İnsanın çocuğu ile övünmesi kendisiyle övünmesi demektir. somerset maugham
YARIM KALAN ARZULAR
AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER... Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
2. Bölüm

2.ARZULAR YÜREĞE DÜŞEN GİZLİ CEMRELERDİR

35 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Sene 1985'di. İstanbul hâlâ sisli sabahlara uyanıyor, trafiğin çığlığına martı sesleri karışıyordu. Gültepe’den Osmanbey’e giden otobüs yolculuğu, Ömer için bir okul gibiydi: hayatın içinde, kalabalığın ortasında, kendi yalnızlığıyla baş başa. Osmanbey’in kalabalık sokaklarında yürürken, bir vitrinin camında asılı küçük bir ilan dikkatini çekti:
“Eleman aranıyor.” Başlıkta, Butik Sara yazıyordu. Bir an duraksadı, sonra elini yavaşça kapıya uzattı. İçeri girdiğinde güler yüzlü biri karşıladı onu.
“Merhaba, iş ilanı için gelmiştim kiminle görüşeceğim” dedi. Konuştuğu kişi, Ömer’i Mümin Usta’ya götürdü. mümin Usta, onu baştan aşağı süzdü:
“Daha önce böyle bir işte çalıştın mı, tecrüben var mı?” “Yok abi, öğrenirim” dedi Ömer.
Mümin Usta başını salladı, gözlüğünü çıkardı ve Ömer’in gözlerine baktı:
“Peki, yarın sabah sekizde gel başla bakalım.” Dedi. İlk günün sonunda Ömer’in ayakları su toplamıştı. Ama gözlerinde hâlâ bir umut vardı. Çünkü hayatında ilk kez kendi parasını kazanacaktı. Sabah evden çıkarken annesinin eline tutuşturduğu mendili cebinde hâlâ saklıyordu…
Burası, kadın giyim üzerine çalışan küçük ama kaliteli bir konfeksiyon atölyesiydi. Dikiş makinelerinin vızıltısı, ütülerin buhar sesi, kumaşların hışırtısı, Osmanbey’in tipik sesleriydi. Ömer için bu sesler, hayata karışmanın, büyümenin ezgileriydi. Öğle aralarında işyerinin yakınındaki küçük parka gider, bir simit alır, çay içer, köşede kitap okurdu. O sıralar Necip Fazıl’ın dizelerine, Mehmet Akif’in metinlerine merak sarmıştı. İlk kez kendini bir yere ait hissediyordu… Sabahları erkenden Osmanbey’in dar sokaklarında, kumaş tozlarının içine karışan hayatını sırtında taşıyordu. Yaşından büyük işler yapıyor, yaşından büyük laflar duyuyordu. Atölyede çalışanların ağzından eksik olmayan küfürler, hor görmeler, ezilmeler. Kalbi her gün biraz daha daralıyordu. Osmanbey, Beyoğlu, Tarlabaşı. İstanbul’un kalbiydi buralar. Caddeler kalabalıktı, yalnızlık her köşe başında pusuda bekliyordu. Uyuşturucu, fuhuş, şiddet, alkol. Gece olunca karanlık, sadece ışıkla değil, ruhlarla da bastırıyordu. Kirli duvarlar arasında oynayan çocuklar vardı; gözleri hiç çocuk değildi. Ve bir avuç insan bu karanlıkta, elini kirletmeden, yüreğini kiraya vermeden yaşamayı başarabiliyordu. Sessiz, güçlü ve azimliydiler...
Ömer bu ortamlardan hep uzak kalmaya çalışıyordu. Kimseyle çok içli dışlı olmuyor, boş zamanlarında yalnız kalmayı tercih ediyordu. Küçücük bir alanda, dikiş makinelerinin gürültüsü arasında kaybolmuş, görünmeyen biri hâline gelmişti. O, bir savaşın ortasında, kendini bulmaya çalışan biriydi. Zihninde ise bir türlü ortaya çıkaramadığı bir eksiklik vardı. Saatler geçtikçe makinelerin sesi onu kendi içine çekiyor dikişlerin arasındaki ince iplikler ruhundaki boşlukları sarmaya çalışıyordu. İçindeki karanlıkları aydınlatmıyor; aksine derinleştiriyordu. İnsanlar ona:
“Sesin niye çıkmıyor?” diyordu.
Ömer sadece gülümsüyordu... Kendi iç dünyasında kaybolmuş, yokluğun ve geçim derdinin yarattığı o hüzünlü yüz, genç yaşındaki ruhunda derin bir iz bırakıyordu. Zaman onu yalnızlaştırıyor, ruhunun yorgunluğu her saat biraz daha belirginleşiyordu. Yılların sunduğu her zorluk, ona bir ders niteliğindeydi. Ömer, her şeyin farklı olabileceğini hayal ederken, gün geçtikçe sessizleşiyor, iç dünyasına kapanıyordu. Geçim mücadelesi, evin dört duvarı, hal işinin gürültüsü ve konfeksiyon atölyesinin monotonluğu arasında, kendi kimliğini bulmaya çalışıyordu. Belki de bulduğu kimlik, içindeki boşluğu doldurmaya çalışan sessizlikti. Kalabalık bir sessizliğe bürünmüş, sadece dinliyordu; kalbinin duvarlarına çarpa çarpa yankılanan düşüncelerle büyüyordu. Henüz on Altı yaşındaydı; omuzlarına çöken yük, yaşını çoktan geçmişti...
