AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER...
Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
Şehir, akşamın gri tonlarına bürünmüştü. İstanbul’un yorgun sokakları, geceden beri yağan karın örtüsü altında sessizce uzanıyordu. Hafif bir rüzgâr, sokak aralarında dolaşırken şehrin derinliklerinden gelen kederli bir iniltiyi taşıyordu. Aradan yalnızca bir ay geçmişti; fakat Ömer için bu süre, sanki yüzyılların ağırlığını omuzlarına bırakmıştı. İçinde kaybolduğu girdap, her geçen gün biraz daha derinleşiyor, ruhunu sessiz bir kasırga gibi sarıyordu. Gözleri, gecenin solgun ışığında birer boşluğa dönüşmüş, sanki karanlığın içinde eriyip kayboluyordu. Emel tesettüre girdiğinde çevresinden aldığı tepkilerle baş etmek, eski alışkanlıklarından vazgeçmek ve yeni yaşam tarzını kabullenmek için büyük bir mücadele veriyordu. Ancak zamanla fark etti ki, sadece başörtüsünü takması onu tamamen değiştirmemişti; hâlâ eski alışkanlıkları, eski davranışları içindeydi. Tesettürlüydü ama eski yaşantısını sürdürmeye çalışıyordu. Arkadaşlarıyla buluşmaları, esprili ve hareketli tavırları, günlük yaşamındaki rahatlığı. Hepsi başındaki örtüyle tezat bir manzara oluşturuyordu. İnsanlar onun değiştiğini düşünürken o yalnızca dışarıdan görünümüyle farklılaşmıştı; iç dünyası hâlâ aynıydı. Bir süre sonra Emel, bu durumun sürdürülemez olduğunu fark etti. Kendi iç huzuru ve gerçekliğiyle yüzleştiğinde, eski hayatına geri dönmenin kendisi için daha doğru olduğunu anladı. Başını açtı ve eski yaşantısına, eski benliğine yeniden sarıldı. Dışarıdan bakıldığında sadece bir tesettür örtüsü takan genç bir kızken, aslında kim olduğunu gizlemeye çalıştığı her an, onu daha da yıpratıyordu... Ömer, Emel’in kapanmasından sonra uzun süre kafasında bir plan kurmuştu: Onu ailesiyle tanıştıracak, birlikte bir gelecek için ilk adımı atacaklardı. Şimdi ise, karşısında duran Emel bambaşkaydı. Tesettürünü çıkarmış, eski hâline dönmüştü; saçları rüzgârda savruluyor, her telinde Ömer’in kalbine işleyen bir çağrı gizliydi. Kalbi önce dondu, ardından ağır bir yük gibi çöktü. İçinde hem sevinç hem kaygı birikti. Bu dönüş, onun hayallerini altüst etmişti; bir yandan Emel’in özgürlüğü ve mutluluğu göz kamaştırıcıydı, diğer yandan planladığı adımlar, ailesine onu tanıtma arzusu ve birlikte kuracağı gelecek tehlikeye girmişti. Ailesi hâlâ sert ve tutucuydu. Ömer, onların kabullenmeyeceğini biliyor, bu bilinmezliğin ortasında eziliyordu. İki dünya arasında sıkışmıştı ne ailesinden vazgeçebiliyordu ne de Emel’den. Kalbi, bu çelişkinin ağırlığıyla eziliyor, her nefeste içinden bir parça daha kopuyordu. Her bakışı, her küçük hareketi bir çağrıydı; aynı anda onu sarsan bir korku da vardı: Eğer yaklaşırsa, her şey yıkılabilir miydi? Ömer, derin bir nefes aldı, gözlerini Emel’den ayırmadan içsel bir mücadele verdi; geçmişin kırgınlıkları, geleceğin belirsizlikleri ve şimdi