in birkaç dükkân ötesinde bulunan Gül Pastanesi… İçeri girer, camekânın önünden iki poğaça alır, yanına bir çay söylerdi. O küçücük masada bazen saatlerce, bazen de gün boyu otururdu. Çay tazelenir, poğaçanın kırıntıları masada kalırdı ama Ömer’in düşünceleri hiç dağılmazdı. Burası, Kadir’le sık sık uğradıkları bir yerdi. İki dost, aynı masada defalarca oturmuş; şiirler yazmış, defter kenarlarına notlar karalamış, bazen suskunluğun, bazen de derin meselelerin ağırlığına gömülmüşlerdi. Gül Pastanesi, dostluğun ve gençlik hayallerinin sessiz şahidi gibiydi. Ömer, akşama kadar orada kalır; kalemiyle defterine yükünü döker, gözleri sık sık camdan dışarıya kayardı. Akşamüstü yaklaştığında ise adımlarını ağır ağır Ayça Butik’in yanındaki kahveye doğru çevirirdi. Ayça Butik’in yanındaki kahve, eski usul bir kahvehaneydi. Ahşap çerçeveli pencereleri buğulu, içerisi dumanlıydı. Mekân, zamanın dışında kalmış gibiydi; içerideki masa ve sandalyeler sessiz bir ritimde duruyor, soba köşesinde hafifçe tüten duman gözü yormadan mekânı dolduruyordu. Ömer neredeyse her akşam buraya uğrar; camdan dışarıyı izler, bazen sadece bir çay yudumlar, bazen de gün ağarıncaya kadar saatlerce otururdu. Kalabalığın içinde beklediği tek kişi vardı… Ve o, her akşam tam paydos saatinde kapının önünde belirirdi. Hafif rüzgâr saçlarını oynatır, gözleri kısa bir an için kahveye takılırdı. Ömer yerinden kıpırdamaz, varlığını belli etmezdi; gözleri her zaman onun bakışını yakalamaya çalışırdı. Emel’in bakışları onun ruhunu yokluyor, sanki sessizce: “Orada mısın hâlâ?” Diye soruyordu. Sonra o an biterdi. Emel hiçbir şey olmamış gibi servise biner; gülümsemez, konuşmaz, sadece uzaklaşan bir siluet olurdu. Bu, haftalarca sürdü. Her akşam aynı saat, aynı bakış, aynı sessizlik… Aralarında söylenmemiş kelimeler, yarım kalmış cümleler, suskun bir hüzün vardı. Saatlerin ve günlerin akışı, kahvenin penceresindeki kısa bir bakışla duruyor; sonra tekrar akmaya başlıyordu. Ömer için o bakış bir umut muydu, yoksa kapanmamış bir yara mıydı, kendisi bile bilmiyordu. Bildiği tek şey vardı: Her paydos saati, bir sınav gibiydi onun için. Belki bir gün Emel gelmeyecek, belki o artık kahveye uğramayacaktı. Ama o güne kadar aynı saatte, aynı yerde olmaya devam edecekti; sessizce, gözleriyle bekleyerek, kalbiyle izleyerek… Kadir, Ömer’in bu hâline içten içe çok üzülüyordu ama elinden fazla bir şey gelmiyordu. Yine bir akşam, Kadir Yeşildirek ’ten erken çıkmış, Gül Pastanesi’nde Ömer’le buluşmuştu. Kadir, kardeşini teselli etmek için uzun uzun konuştu; nasihatler verdi, sabretmesini söyledi. Fakat biliyordu ki bu sözler bir teselli olmaktan öteye geçmiyordu. Sonunda dayanamadı: “Ömer, sen parka git. Ben iş yerine uğrayıp Emel’e senin orada olduğunu söyleyeceğim. Onunla konuş, adam gibi. Ya bitirin bu işi ya da düzeltin. Ben senin bu hâline artık dayanamıyorum. Böyle görmek istemiyorum seni, kardeşim…” Ömer başını öne eğdi; gözlerinde hem umut hem de korku vardı. Sessizce kalktı, aklında binlerce düşünceyle ağır adımlarla parka doğru yürüdü. Park, kış akşamının serinliğiyle sessiz ve tenha idi. Çocuk kahkahaları, kuş sesleri çoktan kaybolmuştu. Sararmış yaprakların arasından esen rüzgâr, Ömer’in yalnızlığını daha da derinleştiriyordu. Bir banka oturdu. Ellerini cebine soktu, gözlerini yolun başlangıcına dikti. Her geçen dakikada kalbi biraz daha sıkışıyor, içindeki umutla korku birbirine karışıyordu. Bazen Emel’in siluetini göreceğini sanıyor, kalkıp ayağa