Köyden İstanbul’a göç ettiklerinde her şey büyük bir umutla başlamıştı. Fakat umut, büyük şehirde en çabuk kaybolan şeydi. Yokluk evin içini kuşatmıştı. Sobanın yanmadığı kış gecelerinde, onların nefesi camlara buğulu masallar çiziyordu. Ömer, sessizliği ile konuşuyor, kimseye söylemeden içini defterine döküyordu. Arzuları vardı, yarım kalan, söyleyemedikleri, yaşanmayı bekleyen. Sokaklar karışıktı, insanlar yorgun. Dışarısı gürültüyle kaynarken, Ömer in içi sessizlikle doluydu...
Hafta sonunda, zarfa konmuş ilk maaşını aldığında elleri titredi. O parayla yolda annesi için küçük bir tülbent ve bir kutu helva aldı. Eve girdiğinde, babasının sessiz bakışı ve annesinin gözyaşıyla karışık tebessümü her şeye değerdi... Ömer işe başlayalı birkaç hafta olmuştu. Yavaş yavaş düzeni öğreniyor, işin dilini çözüyordu. Onu bu işe bağlayan insanlar olmuştu. Gültepe’de oturan Aydın, sert görünümlü bir adamdı. İlk gün Ömer’in sakarlıklarına kızmış gibi yapsa da bir sabah elindeki poşetten çıkardığı simidi sessizce Ömer’in masasına koydu. Başka bir yol gösteriyordu: Biz dostuz demenin yoluydu bu. Seyfi de Aydın gibi, dikim kısmında çalışıyordu. Ömer’i sürekli koruyorlardı. Cem ise yaşıtlarına yakın, esprili ve biraz da dışa dönük bir gençti. Ömer ile kısa sürede kaynaştılar. Gündüzleri birlikte çalışıyor, öğle aralarında Feriköy’e gidip ayak üstü çay içiyorlardı. Arada kızları kesen Cem’e Ömer her seferinde:
“ Keşke böyle yapmasan” diyordu”.
Dikiş makinelerinin gürültüsü, ustabaşının bağırışı, sigara dumanı ve ter kokusuna karışan zamansız hayaller. Bu ortamda büyümemeliydi Ömer.
Aslında büyümek istemiyordu; sadece kaçmak istiyordu. Kafasında bir ses sürekli tekrarlıyordu:
“Bu daha ne kadar sürecek?”
Yavaşça, etrafındaki dünyanın baskısı ve atölyenin kasveti onu bir çıkmaza sokuyordu. İnsanların bakışları, ruh halini derinden etkiliyor, giderek daha da içine kapanmasına sebep oluyordu. Fakat bir gün, hayatında hiç beklemediği bir değişim oldu. Aydın atölyenin en deneyimli işçilerinden biriydi. O da Ömer gibi yoksul bir ailede büyümüştü. Hayatına yön vermek için bir yol bulmuş, spora yönelmişti. Ömer, Aydın’ı o gün fark etti; gözlerinde bir kararlılık, bir güven vardı. Sanki başka bir dünyadan gelmiş etrafındaki herkesin çok ötesindeydi. Bir akşam, Aydın Ömer’i çalışırken izledi. Aralarındaki sessiz konuşma bir noktada kırıldı. Aydın, kafasında dönen düşünceleri kısa süre sonra dile getirdi:
“Ömer, bak senin gibiler burada kaybolur. Bu sokaklar seni yutar. Ama senin içinde bir şey var. Belki de fark etmiyorsun, ama bu karanlık seni giderek içine çekiyor.”
Ömer, Aydın’ın sözlerini duyduğunda içini garip bir umut kapladı. Belki de kaybolmak zorunda değildi; belki de kendi yolunu çizebilirdi. Ömer, şaşkınlıkla ona bakarak sessizce işine devam etti. Aydın biraz daha yaklaştı, sesini alçaltarak devam etti:
“Ben de zamanında senin gibiydim. Fakat ben bir şey yaptım. Hayatımı değiştirdim. Seni bizim gittiğimiz karate salonuna götürmek istiyorum. Seyfi ile birlikte biz yıllardır gidiyoruz. Orası seni burada kaybolmaktan, kötü arkadaşlardan, kötü ortamlardan kurtarır.
Kendini bulman için bir yol olur. Hadi gel, akşam gidelim, yazdıralım seni bizim kulübe. Birlikte çalışırız.” Dedi. Ömer’in içine bir kıvılcım düştü. Karate salonu korkutucu gelmişti ona, ama Aydın’ın gözlerindeki kararlılık ve güven bir şekilde ikna etmişti onu. İçindeki tereddütleri bir kenara iterek istekli bir şekilde:
“Olur” der gibi başını salladı...
İlk gün, karate salonu Ömer için tamamen yabancıydı. Her yer gürültülü, herkes bir şeylerle meşguldü. Ömer sanki kaybolmuş gibiydi. Aydın, onu Beşiktaş’taki Wado-ryu spor salonuna götürürken: “Burası sana bir şeyler öğretir” demişti.
Ömer kolay kolay inanamadı. Gözleri, egzersiz yapan gençlerin hırsla dolu hareketlerine, disiplinin simgesi dövüş tekniklerine takıldı. Bir şeyler hissetmeye başlamıştı. Belki de bu, ona sadece fiziksel değil, ruhsal bir güç verebilirdi. Aydın, bir köşede spor yapan kişileri sessizce izleyen Ömer’in yanına gelerek fısıldadı:
“İçindeki gücü fark et. Her şey burada başlıyor. Hem fiziksel hem zihinsel olarak güçlü olman lazım. Her darbe seni sadece daha sağlam yapacak.”