önünde duran Emel… Hepsi aynı anda onun kalbini kavuruyordu. Gecenin sessizliğinde, odasının penceresinden süzülen soluk sokak ışıkları Ömer’in odasını hafifçe aydınlatıyordu. Geceleri uyuyamıyor, namazlarda secdeye uzun uzun kapanıyor; her hareketinde sessiz bir iç hesaplaşma yaşıyordu. İçinde fırtınalar kopuyor, kalbi huzursuz bir karmaşa içindeydi. Emel, Ömer’in ruhundaki bu kasveti fark etmişti. Zamanla aralarındaki mesafe büyümüş, konuşmaları azalmış, bakışları soğumuştu... Ömer, yeniden bunalımlı günlerin içine düşmüştü; sessizliğin içinde yankılanan fırtınalar, en gürültülü çığlıklar kadar güçlüydü. Bir haykırış, bir isyan vardı içinde, hiçbir kelime onun ağırlığını taşıyamıyordu... Emel artık anlamıştı; Ömer, ailesinin tutuculuğu yüzünden onu hayatına tamamen alamayacaktı. Böyle bir hayatı ise Emel zaten istemiyordu; eski alışkanlıkları ve özgürlüğü geri gelmeye başlamıştı ve bu yaşantıyı sürdürmek istiyordu. Bir gün Ömer’le karşılaştığında, sessiz ve kararlı bir sesle konuştu: “Ömer biliyorum, her şey daha farklı ve güzel olabilirdi. Belki senin için mümkün değil. Ben artık dostça ayrılmamız gerektiğini düşünüyorum.” Ömer in kalbi kırılmıştı. Emel’in kararlılığını görünce, onu zorlamanın yanlış olduğunu anladı. Sessizlik içinde birbirlerine baktılar; sözlerin ötesinde bir hüzün, aynı zamanda bir kabullenme vardı aralarında. Geçmişin tüm kırgınlıkları, artık sessiz bir vedayla kapanıyordu... Ömer Kadir ile bir gün önceden sözleşmişti. Akşam saat sekizde Şirinevler Meydanı’nda buluşacaklardı. Kışın tam ortasıydı. Aralıksız yağan kar, şehri sessizce beyaza bürümüştü. Sokak lambalarının solgun ışığında parlayan kar taneleri, havada ağır ağır dans ediyor; meydanı adeta başka bir âleme çeviriyordu. Hava o kadar keskin soğuktu ki, nefesler buhar olup göğe karışıyor, insanların adımları kar üzerinde çıtırtılar bırakıyordu. Ömer, vaktinde meydana geldi. Cebindeki ellerini ovuşturuyor, ara sıra ayaklarını yere vuruyor, volta atıyordu. Saatler ilerledikçe soğuğun ağırlığı omuzlarına çöküyor, yüzüne düşen kar taneleri donmuş kirpiklerinde asılı kalıyordu. Dakikalar saatlere dönüştü; meydan neredeyse boşaldı. Ama Ömer hala bir yukarı bir aşağı yürüyordu. Saat ona doğru yaklaşırken, uzaktan tanıdık bir siluet göründü. Kalın paltosuna bürünmüş Kadir, karın içinde ağır adımlarla yürüyordu. Nihayet yan yana geldiklerinde ne kırgınlık vardı ne de tartışma. Sadece sessiz bir tebessüm ve dostluğun sıcaklığı. Ömer, hafif bir sitemle sordu: “Kardeşim, biz saat sekizde buluşacaktık, saat on oldu. Bu saatte niye geldin?” Kadir’in yüzünde mahcup ama samimi bir ifade vardı: “Senin hala beni beklediğini biliyordum. Peki sen neden bu saate kadar bekledin, kardeşim?” Ömer’in gözleri kararlılıkla parladı; dudaklarından çıkan sözler, soğuk havada buhar olup dağıldı: “Çünkü saat kaç olursa olsun, senin geleceğini biliyordum. Sözleştik bir