dikiliyordu; ama her defasında geçenler başkalarıydı. Bekleyişin ağırlığı, zamanın demir kapıları gibi üzerine kapanıyordu. Saat ilerledikçe gözleri buğulandı. Dudaklarının arasından, kendi kendine mırıldanır gibi şu sözler döküldü: “Gel artık…” Kadir, iş yerine giderek Emel’in bulunduğu kata çıktı. Emel masada kendini işine vermişti. Paydos saati yaklaşıyordu. Kadir yanına gelip: “Emel, baksana, sana söylemek istediğim bir şey var.” “Hayırdır Kadir, ne oldu?” “Bu kadar yeter artık Emel. Bunun adını koyun. Ömer seni parkta bekliyor. İş çıkışı git, konuş. Bir karar verin artık.” Emel başını eğip kısık bir sesle: “Tamam Kadir.” dedi ve oradan uzaklaştı. Kadir onun parka, Ömer’in yanına gittiğini düşünerek yarım saate yakın oralarda dolanmıştı. Sonra parka doğru yürüyüp Ömer’in yanına gitmeye karar verdi. Parkın tenha köşesinde, Ömer’i bankta tek başına otururken buldu. “Ne oldu Ömer? Ne konuştunuz?” Ömer başını ağır ağır kaldırdı. Gözleri nemliydi, bakışları boşlukta kaybolmuş gibiydi. Dudakları titredi, sanki kelime bulmakta zorlanıyordu. Sonunda kısık bir sesle: “Kimse gelmedi ki, Kadir…” O anki sessizlik, ikisinin arasına taş gibi oturdu. Ne bir teselli ne bir söz… Hiçbir şey Ömer’in içindeki hayal kırıklığını onaramazdı. İki dost, aynı bankta yan yana oturup yalnızca suskunluğa sığındılar. Bir süre sonra kalkıp Güneşli’ye doğru yürümeye başladılar. Caddeler ışıl ışıldı ama onların içi karanlığa gömülmüştü. Adımları birbirine uyum sağlasa da kalpleri farklı yükler taşıyordu. Bir süre sonra Kadir sessizliği bozdu: “Ömer… şu ileride giden Emel değil mi?” “Evet, o. Yanındaki de Buse. Buse yanında olduğu için gelmemiş olabilir mi?” “Olabilir… Ama konuşmam lazım Kadir. Hadi, biraz hızlanalım.” Adımlarını sıklaştırdılar ama Emel’e ancak evlerinin önünde yetişebildiler. Kadir, Emel’in yanına yaklaşıp yumuşak bir sesle: “Emel, Ömer yarım saat seni parkta bekledi. Gitmemişsin. Tesadüfen yolda gördük sizi. İstersen bir konuşun.” dedi. Emel kısa bir duraksamadan sonra başını öne eğdi: “Biraz bekleyin, geleceğim.” diyerek Buse’yle içeri girdi. Kapı kapanmadan hemen önce Buse, alaycı bir tebessümle fısıldadı: “Emel, yorulmadın mı artık? Görmüyor musun, olmuyor işte. Neden kabullenmiyorsun?” Emel’in gözleri doldu. Dudaklarından zorla döküldü sözler: “Bilmiyorum Buse… Kafam çok karışık. Galiba haklısın, bizden olmuyor.” Derin bir nefes aldı, sonra dışarı çıktı. Ömer ile Kadir hâlâ kapının önünde bekliyorlardı. Emel’i gören Kadir usulca geri çekildi, onları baş başa bıraktı. Emel, Ömer’in karşısına dikildi. Sesinde öfke vardı: “Ne oldu Ömer? Ne diyeceksin bana?” Ömer bir an durdu, kalbi hızla atıyordu. “Seninle konuşacak çok şeyim var. Belki… her şeyi geride bırakıp…” Ömer’in sözleri yarım kaldı. Çünkü Emel, gözlerinde öfke ve kırgınlığın en keskin hâliyle haykırdı: “Yeter Ömer! Konuşacak bir şey yok artık. Bitti! Anlamıyor musun?” Ve ardından, hızlı adımlarla eve doğru yürüdü. Ömer, olduğu yerde donakaldı. Emel’i hiç böyle görmemişti. Ne yapacağını bilemedi. Birkaç adım atabildi, sonra dizlerinin bağı çözüldü; kaldırıma oturdu. Gözleri boşlukta, ruhu paramparça olmuştu. Kadir şaşkınlıkla izliyordu dostunu. Ömer’in kalp atışını duyabiliyordu. Yanına gelip koluna girmek istedi, sonra vazgeçti. Sessizce onun yanına oturdu. İki dost, kaldırım taşlarının soğukluğunda, zamanın akışını kaybetmişlerdi… Ömer, Kadir’in yardımıyla güç bela ayağa kalktı. Emellerin evine son kez baktı, gözleri dalıp gitti. Ardından oturduğu