İlk günler zorlayıcıydı. Vücudu ağrıyor, kasları her geçen gün daha fazla zorlanıyordu. Ama bir şeyler değişmişti artık. Her gün o karanlık sokaklarda değil, karate salonunda ter döküyordu. Çalıştıkça ruhsal boşluk yavaşça dolmaya başladı. Her savunma hareketi, içindeki tedirginliği biraz daha alıyordu. Kendini daha güçlü hissetmeye başlamıştı. Hayatta hiçbir şey ona bu kadar güven ve kontrol vermemişti. Aydın, sadece sporu öğretmiyordu; her an, hayatla ilgili de bir şeyler anlatıyordu:
“Bir adım at, Ömer. Korkma, her düşüş seni daha güçlü yapar. Başarı, sabırla gelir.” Diyordu.
Bu sözler, Ömer’in zihninde yankılanıyordu. Sadece vücudu değil, zihni de eğitiliyordu. Zamanla Ömer’deki değişim dışarıdan da fark edilmeye başladı. Daha ağırbaşlı, daha özgüvenli birine dönüşüyordu...
Osmanbey’in o bunaltıcı, yozlaşmış ortamlarından uzaklaştıkça nefes alır gibi oluyordu. Artık sadece atölyede değil, sokakta yürürken bile adımlarında bir kararlılık vardı. Omuzları dik, bakışları berraktı. Karate, onun için yalnızca bir spor değil, hayatın içindeki sarsıntılara karşı bir denge bulma biçimiydi. Her yumrukta, geçmişin kırgınlıklarını biraz daha geride bırakıyor, her nefeste içsel bir huzuru keşfediyordu. Terle karışan sabır, onda yeni bir irade inşa ediyordu. Artık suskunluğu bir zayıflık değil, olgunluğun bir ifadesiydi. Etrafındakiler bu değişimi fark ettikçe, kimi saygıyla yaklaşıyor, kimi de eski Ömer’i özler gibi uzaktan izliyordu. Ama o, artık kimsenin gözlerinde kendini aramıyordu. Her geçen gün, içindeki boşluğu biraz daha dolduruyor, hayata karşı sessiz ama derin bir güç kazanıyordu. Geceleri yastığa başını koyduğunda, bir zamanlar içini kemiren o belirsizlik yerini huzurlu bir dinginliğe bırakıyordu. Sanki içinden geçen fırtına dinmiş, yerini sakin bir deniz almıştı. Ve Ömer, ilk kez kendiyle barışmanın ne demek olduğunu anlamaya başlamıştı. Ve bir gün, Aydın ona son bir öğüt verdi: ”Bunlar seni hayatın içine soktu. Şimdi, hayatını sen yönet. Unutma, gücün ve iraden seni nereye götürürse götürsün, yolunu seçebilecek kadar güçlüsün artık.”
Aydın’ın rehberliği Ömer için bir dönüm noktası olmuştu. Artık her darbe, sadece bir dövüş değil, hayata karşı verdiği bir mücadeleye dönüşüyordu. İlk defa kendisi için bir adım atıyordu. Karate onun için yalnızca spor değildi; sessiz bir haykırış, ayağa kalkmanın, direnmenin, içini susturanlara karşı dik durmanın yoluydu. İlk kez salona adım attığı anı hatırlıyordu: her vuruş, içindeki korkuya, geçmişin izlerine, büyüyemeyen yanlarına karşıydı. Orada kimse onun geçmişini bilmiyordu; bu, Ömer için büyük bir özgürlüktü. Fakirliğin yükü yoktu, abilerinin gölgesi yoktu, İstanbul’un sırtına çöken umutsuzluk yoktu. Sadece kendisi ve içinden gelen sessiz direnç vardı. Geceleri yastığa başını koyduğunda artık başka bir hayali vardı. Belki bir gün siyah kuşak sahibi olacaktı. Belki bir gün sadece fiziksel değil, ruhen de güçlü biri olacaktı. İçindeki karanlık odadan çıkacak, arzularına bir kapı aralayacaktı. Bu şehir kolay kolay arzuları tamamlamazdı, Ömer için artık bir umut vardı. Sabahları atölyeye biraz daha erken gidiyordu. Her gün aynı hayatın döngüsü gibi görünse de içinde bir şey değişmişti…
Ömer’in çalıştığı atölyede Arzu isminde genç bir kız vardı; sonradan işe başlayan, alımlı ve sessiz biriydi. Saçlarını genellikle omzunun arkasına toplar, işe gelirken yanında ince bir kitap taşırdı. Sessiz, nazik ve gülümsediğinde etrafı aydınlatan cinsten. Ömer, onu ilk gördüğü anda büyülenmişti; rüyalarında bile onunla konuşamamıştı. İçine kapanıklığı, dar dünyasını daha da küçültüyordu. İstanbul’un karmaşası, yokluk, atölyenin gürültüsü her şey bir kenara, Ömer Arzu’nun yanında konuşamıyordu. İçinde sözcükler hazır bekliyordu: “Seni sevdim” demek istiyor ya da sadece
“Seninle konuşmak istiyorum” diyebilmek istiyordu.
Her sabah ona selam vermeyi planlıyor, her akşam sessizce ayrılıyordu. Göz göze geldiklerinde içinden bir şehir geçiyor, adı Arzu oluyordu. Harfler yolda kalıyor, adını kalbine bile fısıldayamıyordu… Artık Ömer, kendi içinde büyüyen bir duygunun mahkûmuydu... O sabah, Ömer erkenden iş yerine gelmişti. Ellerini defalarca yıkadı, saçını taradı, gömleğini düzeltti. Songül ile bir gün öncesinden konuşup anlaşmıştı. Çünkü Arzu’ya yaklaşmak, onun kalbinde bir iz bırakmak için her fırsatı değerlendirmek istiyordu.