kere,” dedi… O an yağan karın soğuğu, saatlerin ağırlığı, geçen zamanın tüm zorluğu eriyip gitmişti. İkisi yan yana, kol kola girerek yürümeye başladılar. Adımları kar üzerinde iz bırakıyor, kardeşlikleri her izde yeniden yazılıyordu. Çünkü dostluk, işte böyle bir şeydi. Soğuğa, mesafeye rağmen buluşmayı ertelemeyen bir bağ. Hayatın gerçek yüzünde insanlar çıkarlar çatışınca bir birinden kolayca kopabiliyordu. Allah için kurulan dostluk bambaşkaydı. İyi günde yanında olduğunu kabul ettiysen, kötü günde de kabul etmek zorundaydın. Ömer ve Kadir’in dostluğu da işte bu hakikatin canlı bir örneğiydi. Ama hayat, her zaman bu kadar merhametli değildi… Bir süre dolaştıktan sonra, Kadir’in yüzünde merak ve endişe vardı. Ömer derin bir nefes aldı, gözlerini Kadir’in gözlerinden ayırmadan konuşmaya başladı: “Kadir, bu gün Emel ile konuştuk. Neden eski hâline döndüğünü, kafasındaki her şeyi anlattı.” “Neden dönmüş, bu ilişkiyi artık sürdürmek istemiyor mu?” “Çok karışık Kadir. Kendisi, bu ilişkiyi sürdürmemizin ikimiz için de iyi olmayacağını düşündüğünü söyledi. Eski alışkanlıkları ve özgürlüğüyle yaşamaya devam etmek istiyor. Benim yaşantım, aile yapım ona zor geliyor olmalı. Bana bunu açık açık söylemedi ama bilirsin benim hislerim kuvvetlidir. Bunu kabul etmemi ve dostça ayrılmamızı istedi.” “Anlıyorum Ömer, bu gerçekten çok zor. Emel’in söyledikleri açık ve net. Bazen en büyük sevgi, bırakabilmektir. “Evet Kadir. Buraya kadarmış, yapacak bir şey yok.” Kadir, Ömer’in omzuna hafifçe dokundu. İkisi de sessizce yürümeye başladı; İstanbul’un akşam ışıkları arasında, zor ama doğru olanı yapmanın verdiği hüzün ve sükûnet vardı aralarında. İkili, Şirinevler’den çıkarak İstanbul’un yorgun, taş döşeli sokaklarına karıştı. Her adımda geçmişin yükünü biraz daha geride bırakıyorlardı. Dar sokaklarda yankılanan adımları, sanki geçmişin gölgelerini silkeleyip uzaklaştırıyordu. Gecenin dondurucu soğuğu Ömer’in içini titretiyor, zihninde taşıdığı gümüş yüzük ay ışığında hafifçe parlıyor, geçmişin anısını geleceğe dair derin bir işarete dönüştürüyordu. Ömer birden sustu, sonra derin bir nefes alarak konuştu: “Kardeşim, geçenlerde gördüğüm o rüya ne zaman aklıma gelse, sanki yeniden yaşıyorum. Kafamdan bir türlü çıkmıyor.” Kadir, kaldırımın karşısındaki metruk binanın giriş katında, karanlığa gömülmüş boş dükkânı işaret etti. Gözleriyle oradan uzak durmak ister gibiydi: “Dikkat ettin mi, ne zaman bu sokaktan geçsek hep aynı şeyi anlatıyorsun…” Ömer, Kadir’in bakışlarını takip ederek boş dükkâna çevirdi gözlerini. O an Kadir yüzünü kapatıp başını çevirdi. Ömer şaşkınlıkla sordu: “Ne oldu Kadir?” Tam o anda gözlerine görünmez bir ağırlık çarptı. Sanki görünmez bir el yüzüne tokat gibi inmişti Ömer’in. Çınlayan bir ses, kulağında uğuldayan fırtına, boynunda inen bir sızı. Başında yıldızlar dönüyor, bedeni taş kesiliyordu. Dizlerinin bağı çözüldü. Gözlerinden