kaldırıma takıldı bakışları. Sanki orada kalbinin kırık parçaları duruyordu. Adımlarını sürükleyerek uzaklaşırken her köşede, her taşta, kalbinden kopan parçaları şerha şerha topluyordu. O gece, Ömer’in içinde tamir edilemez bir boşluk açıldı... Ertesi gün, Ömer yine kahvedeydi. Dün gece yaşananları bir türlü kabullenemiyordu. Akşamın serinliği üzerine çökerken kahvenin camına yaslandı. Dışarıdaki sokak lambaları, kaldırım taşlarına düşen ışık halkalarıyla titriyordu. Ömer için dünya burada, bu bakışta durmuştu. Bir çocuğun ilk umutla beklediği an gibi, kalbi hem ağır hem hafifti. İçinde kırgınlık vardı, ama kırgınlığın altında sessiz bir sadakat vardı… Hâlâ bekliyordu; bir şeylerin değişmeyeceğini bile bile hâlâ umutla bekliyordu. Her paydos saatinde Emel’in kısa bakışı, Ömer’in kalbinde bir çarpıntı bırakıyordu. Bazı günler kahveye bakarken gözleri doluyor, yutkunuyor ama hiçbir kelime etmiyordu. Sessizlik, onların arasında bir köprü olmuştu; sözlerin yerine gözler konuşuyordu. Her bakış, bir sessiz itiraf, bir bekleyişti... Bir akşam, Ömer camdan dışarı bakarken bir an Emel’in elinde bir kâğıt olduğunu fark etti. Eskiden kendisinin verdiği bir nottu belki de… Kalbi hızlı hızlı attı. Emel kâğıdı aldı, uzun süre baktı, sonra sessizce cebine koydu. Ömer gözlerini kırpmadan onu izledi. O anda, aralarındaki mesafe hem fiziksel hem duygusal olarak belirgindi; aynı zamanda daha derin bir bağ, sessiz bir anlayış oluşmuştu. İçinde bir karar belirmişti: Beklemek, sabretmek ve yoluna devam etmek. İstanbul’un sokakları, kahvenin dumanlı camı. Hepsi bir sahneydi. Ömer’in kalbinde, Emel’in varlığıyla bütünleşmiş bir iç sessizlik daha büyüktü. Ve o sessizlikte, bir gün geleceğin umudu vardı. Her paydos saati, her bakış, her sessiz an, kalplerin birbirine dokunduğu bir ritüel hâline gelmişti. Ömer biliyordu ki bazen sevmek sadece beklemekti; sabırla, sessizce, hiç vazgeçmeden… O gün yine kahvede oturmuş bekliyordu. Az sonra Emel işten çıktı. Fakat bu kez servise binmedi; adımlarını kahvenin olduğu istikamete doğru çevirdi. Ömer’in içindeki fırtına daha da kabardı. “Konuşmalıyım artık, bu böyle gitmeyecek.” diyerek yerinden kalktı ve arkasından yürüdü. “Emel!” diye seslendi. Emel durdu, arkasını döndü. Yüzünde yorgun ve kırgın bir ifade vardı. “Ömer, lütfen artık zorlaştırma. Benim için kolay değil. Bunu daha önce de konuştuk; böyle olması gerekiyor.” dedi, sesi titrek ama kararlıydı. “Ben sadece bir kez daha konuşmak istedim. İçimde kalanları…” “Anlıyorum seni.” dedi Emel, gözlerini kaçırarak. “Senin yolun başka, benim yolum başka. Ne kadar istesek de geri dönmek mümkün değil.” Ve arkasını dönüp gitti. O an söylenen cümleler, Ömer’in yüreğine ağır taşlar gibi düştü. Ardından uzaklaşan Emel’in ayak sesleri, sanki kalbine çakılan son çivinin yankısıydı. Gözleri boşluğa daldı; yılların hatıraları, hayaller, umutlar bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Ne kadar tutmak istese de ne kadar mücadele etse de hayat ondan Emel’i çekip almıştı. Artık hiçbir şeyin fayda etmeyeceğini, hiçbir kelimenin aradaki mesafeyi kapatamayacağını anladı. İçinde bir perde kapandı, bir defter sessizce dürüldü. Ve o an kalbinde bir karar daha kesinleşti. Emel’i kalbinden, aklından çıkaracaktı... Ömer biliyordu ki insan kalbinden birini çıkarmaya karar verdiğinde bile, kalp o boşluğu kolay kolay dolduramazdı. İşte bu yüzden o akşam, yalnızlığın en keskin yüzünü tattı…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.