“Songül, nasıl ayarlarsın bilmiyorum, bana yardım et. Arzu’yla konuşmam lazım. Bir türlü cesaret edemiyorum.” Songül, Arzu’yu tanıyordu aynı mahallede yaşıyorlardı. Ömer’in Arzu’ya bakarken dilini yutmasını görmüştü. Hafifçe gülümsedi: “Tamam Ömer. Akşam mesaisinde onu su almaya yukarı kata yollarım. Sakın beni rezil etme,” diye, takıldı.
Ömer sadece başını salladı. Akşam mesaisinde, Songül Arzu’ya seslendi:
“Arzu, yukarıdan bir su alır mısın? Elin çabuktur senin”.
Arzu gülümsedi:
“Tabii, hemen getiririm.” Dedi.
Ömer köşede bir şeylerle uğraşıyordu; kalbi göğsünü delip çıkacak gibiydi. Terliyordu, ama avuç içleri buz gibiydi. Arzu mutfağa yönelirken Ömer’e seslendi:
“Kolay gelsin Ömer. Su alır mısın?”
Ömer kendisinin duyabileceği kadar alçak bir ses ile:
“Evet, olur. Sağ ol,” dedi.
Arzu suyu getirdiğinde Ömer derin bir iç çekti ve nihayet konuşmaya başladı:
“Arzu, sana bir şey söylemek istiyordum.” Arzu şaşkın ama nazikti: “Tabii Ömer, ne oldu?” Ömer’in dili dolaştı, kelimeler birbirine karıştı: “Ben… yani uzun zamandır… Sen gelince… bilmiyorum nasıl diyeceğimi.”
Arzu kaşlarını kaldırdı, hafifçe gülümsedi. Ömer gözlerini yere dikti gömleğinin yakası terden ıslanmıştı. Zorla da olsa devam etti: “Ben seni daha yakından tanımak, seninle arkadaş olmak istiyorum. Yani, sadece arkadaş gibi değil… hani farklı gibi.” Arzu birkaç saniye sustu. Ömer için o birkaç saniye bir saat gibi geçti. İçinden “şimdi güler, belki gider herkese söyler” diye düşündü. Arzu gülmedi; yavaşça yaklaştı:
“Ömer, sen çok iyi birisin, naziksin. Biliyor musun, seninle konuşmak hep güzel gelir bana. Bu söylediklerin büyük şeyler. Belki zamana ihtiyacımız vardır.” Ömer yutkundu:
“Kızmadın değil mi?” Dedi. Arzu gülümsedi, başını hafifçe salladı: “Hayır. Kızılacak bir şey söylemedin.”
O an, Ömer’in içinden ağır bir yük kalktı sanki. Kalbi hâlâ hızlı hızlı atıyordu, ama artık korku yoktu. Beklemek gerekiyordu belki; ama artık biliniyordu. İçinde büyüyen sessiz aşk, kelimelere dökülmüştü. O konuşmadan sonra günleri daha da ağır geçiyordu. Sabahları işe gitmek zor, akşamları uyumak daha da zordu. Aklı hep Arzu’nun cümlesine takılıydı:
“Belki zamana ihtiyacımız vardır.” Ne ret ne kabul; arada bir yerdeydi. Ömer için artık bir başlangıç vardı, sessiz, umutlu ve sabırla beklenen. Sessizliğin koynunda büyüyen bir bekleyişti bu...
Bir sabah Ömer cesaretini toplayıp Arzu’ya yeniden sordu: “Arzu, hani geçen konuştuk ya… düşündün mü?” Arzu yere bakarak yanıt verdi:
“Düşündüm Ömer. Bizim evde her şey çok kolay değil. Ailem çok tutucu. Annemle babam böyle şeyleri duyarsa mahvolurum. Böyle bir şeye müsaade etmezler.” Ömer yutkundu, gözlerini kaçırarak sordu: “Yani kararın ne Arzu ne düşünüyorsun?” Arzu kısa bir sessizlikten sonra:
“Haftaya Songül’ün doğum günü var. Orada konuşalım mı?” Ömer’in içi titredi.
“Tamam nasıl istersen.” Diyerek sustu… Belki bu, bir umut demekti. Hafta boyunca zaman sanki durmuş, bir asır gibi geçmişti. Songül’ün doğum günü geldiğinde masa üstünde börekler, gazozlar ve birkaç plastik tabak vardı. Teypte Coşkun sabahın duygusal bir şarkısı yankılanıyordu. Ömer’in duyguları o şarkının içine gizlenmiş gibiydi. İçeridekiler eğlenirken Songül araya girdi:
”Ömer, dansa kaldırsana Arzu’yu, ne bekliyorsun? Bak, herkes dans ediyor.”
Ömer utangaç bir halde ayağa kalktı. Arzu sessizce başını eğdi ve Ömer’in uzattığı eli tuttu. Dans başladığında kimse konuşmadı; kalpler konuştu.
Göz göze geldiklerinde Arzu hafifçe gülümsedi. Şarkı bittiğinde Ömer tebessüm ederek sordu:
“Arzu, kararını verdin mi? Söyleyecek misin yoksa benim ölmemi mi bekliyorsun? Diyerek gülüştüler. Arzu başını eğdi, gözleri ciddileşti:
“Evet. Ama bir şartım var. Kimse bilmeyecek. Ailem öğrenirse her şey biter. Söz ver.” Ömer hiç düşünmeden:
“Tamam, söz veriyorum. Aramızda kalacak.” O gece, ilk kez elini tuttuğu bir kıza kalbini açtığı kadar, kalbini saklamaya da yemin etmişti. Artık birlikteydiler; sadece birbirlerinin bildiği kadar. Bu aşk, kalabalıklardan kaçan bir fısıltıydı. Yasak değil, gizli; gürültülü değil, derin. Ve her gizli şey gibi içinde hem heyecan hem korku taşıyordu… Aradan yaklaşık bir ay geçti. Ömer ile Arzu, sadece iş yerinde görüşüyorlardı. Fakat son iki gündür Arzu işe gelmiyordu. İlk gün, belki hastadır, dedi Ömer kendi kendine. İkinci gün geldiğinde, belki ailesinde bir şey olmuştur diye düşündü. Ama Arzu’nun sandalyesi hâlâ boştu. O yokken Ömer derin bir sessizliğe bürünmüştü. Öğle paydosunda bir köşeye oturmuş, dışarıyı sessizce seyrediyordu. O sırada merdivenlerden hızlı ve boğuk sesler geldi. Gelen Songül’dü. Gözleri kıpkırmızı, yüzü bembeyazdı. Atölyeye girer girmez Ömer’i gördü ve gözyaşlarını silmeden ona doğru koştu. Sözler boğazında düğümlendi, yaşlar boşaldı.