yaşlar boşaldı; dili tutulmuş, nefesi kesilmişti. Kaçarcasına uzaklaşan Kadir’e kekeleyerek seslenmeye çalıştı: “Ne oluyor Kadir?.. Nedir bu olanlar?..” Kadir az ötede, yüzünü hâlâ elleriyle kapatmıştı. Sonra ağır adımlarla geri dönüp Ömer’in yanına geldi. Dudakları titreyerek birkaç dua mırıldandı. Ömer’in koluna girip onu oradan uzaklaştırmaya çalışırken gözleri hâlâ korkuyla titriyordu. Ömer’in dudakların-dan güçlükle dökülen sözler, sessizliği yardı: “Orada bir şey var bakamadım, Kadir…” Gözlerinden yaşlar boşalırken hıçkırıkları karanlığa karıştı. Kaldırım kenarında, birbirlerine yaslanarak bir süre öylece kaldılar. İçlerindeki korku, dışarıda yağan karla birleşip ağır bir sessizlik doğurdu. Sonra, gecenin karanlığını aydınlatan beyaz örtünün altında iki dost, kol kola girerek oradan uzaklaştılar. Adımlarının altında çıtırtılar duyuluyor, her kar tanesi sanki gökten inen bir teselli gibi omuzlarına konuyordu. Bir süre sonra ayrıldılar. Ömer gecenin karanlığında, az önce yaşadıklarının korkusuyla eve doğru yürüyordu. Yüzüne çarpan ruhunun gölgesini görmüştü. O an anladı ki, bazı şeylere bakmaya göz değil, yürek gerekirdi. Ve yüreği o gece ilk kez böylesine titremişti... Ömer’in zihninde tek bir soru dönüp duruyordu: O boş dükkânda ne vardı? Bir hayal mi, geçmişten sarkan bir gölge mi, yoksa Allah’ın kullarına gösterdiği bir işaret mi? Ne olduğunu bilmiyordu. Bildiği tek şey, yüzüne o tokat gibi çarpan anın aklından bir daha asla çıkamayacağıydı. O gece Ömer, bunun yalnızca bedenine değil, ruhuna da çarpan bir tokat olduğunu hissetti. Sanki görünmeyen bir perde aralanmış, dünyanın ardındaki karanlık yüz kısa bir anlığına kendini göstermişti. İstanbul, geceye karışan adımlarının yankısıyla onun kararlılığına sessizce tanıklık ediyordu. Gölgeler uzuyor, rüzgâr ağaçları hafifçe sallıyor, şehir adeta Ömer’in içindeki karışık-lığın farkındaymış gibi nefesini tutuyordu. O an, Ömer’in kalbinde bir şey değişmişti; korku yerini bir kararlılığa bırakıyor, çaresizlik yerini teslimiyetle harmanlanmış bir umut alıyordu. Ve o, bir kez daha anlamıştı: Eğer kendi içinde yol alacaksa ne geçmişin gölgeleri ne de geleceğin belirsizlikleri onu durduramayacaktı. Kadir Ömer’in bu halini görünce “Gel, bu gece seninle bir yere gidelim.” “ Olur kardeşim, nereye gideceğiz.” “Eyüp Sultan Camiine, sabah namazına gidelim. Kalabalığın içinde bir secde, insana yılların yükünü unutturur.” Ömer’in gözleri doldu: “Kadir, Ben kirliyim. Çok kirliyim.” Kadir elini onun omzuna koydu: “Temizlik en çok kirli olanlara nasip olur. Sen bu gece temizlenmeye niyet ettin mi? Gerisi gelir kardeşim. Gerisi Allah’ın işi.” Ömer, ilk defa hafiflediğini hissetti. Sanki bir kapı açılmıştı. Ve o kapının eşiğinde, karanlıkla aydınlığın tam arasında duruyordu. Artık yolu hem kendi kalbine hem de Allah’a açılmıştı...
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.