“Ömer,” dedi hıçkırarak. “Arzu’nun babası, dün gece kalp krizi geçirmiş ve vefat etmiş.” Ömer ayağa kalktı, ayakta durmakta zorlanıyordu.
Kalbi birden ağırlaştı. Songül elleriyle gözlerini silerken ekledi: “Arzu’yu o hâlde görmeliydin, konuşamıyordu. Perişan bir haldeydi zavallı kız.”
Ömer’in boğazı düğümlenmişti. İçinde bir yer sızladı. Hiç böyle bir haberle yıkılacağını düşünmemişti. Böyle bir günde sevdiği insanın yanında olamamak ona bir şey diyememek, bazen en ağır şeydi. Elini kalbine götürdü. “Allah’ım…” dedi içinden. “Onun kalbinden bir parçayı alıp göğe götürdün. Ben burada ne yapayım şimdi?” Arzu’yu düşündü ve ilk defa biri için böyle dua etti… Artık Arzu işe gelmiyordu. Annesi ve abileri, babasının ölümünden sonra her şeyi sıkılaştırmıştı.
“Genç kız, evde otursun” diyerek, çalışamayacağını söylüyorlardı. Atölyeye bir daha dönmeyecekti Arzu. Bu cümle, Ömer’in kulağında kurşun gibi patladı. Günlerce sessiz kaldı Ömer. Ne konuştu ne defterine bir şeyler yazdı. Herkes onun bu haline alışkındı. İçindeki yangını kimse göremiyordu; sadece Songül fark etti:
“Ömer, bu sessizlik kalbine iyi gelmez. Bir şey yapman gerek.” O gece Ömer, mesailerden arttırarak biriktirdiği eski metal kumbarayı açtı. İçinde sadece bir kaç lira vardı. Ertesi gün Feriköy’deki bir gümüşçüye gitti ve ucuz zarif bir yüzük aldı. Gümüş, sade, gösterişsiz. Tıpkı duyguları gibi... O akşam Arzu’yla görüşmek için Songül aracılığıyla haber yolladı. Arzu’nun cevabı net ama yumuşaktı:
“Ancak köşe başına gelebilirim.” Dedi.
İş yerinin arka sokaklarından birinde, akşam ezanının ardından sessiz bir köşe başında buluştular. Hava ağır, karanlığa gömülmüştü; sokak lambalarının sarı ışığı titrek gölgeler oluşturuyordu. Arzu koyu tonlarda bir başörtü takmıştı. Gözlerinde günlerdir biriken keder vardı; babasının yokluğu, evin yeni düzeni ve üzerine çöken yas. Ömer’i görünce içinde bir şeyler titredi. Ömer başsağlığı diledi, ardından sessizlik çöktü… Kelimeler, sanki bu akşamın ağırlığı altında boğulmuştu. Arzu mahcup bir şekilde:
“Ömer… sana veda etmeye geldim aslında. Böyle bir ilişkiye ailem izin vermez. Ben de seninle gizli gizli buluşamam.” Diyerek başını öne eğdi.
Ömer neye uğradığını şaşırmıştı. Titreyen elleriyle cebinden ona aldığı küçük kutuyu çıkardı.
“Arzu neden böyle bir karar aldın bilmiyorum. Zor bir dönemden geçiyorsun. İstemediğin bir şey için de seni zorlayamam. Sadece bilmeni istediğim bir şey var: Ben seni hiç bir zaman unutmayacağım. Belki bir daha seni göremem. Bu yüzüğü almanı istiyorum. Sadece bir hatıra.” Arzu’nun gözleri doldu. Titrek bir tebessümle kutuya baktı, parmaklarıyla yavaşça aldı ve açtı. Gümüş yüzüğü gördüğünde boğazı düğümlendi, gözleri buğulandı.
“Ben de.” Dedi. Kısık, sadece kendisinin duyabileceği bir tonla.
Cümle eksikti ama anlam tamdı. Sonra uzaklaştı. Birkaç adım attı, durdu ve dönüp Ömer’e baktı. Gözleri doluydu; gitmesi gerektiğini biliyordu. Ömer de biliyordu; bu vedaydı, en sessizinden… Bazı hayatlar, hiç yaşanmamışçasına yarım kalıyordu. Arzu’nun gidişinden sonra Ömer’in içinde bir şeyler sustu. Sabahları hâlâ erken kalkıyordu, ama aynadaki gözler donuktu artık. Atölyede makine sesi arasında kimse fark etmiyordu; Ömer’in içindeki fırtına çoktan her şeyi dağıtmıştı. Ne tebessüm ne umut kalmıştı. Herkes işine bakarken o, boş bir sayfa gibi oturuyordu aynı masada. Aydın birkaç kez yanına geldi:
“Hayat durmaz Ömer. Herkesin acısı var, herkesin bir kaybı var. Senin acını küçümsemem, ama kendini bırakma.” Ömer sadece baktı. Kelimeler yoktu artık. Günler sonra ilk kez bir cümle yazdı:
“ O yüzüğün ağırlığı, kalbimden daha fazlaydı.” Geceleri uyumadan önce Arzu’nun son bakışını hatırlıyordu. Göz göze geldikleri o anı. Hafızasında donmuş bir film karesi gibi, her gece tekrar tekrar izliyordu. O günün akşamı Ömer eve dönerken Beyoğlu’nda eski bir fotoğrafçı dükkanının önünden geçti. Vitrinde eski tip çerçeveler vardı. İçlerinden biri dikkatini çekti. İçeri girdi.
“Bir çerçeve alacağım,” dedi.
O çerçeveyi aldı ve odasının duvarına astı. Çerçeve boştu... Her sabah ona bakarken fısıldıyordu:
“Bir gün, belki.” Diyordu.
Ömer, bütün hayallerini Gültepe’nin dar sokaklarında bırakıp Yenibosna’da yeni yaptırdıkları eve taşınmıştı. Duvarları hâlâ kireç kokuyordu; bu ev onun için yeni bir başlangıç değil, eski hayatına kapanan son kapı gibiydi. Yenibosna’dan Osmanbey’e her gün gidip gelmek hem bedenini hem ruhunu tüketiyordu. Her sabah aynı durak, aynı kalabalık… Her akşam aynı yorgunluk, aynı sessizlik. Eve geç geldiği günlerde babasıyla tartışmalar eksik olmuyordu.
Kaç kez geç kaldığı için kapı dışarı edilmiş, geceleri ya işyerinde ya da bir bankta geçirmişti. Yine bir akşam, son otobüsü kaçırdığı için eve geç dönmüştü. Babası o gün gemide değildi. Kapıyı açar açmaz içeriden yükselen öfke dolu ses, gecenin sessizliğini yırtarcasına konuştu:
“Neredesin bu saate kadar. Git, bu saate kadar neredeysen oraya git.” Diyerek Ömer’e vurmaya çalıştı.
Gülistan araya girerek Halit’i sakinleştirmeye, Ömer’i dışarı atmasına engel olmaya çalıştı. Sözler, Ömer’in içini bıçak gibi kesti. Ne açıklama fayda etti ne özür… Tartışma büyüdü, kapı bir kez daha yüzüne kapandı… Yağmur başlamıştı. Soğuk damlalar yüzüne çarpıyor, her biri sanki içindeki öfke ve kırgınlığı yıkıyordu. Başını kaldırmadan, ıslanmış sokaklarda saatlerce yürüdü. Ayakkabılarının içi su dolmuştu ama umurunda değildi. Sonunda bir taksi çevirip Osmanbey’e, iş yerine doğru gitti. İşyerinin bulunduğu Hana vardığında bekçi gitmiş, kapılar çoktan kapanmıştı. Karanlık sokaklar arasında Beyoğlu yönüne doğru yürümeye başladı. Yağmur hızını kesmiş, sokak lambaları ıslak taşlara solgun ışıklar düşürüyordu. Tarlabaşı’na inen dar bir sokağa girdiğinde, karşıdan iki adamın ona doğru geldiğini gördü. Gözleri kan çanağı gibiydi, yalpalayarak yürüyorlardı. Adamlar yaklaşınca, sarhoş oldukları hemen belli oldu. İçlerinden biri, sendeleyerek seslendi: “Hey, baksana! Sigaran var mı?” Ömer kısa ve soğuk bir sesle: “Yok, içmiyorum,” dedi. Sarhoş adam öne atıldı, küfrederek: “Sigaran niye yok lan!” diye bağırıp, Ömer’e vurmak için üzerine doğru yürüdü. O anda her şey bir anda oldu. Ömer refleksle hareket etti. Yumruğu, adamın suratına patladığında adam duvarın dibine yığılıp kalmıştı. Diğeri öfkeyle hamle yaptı ama Ömer’in ikinci yumruğu onu da yere serdi. Gecenin ıslak sessizliği, bir an için sadece Ömer’in nefes alışlarıyla doldu. Yüreği hızla çarpıyordu. Ne yaptığını tam anlamamıştı ama bildiği tek şey, orada duramayacağıydı. Hızla Tarlabaşı’ndan çıkıp Dolapdere’ye, oradan da Kasımpaşa yönüne yürüdü. Adımları telaşlı, zihni bulanıktı. Gecenin bir yarısında, loş bir pansiyonun önünde durdu. Kapıyı çaldı, görevli uykulu gözlerle baktı.
“Bir gece kalacağım,” dedi Ömer.
Ücretini peşin ödedi. İçerisi karanlıktı. Görevli parmağıyla bir yatağı işaret etti:
“Şurada yat.”
Oda, ağır bir rutubet kokuyordu. Yedi sekiz yatak bir aradaydı; kimisi horluyor, kimisi sayıklıyordu. Yabancı yüzler, kim oldukları bilinmeyen adamlar, yorgun nefesler, yoksulluğun kokusu…
Ömer yatağa uzandı ama uyuyamadı. Tavana baktı, gözlerini kapasa da aklında babasının sesi yankılanıyordu. Sabaha karşı kalktı, sessizce dışarı çıktı. Sokaklar hâlâ ıslaktı. Yağmur durmuştu ama içindeki fırtına dinmemişti. Güneş doğarken, Ömer bir kez daha anladı: bu şehirde insan bazen en çok, kendi evinden kovulunca büyüyordu... Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Ömer pansiyondan çıktı. Hava hâlâ nemliydi, yerler yağmurdan parlıyordu. Cebinde kalan birkaç bozukluğu saydı; bir simit aldı, çay ocağından bir bardak çay.
Ne simidin tadını alabildi ne de çayın sıcaklığını. Zihni hâlâ gecenin ağırlığıyla doluydu. Osmanbey’e vardığında henüz işyerinin kapısı tam açılmamıştı. Aydın, Atölyenin önünde etrafa dalgın dalgın bakıyordu. Ömer’i görünce şaşırdı:
“Hayırdır Ömer, bu halin ne? Yine sabaha kadar mı çalıştın?” dedi. Ömer omzunu silkti.
“Hayır Aydın abi, çalışmadım… Uyuyamadım,” diye mırıldandı. Aydın kaşlarını çattı.
“Yine evde bir sorun mu oldu?”
Ömer bir an sustu, gözlerini kaçırdı. Sonra kısa bir nefes verip, “Boş ver Aydın abi, alıştım artık,” dedi. Aydın:
“Alışma kardeşim. İnsan her şeye alışırsa, sonunda kendine de yabancı olur,” dedi sessizce.
Bu söz, Ömer’in içine dokundu. Başını kaldırıp Aydın’a baktı ama söyleyecek kelime bulamadı. Atölyenin kapısı açıldı, makinelerin metal sesi yeniden sokağa karıştı. Herkes yavaş yavaş içeri girerken Ömer birkaç saniye durdu kapıda. İçinde tarifsiz bir yorgunluk, ama aynı zamanda bir direnme isteği vardı. Belki hayat hep zordu, ama artık kaçmayacaktı. O sabah işbaşı yaptığında, elleri iplik tutarken aklı hâlâ babasının o sert bakışındaydı.
“Bir baba oğlunu neden sokağa atar ki,” diye geçirdi içinden... Ömer bir süre bu şekilde Osmanbey de çalışmaya devam etti. Artık o yolun bir anlamı kalmamıştı. Sokaklar, vitrinler, köşedeki simitçi, hepsi Arzu’nun silinmeyen izlerini taşıyordu. Bir akşamüstü, Osmanbey den dönüş yolunda otobüs camına yaslandı. Yağmur damlaları camdan süzülürken, dışarıdaki bulanık ışıklar ona Arzu’nun gülüşünü hatırlattı. İçinde bir yer sızladı.
“Artık oraya dönmem için hiçbir sebep yok.” Diye fısıldadı kendi kendine. Gözlerini kapattığında Arzu’nun sesini duyduğunu sandı. Ama açtığında sadece yorgun bir yüzün buğulu camdaki silueti vardı. O an, Osmanbey’e giden yolların artık onu sadece geçmişine götürdüğünü anladı. Ve geçmiş, geri dönülmeyecek kadar uzakta kalmıştı... Osmanbey artık Ömer için sadece bir semt değil, ağır bir yüktü. Her köşesinde Arzu’nun bir bakışı, her kaldırım taşında bir bekleyiş saklıydı. Aynı yoldan her gün gelip geçmek, gidemediği bir yere her gün varmaya çalışmak gibiydi. İçindeki boşluk daha da derinleşmişti. Odası artık yeni bir pencereden bakıyordu İstanbul’a. Aklı hâlâ eski köşe başındaydı. Bazen defterine yazıyor, bazen sadece göğe bakıyordu. Bahçede çiçekler açarken, Ömer’in içinde hiç bir şey filizlenmiyordu…
Arzu’nun adı evde hiç geçmedi. Ne annesi ne de abileri yaşadıklarını biliyordu. Ömer’in içinde büyüyen yara ise kimsenin dikkatini çekmedi. Ta ki bir gün küçük kız kardeşi Elif yanına gelip:
“Abi, sen neden bu aralar böyle düşünceli, böyle sessizsin?” Ömer cevap veremedi. Dudakları kıpırdadı, kelimeler boğazında düğümlendi. Sadece bırakıyorum, dedi kendi kendine. Bırakmak, unutmak değildi. Sadece susmayı öğrenmekti. Ertesi sabah ilk kez mahalle bakkalına gitti. İlk kez kendi isteğiyle evden çıktı. Küçük adımlardı bunlar.
“Hayatın bazı yolları tek kişilik. Gidilecekse, yine de yürümek gerek.” Diye düşündü.
Ömer her sabah işe gidiyor, her akşam kendinden daha eksik dönüyordu… Çalışıyor gibi görünüyordu ama elleri değil, sadece gölgesi iş başındaydı. Makine sesi kulaklarında çınlıyor, her dikişte içinden bir parça daha eksiliyordu. Aslında her gün Arzu’nun sokağına gitmek için işe gidiyordu. İş çıkışlarında köşe başındaki kahveye gidip, belki Arzu’yu görürüm umuduyla saatlerce orada bekliyordu. O günler hep sessiz geçiyordu. Bekleyişin sonu yoktu çünkü bazı ayrılıklar asla geçmiyordu, sadece büyüyordu…
O akşam hava beklenmedik bir şekilde kapanmıştı. Kararan gökyüzüne şimşekler düşüyor, gri sokaklara ışık çakıyordu. Ömer, kahvenin önündeki bahçeye sığınmış, bir çayın buğusunda geçmişi ısıtmaya çalışıyordu. Elinde bir çay, gözleri sokağın karşısında. Yüreği, bir alışkanlık gibi her gün aynı saate oraya getiriyordu onu. Sadece bir ihtimal içindi bu bekleyiş: Arzu’yu görmek, bir anlığına, uzaktan da olsa onu görmek. Ta ki o akşama kadar. Ve o an, kaldırımda Arzu belirdi. İnce topukları ıslak zeminde temkinli adımlar atıyor, bir elinde tuttuğu şemsiyesinin altına annesini almıştı. Şemsiyenin kıyısından dışarı sarkan bakışları, bir anlığına Ömer in gözleriyle buluştu. İkisi de duraksadı. Ne tebessüm ne baş selamı sadece kısa, derin bir göz göze geliş ve çakan şimşekler. Arzu’nun gözlerinde geçmişin tüm acısı, tüm gizli cümleleri vardı. Adımlar devam etti ama kalpler o an yerinde çakılı kaldı. Yağmur biraz daha hızlandı. Ömer’in gözleri, Arzu’nun gözlerinden kayıp şemsiyenin ıslak kenarına ve ardından kaybolan adımlarına takıldı. Sadece bir andı bu; kalpte bir iz bıraktı. Ömer, çayından bir yudum aldı. İçinde geçmişin uğultusu, yağmurun sesiyle karışan hayaller ve sessiz bir boşluk vardı. Arzu’nun son bakışı, Ömer’in belleğine kazınmıştı. O an Ömer anladı: bu, onu son görüşüydü. Kahvenin camından hâlâ bakıyordu. Çay soğumuştu. Yağmur camları döverken, kalbinde dalga dalga yayılan bir sızı vardı. Arzu’nun bakışları, göz göze geldikleri o an, geçmişin en kırılgan yerinden delip geçmişti Ömer’in umutlarını. Elini masaya koydu. Hafifçe titrediği belliydi. Kaldırımdaki ayak sesleri uzaklaştı.
Arzu şemsiyesini biraz daha sıkı tuttu. Yürürken başını çevirmedi fakat yüreği orada, cam kenarındaydı. Annesinin sözlerini artık duymuyordu; zihni kahvedeki adamdaydı… Adımlarını yavaşlattı, sonra yeniden hızlandı. Başıyla sadece “evet” dedi annesine. Kalbindeki sessizlik bağırıyordu. İki ayrı yürek, aynı anda geçmişin kapısını aralamıştı. Zaman, bazen sadece hatırlamak için döner geriye. Değiştirmek için değil… Osmanbey’de bir sokakta uzun uzun yürüdü Sonra sessizce eve döndü. Ertesi gün atölyeye gidip Mümin Usta’ya istifa dilekçesini verdi. Osmanbey’e bir daha hiç gitmedi. Ve her gece o son bakışa dönerdi aklı:
“Gözler bazen her şeyi söyler, bazen her şeyi susar…” Bir zamanlar Osmanbey’in sokaklarında koşar adım giden o genç, şimdi Bahçelievler’in sessizliğinde, yavaş yavaş yürüyen bir gölge olmuştu. Neşeli arkadaş sohbetleri, kalabalık masalar, makine gürültüleri. hepsi geçmişte kalmıştı. Spor hariç her şeyi geride bırakmıştı. Çünkü artık dışarıdaki hiçbir ses, içindeki boşluğu doldurmuyordu. Yaşadığı bunca şeyden sonra kimse sormamıştı: “Ne oldu sana? Neden sustun? İyi misin?” Yoktu böyle sorular…” Belki insanlar gözyaşının sadece gözden aktığını sanıyordu. Oysa Ömer’in gözleri kuru, içi sele dönmüştü.
Bir sabah, bir caminin avlusunda uzun süre oturdu. Yağmurdan ıslanmış bir bankta, elinde eski bir kitap vardı. Sessizlik bir dua gibiydi. O gün, yıllar sonra ilk kez alnını secdeye koydu. O andan sonra başka bir yola yöneldi. Artık namaza başlamıştı. Sabah ezanıyla uyanıyor, sonra camiye uğruyor, geceleri dua ederek uyuyordu. Kalbini insanlardan çekmiş, Yaradan’a dönmüştü. Ne gözyaşı döküyordu artık ne de kimseyle konuşuyordu. Suskunluğu dua olmuştu. Eski çevresinden tamamen kopmuştu. Osmanbey’de tanıdığı herkesi bir anda hayatından çıkardı. Kötü ortamlar, çarpık ilişkiler, boğucu sohbetler hiç biri kalmamıştı. Sadece Arzu’ya verdiği sözü tutuyordu. Ömer’in bütün dünyası bir seccade, bir duaydı. İnsanlar hâlâ ona: “soğuk” diyordu, ama kimse bilmiyordu. Bazen susmak, konuşmaktan daha büyük bir haykırıştı. O akşam defterine sadece tek bir cümle yazdı:
“Ben artık gerçeği arıyorum...”
Görünüşte başka bir insandı artık. Sabah namazına kalkıyor, kendi halinde yaşıyordu. Kalabalıkların içinden geçiyor, ama kimseye çarpmıyordu. Ne sevinç ne öfke ne merak. Dışarıdan bakıldığında sade, temiz ve suskun bir adamdı. Ama içeride başka bir şey vardı. Belki Arzu’nun son bakışında donup kalan bir sevgiydi bu. Belki bir gün yeniden biriyle yolları kesişir mi ümidi. Belki de sadece sevilebilme ihtimali. Ama bu arzuyu kimse bilmiyordu. Anlatmıyordu. Bu yüzden yalnızca Yaradan’a anlatıyordu. Belki de bu yüzden içindeki arzu bu kadar temizdi. İçinde kirli bir beklenti değil, yalnızca derin bir umut vardı. Kalbin en kuytusundaki arzular, insanı diri tutan tek şeydi bazen. “Konuşmasam da olur. Bir gün biri beni sadece gözlerimden anlasın isterim.” Diye mırıldandı.
Ömer böylece her şeyden uzaklaşsa da arzuyu içinden hiç atmadı. Çünkü hayat bazen sadece beklemekti. Ve Ömer bekliyordu. Kimin, ne zaman, nasıl geleceğini bilmeden. Hâlâ içinde bir yer, sessizce “Belki” diyordu…

Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL